Benim 69 yaşındaki Hıncal Uluç’u çözebilmem mümkün değil, hele birkaç röportajla. Ama insan, karşısındakiyle konuştukça, ona sorular sordukça, kişiliği hakkında bir sürü ipucu elde ediyor. Yine de, tam olarak tanımak mı? Şaka yapıyorsunuz galiba. Ben, insanların kendilerini bile tanıdıklarına inanmıyorum. Bu da böyle bir röportajdı, yeni röportajlarda buluşmak üzere...
HAMİŞ: Bir hamişle geçiştirilecek kadın olmadığı kesin, ama ne olur ne olmaz, kim bilir belki bir daha yazma fırsatım olmaz, Aysel Gürel, bana hayat dersi vermiş kadınlardan biriydi. Onunla yaptığım röportajda "Bana deli demelerine müsaade ediyorum, karşılığında özgürlüğümü yaşıyorum" demişti. Bu laf beni büyüledi. ’Elalem ne der’e takmadan hayatı bu denli cesur yaşayan kadını, öbür dünyada en güzel erkeklerin karşılaması dileğiyle...
Çok sevdiğinizi iddiaettiğiniz insanlar hakkında acayip ağır yazılar yazdınız. Sevmeseniz ne olurdu kim bilir! Sezen Aksu mesela. İnsan sevdiği birini bu kadar mı hırpalar!
- Bana haksızlık ediyorsun! Sezen gerçekten hayatta en sevdiğim insanların başında gelir. Dostluğumuz bütün hesapların, çıkarların dışındaydı. Ne benim ondan beklentim vardı ne de onun benden. Böylesine güçlü bir dostluk yaşadığım birinin, bana o şekilde davranmasını kabul edebilmem mümkün değil. Ben Sezen’e küs filan değilim ama çok kırgınım. Hálá onu gördüğümde içim titriyor, dinlerken gözlerim yaşarıyor, hatta Hisar’da kalkıp sarılmak istedim ama kalkamadım, içimdeki kırgınlığı yenemiyorum...
Bir dakika, bir dakika, asıl onun size kırgın olması gerekmiyor mu? Dünyanın en ağır yazısını yazan siz değil misiniz!
- Olay senin bildiği gibi değil. Yıl 1999, Aralık’ın son günleri, yer bizim ev. Sezen, arkadaşlarıyla içeri girdi. "Oooo, maç seyrediyorsunuz!" dedi. Sarıldık, öpüştük. Beşiktaş maçıydı. Hatta o geldikten sonra Beşiktaş bir de gol attı. Sezen, "Ayağım uğurlu geldi ama daha fazla sizi tutmayayım" dedi ve sarıldı bana, tam yanağından öpecektim ki, "Ne zamandan beri beni yanağımdan öpüyorsun? Biz dudak dudağa öpüşmez miyiz? Dudağımdan mı iğreniyorsun?" dedi. "Manyaklığın alemi yok!" dedim, "Sen benim ağzıma tükürsen iğrenmem!" Konuşma, aynen böyle. Biz gene dudak dudağa öpüştük ve Sezen gitti. Sonra hiç ses yok. Milenyuma girdik, birinci günün akşamüzeri evini aradım, Peluş çıktı, "Uyuyor Sezen Hanım" dedi. "Aradığımı söyle. Ona mutlu milenyumlar diliyorum" dedim. Aradan iki gün geçti, hissettim, dönmedi Sezen, bir daha telefon açtım, yine Peluş, "Aradığınızı söylemez miyim Hıncal Bey? Söyledim" dedi. Gene arayan soran yok. 5 ya da 6 kere aradım...
Siz o arada yazı- mazı yazmadınız mı?
- Hayır. Buradan ayrıldıktan sonra ne bir satır yazı ne bir konuşma. Ama Sezen de gerizekálı değil, herhalde bir şey var, bir şeye bozuldu. Bu kadar yakın dostsak, söyle ulan, "Birinden şöyle bir şey duydum" de. Yok! Aradan aylar geçti, sinemada gördüm kafasını çevirdi. Derken yine aylar geçti. Bana evin içinden haber geldi. "Hıncal Bey, Sezen’in durumu kötü, ölüme gidiyor!" "Nedir?" dedim. "Kortizon iğneleri yapıyor kendine!" Ses tellerinde çatlama olduğu için stüdyoya girerken kortizon yapıyormuş, konsere çıkarken de. Dünyanın en bela ilacıdır kortizon. Evden dediler ki, "Artık reçete yazan doktor kalmadı, eczaneden kendisi bulduruyor ve iğneyi kendisi yapıyor. Lütfen mani olun!" O sırada da bir ödül töreni vardı, bu sahneye çıktı, ben de izleyiciler arasındayım, tıpta "moon face" diye tarif edilen o yüzü gördüm ve oturdum Sezen’e "Operadaki Hayalet’i maskesiz oynayacak hale gelmiş yüzün! Bu iğnelerden vazgeç" diye yazı yazdım.
Hepimiz hatırlıyoruz o yazıyı. Bayağı insanı lime lime doğrayan, düşmanca bir yazıydı. O da size "Sen zalimsin, ben hastayım, benim hastalığımın adı Kushing" diye cevap verdi...
- Sen ne diyorsun! Sezen, şu anda benim sayemde hayatta. Resmen ölümden döndü. Hayatını bana borçlu!
Hadi canım siz de!
- Tabii. Benim yazım üzerine doktora gitti. Ve Kushing teşhisi kondu. Hatta, sizin gazetede doktorun açıklaması vardı.
İyi de Kushing teşhisi zaten konmuştu...
- Hayır. Doktorlar onu ölüm noktasına getirdiler. Ben o yazıyı yazmasam, yeniden doktora moktora gitmeyecekti. İddia ediyorum, ben Sezen’in hayatını kurtardım.
Pes yani, ne diyeyim, o zaten hastaydı...
- Hayır, doktor filan dinlemeden, o kortizon iğnelerine devam ediyordu. O Allah’ın belası kayıtları yapacak ve Allah’ın belası sahnelere çıkacak diye. Bunun önüne ancak böyle bir şok geçebilirdi. Benim yazdığım yazı, onda şok etkisi uyandırdı. O yazı sayesinde doktora gitti, o zaman da doktor bu teşhisi koydu. O hastalık onu öldürüyordu. Onu ben onu kurtardım. Ona ulaşacağım tek yer köşemdi. O yazıyı onun iyiliği için yazdım. İster inan ister inanma, Sezen benim sayemde şu an hayatta...
Siz yine haklısınız yani! Merak ediyorum: Haksız olduğunuz bir durum var mı?
- Benim açımdan yok. Bu konuda fevkalade haklıyım. Vicdanım çok rahat.
Sonradan okuduğumda utandığım yazılarım oluyor ama...
Arada bir yazılarınıza bakıp, "İleri gitmişim haksızlık etmişim" dediğiniz olmuyor mu?
- Olmaz mı? Yıllar sonra okuduğumda utandığım, yüzümün kızardığı yazılar oluyor. Hem de çok. Ama n’apim o anki düşüncelerim öyleymiş.
Arif Mardin’in ölümü üzerine yazdığınız yazı mesela. Sizin yerinize ben utanmıştım, bir insan böyle bir yazıyı nasıl yazar diye. "Allah rahmet eylesin bile diyemeyeceğim, günahım kadar sevmezdim" diye yazdınız. Ne kadar acımasız bir laf...
- Ama sevmezdim.
İyi de daha cenazesi bile kalkmamış bir insan için öyle bir şey yazılır mı?
- Yalan mı yazayım? Ablası Betûl Mardin benim için kutsaldır. Arif’i benimle tanıştıran da Betûl’dür, ona rağmen yazdım...
Modern Folk Üçlüsü’nü sevmedi ya da onları Amerika’da kariyer yapacak kadar yetenekli bulmadı diye mi bütün bunlar... Herkes, sizin sevdiğiniz insanları sevmek zorunda mı?
- Hayır ama aldığı tavır önemli. Arif Mardin de Ahmet Ertegün de ellerindeki büyük gücü Türk sanatçılar için kullanmadılar. Türkiye’den bir tek kayda değer sanatçı bile çıkmadı mı? Onlar, zaten Amerikalı olmuştu. Ne yaptılarsa kendileri için yaptılar. Grammy almaları da umurumda bile değil, hiçbir bok değillerdi. Zaten Arif Mardin de, Modern Folk Üçlüsü’nü çok aşağıladı.
Bu mu yani arkasından o felaket yazıyı yazma sebebiniz. Ben sadece psikolojinizi anlamaya çalışıyorum...
- Bu benim tavrım, böyle yazıyorum. Ben düşündüğümü yazıyorum. Ama olumlu ama olumsuz. Bunu okuyan ne düşünür diye de düşünmüyorum. Her yazım için birileri bir şeyler düşünecek, bunun sonu yok.
Sizin için de birileri "Günahım kadar sevmezdim. Allah rahmet eylesin bile demeyeceğim..." deseydi...