Serdar, Mutlu, Yılmaz, evlilik, çapkınlık ve faşizanlık

Bu topa girmeye hiç niyetim yoktu.

Ama Mutlu da bir yazı döktürmüş, mecbur kaldım.

Serdar Turgut hakkında güzel şeyler söylemiş, öncelikle teşekkür ederim, yöneticilik yaparken gazetesinde benim yaptığım türden işleri yapan biri olmasını arzu ettiğini yazmış, yani takdir ediyor beni, sağ olsun var olsun.

Sonra meseleye giriyor, röportajlarımda evlilik dışı ilişkilere ve çapkınlığa methiye düzen sorular sorduğumu söylüyor. Bir insanın karısına/kocasına sadakati, bağlılığı övülmesi gerekirken, ben "40 yıldır aynı kadınla birliktesiniz, hiç mi sıkılmadınız!" türünden sorular soruyormuşum.

Mesela Kamer Genç’e sormuşum.

Ben de açtım baktım yaptığım röportaja.

Soruyu tam şöyle sormuşum:

"Nasıl bir şey 40 yıl aynı kadınla birlikte olmak?"

Tam Serdar’ın söylediği gibi değil, ama olabilirdi de. Memleket gündeminin tepesine çiçek sulamakla oturmuş birinden söz ediyoruz. Çapkınlığı günlerce haber olmuş biri. Ona esprili bir biçimde bu soruyu sormayacağım da kime soracağım? Ben onu yalana teşvik etmiyorum. Aksine, "yalan"ını, daha doğrusu "ikiyüzlülüğünü" yüzüne vurmaya çalışıyorum.

Aslında hepimizin ikiyüzlülüğünü...

Eğri oturup, doğru konuşalım: 40 yıllık evli erkeklerin, neredeyse hepsi karılarını aldatmıştır. Kabul edelim, etmeyelim, görmezden gelelim, gelmeyelim bu böyle. Karısını hiç aldatmamış olanlar azınlık. Ama tabii ki "Hayır yapmadım" diyorlar, öyle de diyecekler. Ben de işte bu ikiyüzlülükle dalga geçiyorum, kendimize ayna tutuyorum, "Hepimizin bildiğini bizden niye saklarsın?" demeye getiriyorum.

*

Şu da var tabii...

Gerçekten merak da ediyorum, 40 yıl aynı insanla nasıl geçiyor, geçer? Hep aynı kadınla/ adamla yatarak, sevişerek... Böyle bir şey olabilir mi? Mümkün mü? Bu da kafamın bir tarafını kurcalıyor bilesiniz. Benim hiç o kadar uzun ilişkim olmadı. "İnşallah olur!" mu demem lazım, "Aman Allah’ım umarım olmaz!" mı demem lazım, onu bile bilmiyorum.

İnsanın canı mı istemiyor, "yasak" olduğu için mi sevişmiyor?

Bir de yani size palavra atacak halim yok, ben hayatı boyunca karısını hiç aldatmamış bir adam tanımıyorum. En yakınımdaki erkekler dahil. Varsa da tek tük, çok nadir. "Bu iyi bir şeydir, kötü bir şeydir" anlamında söylemiyorum ama böyle örnekler gerçekten az, onu anlatmaya çalışıyorum.

Diğer taraftan, röportaj yaptıklarım arasında Yılmaz Özdil gibi karısını hiç aldatmadığını söyleyenler de oldu. Serdar Turgut’un gözünden kaçmış olabilir ama acayip coşku yaptım, çünkü bence müthiş bir şey. Ama tabii Özdil’e şunu söylemeyi de ihmal etmedim:

"Bana daha önce röportaj veren başka bir yazar da, sizin gibi karısına sadakatinden söz etti. O röportajın üzerine onu tanıyan biri erkek aradı, ’Yalan söylüyor, tabii ki karısını aldatıyor!’ Yanlış anlama hepimiz bu haltı yiyoruz ama onun gibi ahlak abidesi gibi ortalıkta dolanmıyoruz. En azından sevgililerine ayıp’ dedi!

Yılmaz Özdil de "Benim bir arkadaşım arar da benzer şeyler söylerse, gözümün yaşına bakma yaz" dedi.

O kadar kendinden emindi yani.

Bence ideal olanı bu, sadık olmak ama zorunda olduğu için değil de, içinden geldiği için öyle davranması. Yılmaz Özdil’inki öyle gibi geldi bana. Ama bu, yine de benim "İnsan 40 yıl boyunca nasıl aynı insanla beraber olur? Sıkılmaz mı?" sorusunu merak etmeme engel değil.

*

Ben 7 yıldır hálá tutkuyla sevdiğim bir adamla birlikteyim.

Aldattım mı?

Hayır.

Peki hiç mi aklımdan "Başkasıyla sevişmek nasıldı" diye geçmiyor?

Ne yalan söyleyeyim geçiyor, ama yaşadığım şey o kadar değerli ki, aklımdan geçtiğiyle kalıyor.

Ve ben, "sevgilim" diye hitap ettiğim kocamla olan ilişkimde, evlilik kurumu için bir umut teşkil ettiğimi düşünüyorum. Hálá masaların altından bacaklarımızı okşuyoruz, şimdi burada yazmamın uygun olmayacağı çılgınlıklar, küçük sapıklıklar yapıyoruz.

Ben miyim yani evlilik kurumunu sabote etmeye çalışan?!

Çüş derim arkadaşlar.

Pardon ama bana ödül vermeniz gerekiyor, evliliği, "sevgililik" olarak yaşamayı becerdiğim için.

Yazının buraya kadarı Serdar Turgut’u ilgilendiriyordu.

*

Şimdi Mutlucuğuma gelelim...

Sevgili arkadaşım, "Hangileri faşist sorudur, hangileri değildir?" olayına girmişsin. Haklı olduğun yerler var. Bence de bir insana damdan düşer gibi "Eşcinsel misiniz?" diye sorulmaz. Kimsenin buna hakkı yok. Ne desin adam? "Evet" dese ayrı dert, "Hayır" dese ayrı. Birinde toplumdan dışlanacak, diğerinde kendi çevresinden...

Şenay Düdek’e de böyle bir soru sormadım. İyi oku o röportajı. Ben bu tür soruları sorduğum için de prim yapmadım. Bu tür ucuz numaralara kalkıştığımı ima etmek, benim röportajcılığımı küçümsemek olur. Dünyanın en akıllı kadını değilim ama o kadar da salak değilim.

Bir tek Işılay Saygın’a sordum.

Evet ona "Nasıl yani? Siz bakire misiniz?" dedim.

Peki hatırla Mutlu, neden sordum?

Çünkü o dönemde 18 yaşındaki kızlar yurtlarından alınıp, yaka paça bekaret testine gönderiliyordu. Bu ülkede öyle şeyler yaşandı. Bacaklarını açacaksın, birileri seni muayene edecek, bakire misin değil misin anlayacak. Bundan daha iğrenç, daha felaket, daha tüyler ürpertici ne olabilir? Ve ne yazık ki, Işılay Saygın, kadından sorumlu bakan olarak buna ses çıkarmıyordu. Hatta abartılacak bir şey olmadığını düşünüyordu. Asıl bunun faşizanlık olduğunu düşünüyorum. Ha o zaman bunda bir sakınca görmeyen kadın bakana yeri gelince, "Sizin peki? Sizin durumunuz ne?" diye sorarsın, o da "Bakireyim" derse, tabii ki bunu başlığa çıkarırsın.

Öptüm güzel arkadaşım.

MÜTHİŞSİNİZ

Taciz mail’leri inanılmaz boyutta. Geldikçe geliyor. Tacizin ne kadar büyük bir sosyal sorun olduğu ortaya çıkıyor. Cumartesi yayınlıyoruz, gelecek hafta da bu konuyu enine boyuna bir uzmanla konuşuyorum haberiniz olsun...

ÖZÜÜÜÜÜÜR

Loser’ı looser diye yazdım, control freak’i control frick diye, Pinot Grigio’yu ben doğru yazdım ama yanlış çıktı ve daha bir sürü aklıma şu an gelmeyen hıyarlık yaptım 2008’de.

Ve siz kafama kaktınız, yüzlerce mail attınız. Biraz abarttınız ama haklıydınız. 2009’da daha dikkatli olmaya çalışacağım.

Bir türlü özür dileyememiştim sizden. Senenin son günü diliyorum...

Hikayesi bol bir yıl olsun

Benim sağ ayağımın üçüncü parmağı defolu.

Diğerlerinden kısa.

Üçüncü eklemi yok.

Haliyle üzerinde tırnak da yok.

Pedikür yaptırırken yüzde 10 iskonto istiyorum!

Soğuk havalarda en çok o parmağım üşüyor, ucu sızlıyor.

Ama kötü filan görünmüyor. Sadece farklı.

Şimdi bunları anlattığım anda, karşımdaki insanın gözü otomatik olarak, ayağıma takılıyor, sözü edilen parmağı görme ihtiyacı hissediyor, ben de hemen gösteriyorum. "Bak" diyorum. "Hımmmm" diyor karşımdaki ne yapacağını bilemeden, şaşırsın mı, acısın mı karar veremiyor...

Ve sonra o meşum soruyu soruyor.

"Neden böyle?"

"Doğuştan"
diyorum.

Sonra da en öldürücü darbeyi vuruyorum, "Galiba genetik. Çünkü annemin de üçüncü parmağı böyle, anneannemin de. Bizim ailenin bütün kadınlarının üçüncü ayak parmakları defolu. Annem ben doğduğumda ayağıma bakmış,Tamam bu benim kızım!’ demiş."

Karşımdaki "Yapma ya!" diyor, gülmeye başlıyor.

Birden bire, aramızdaki mesafeler kayboluyor.

"Komik bir hikaye bu!" diyor, biliyorum ki birazdan o da kendinden bir hikaye anlatacak, belki yine güleceğiz, ne bileyim belki üzüleceğiz, şaşıracağız, hayret edeceğiz, her şeyin insana özgü olduğunun bir kere daha ayrımına varacağız, kim bilir belki birbirimize daha da yakınlaşacağız.

Yukarıda yazdığım her şey palavra aslında!

Sağ ayağımda üçüncü parmağının bir eklemi eksik ama doğuştan değil, genetik de değil. Bu, sadece o anda karşımdakinin ilgisini çekmek, onu güldürmek için uydurduğum bir hikaye. Sonra zaten gerçeği söylüyorum, "Seni makaraya sardım" diyorum.

Ama ben hikayelere bayılıyorum. Hayatın tekdüzeliğinden, sıkıcılığından kurtulabilmeniz için onlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

2009’da hikayesiz kalmamanız dileğiyle.

İnşallah neşeli, renkli ve hikayesi bol bir yıl geçirirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları