Paylaş
Demir perde mi?
Pardon?
Ne demir perdesi?
Burada tül perde bile yok!
Bunlar nasıl komünistse...
*
Her tarafta salsa, samba.
Ülkeden müzik fışkırıyor.
Bir tek cafe, bar yok ki, birileri müzik yapmasın.
Bir tek cafe, bar yok ki, en edebli halinle önünden geçerken seni baştan çıkarmasın.
Ben çıktım baştan.
Havana'da.
Bir ara sokakta.
*
Tamam, Mohito'ları birer birer içiyorum, daha hangi kokteyl varsa onları da deniyorum ama sadece içtiğim içki, ruhumu ayartan müzik, bu koloniyal mimari, pır pır eden deniz, güneş, gövdelerine sarılma istediği uyandıran palmiyeler, içi dışına taşan insanlar, güzel bacaklar ve 50'lerde donmuş kalmış bir hayat değil...
Beni baştan çıkaran.
Daha fazlası.
Nasıl anlatsam?
Bir adamın her yerini, her şeyini sevmek gibi bir şey benimki.
Küba, hayalimde bütün haksızlıklara direnen küçük bir oğlan çocuğu. Hayranlık uyandırıyor bende. Ne kadar az şey, ne kadar az insan kalmış hayranlık duyduğum? Bok atmadığım, bir yamuğunu bulmadığım? İnançsız olup çıktım anasını satayım, ben kendi ülkemde.
Oysa Küba, küçük oğlan çocuğu, elleri pantalonunun cebinde, kafa tutuyor tüm dünyaya...
*
Hani komünizm fena bir şeydi...
Hani kapitalizm iyiydi?
Kafam başımdan çıkınca abuk sabuk şeyler düşünmeye başlıyorum tabii.
Ama Comrades, ben daha önce de komünizm gördüm!
Yani görmedim değil.
Ama soğuk suratlı olanını gördüm.
İnsanı ezip, yok edenini gördüm.
Gri, matlaşmış insanlar gördüm.
Moskova'dakileri, Prag'dakileri, Sofya'dakileri, Belgrad'dakileri, Pekin'dekileri, hatta öve öve bitiremedikleri Şangay'dakileri...
Küba'ya giderken de aynı görüntüyle karşılaşacağımı sandım.
Ambalajı olacaktı tabii: Kadın ve puro.
*
Aman Tanrım!
Halt etmişim, bunlar başka. Geçelim puroyu ve kadınları. Bunlar, kendilerine camdan bir sera yaratmışlar. Yemyeşil bir sera. Tabii ki, cennetten söz etmiyorum. Ama Latin milletinin erkekleri nasıl farklıysa, komünistleri de farklı. Sindirmişler, okumuşlar, yemiş yutmuşlar. Arkadaşlar, bunlar aşmışlar! Zorunlu eğitim 9 yıl ama otel temizleyebilmek için bile en az 11 yıl okula gitmiş olmak gerekiyor. Bizim taksi şoförü, bilgisayar operatörü. Vardiya arkadaşı felsefe profesörü. Mihmandarımız avukat. Yani herkes bir şey. O zaman n'oluyor? Sokaktan geçen herkesle üç saat Hemingway üzerine konuşabiliyorsun. Sallamıyorlar, biliyorlar. Uydurmuyorlar, okuyorlar. Çalmıyorlar. İnsanı ezen bir hazmetmişlikleri var. Ve onlar, orada sıradan insanlar. Hem ideolojik olarak, hem görgü olarak. Farklılıkları gündelik yaşamlarına o kadar yansımış ki, insanların yüzünden gururlarını okuyabiliyorsun, konuşunca da Castro'yu ve Che Guevara'yı ne kadar sevdiklerini ve nasıl sahip çıktıklarını anlıyorsun.
Müthiş milliyetçiler.
Milli gururları var.
Öyle bir şey vardı, bilmem siz hatırlıyor musunuz?
Ben unutmuştum.
*
Tabii ki kriz yaşıyorlar, Küba'ya uygulanan ambargodan her geçen gün daha fazla nasiplerini alıyorlar ama hala ülkelerine toz kondurmuyorlar.
Nasıl kondursunlar?
Her hangi bir bakanla, mesela bizim taksi şöförü aynı hastanede tedavi görüyor, aynı özeni, aynı bakımı görüyor. Çünkü doğrusu bu, böyle olmalı diyor. İnsanlık onuru için. Onlar bizim için üzülüyor, yamuk yaşayan biziz diye. Türklere değil, bütün diğer dünyaya.
Kimse bir evden fazlasına sahip olamıyor, insanlar kira olarak maaşlarının yüzde 10'nunu ödüyor, tabii komik oranlar çıkıyor ortaya, ayda 10 dolar kazanıyorlar ama 1 dolar kira ödüyorlar.
Buna karşılık siz sıkı bir bahşiş verince teşekkür ediyorlar.
Ama gözünün yağını yiyeyim abi olmuyorlar.
Tuhaf yani.
Bu yokluk içinde, bu tokluk kafamı karıştırdı.
*
Bir de ne gördüm biliyor musunuz...
Puro, var ya puro, statü sembolüdür ya bizde, zenginlik ölçüsüdür, o puro cenneti, puro merkezi Küba'da, tam tersi. Herkes puro içmiyor, millet sigaracı, sadece sokaklardaki en yoksulların ağzında gördüm sadece. Bayılıyorlar turistleri Tobacco shop'lara götürmeye ama kendileri bizim zannettiğimiz kadar içmiyorlar.
Seyretmesi en güzel şeylerden biri de o müthiş yapılar ve arabalar...
Çok güzel bir şehir Havana.
Bir havası var, kendine özgü bir rüzgarı, büyüsü, ruhu var.
Daha da ötesi kentin rengi var, rengi!
Gökyüzündeki ışık, denizdeki pırıltı, bin yıl öncesinden kalma arabalar, yüzleri bol çizgili o derin insanlar, binalar, evler, uzuuun pencereler, kepenkler, hep girme isteği uyandıran kapılar, sokak aralarındaki çamaşırlar, serin avlular, insanın dinlenmesine fırsat tanımayan bir renk sağanağı olarak üzerine üzerine geliyor.
Sürekli bir şey görüyorsun, gördüğün herşeyde renk var. O ülkede fotoğrafçı olmamak imkansız gibi. Havana kurulmuş bir set gibi. ‘‘Motor’’ sesini bekliyor.
*
Tanrım, onlar nasıl binalar öyle!
Koloniyal dönemden kalmış, filmlerden hatırladığımız gibi, biraz bakımsız kaldıkları için naif ama müthiş görkemli. Biraz bakım görse, Havana, Paris olur. Zaten öyle bir kent ki, biraz Paris, biraz Madrid, Barselona. Ama bana kalırsa böyle kalsın. Binaların boyalarındaki zamanla uçmuşluk duygusu, aslında bütün bir kent, hatta ülke, insanda aynı duyguyu uyandırıyor: Zaman durmuş orada. Herşey 50'lerde kalmış. İyi ki de kalmış. Bir müze kent Havana. Ama naftalin kokmuyor. Tam aksine cıvıl cıvıl yaşıyor.
Ne diyeyim?
Parasızlığın gözü kör olsun!
Fena halde ambargo uygulayanların da...
Ama onların bu şartlara kafa tutması bana iyi geliyor. Küçük, inatçı bir oğlan çocuğu ama aynı zamanda yüzündeki derin çizgilerin hakkını verebilen yaşlı bir bilge.
Küba, ruhuma acayip pansuman oluyor.
Kimsenin yapamadığını o uzak adadaki birileri yapıyor ya...
İçimin yağları eriyor.
*
Havana'nın o güzel binalarının bir kısmı otel. Devlet işletiyor. Hemen herşeyi zaten devlet işletiyor. Ama marifet otelde kalmakta değil. Havalı olan ve aynı zamanda daha ucuz olan, yüksek sütünlü, avlulu, havuzlu denize ya da bir meydana bakan bir ev kiralamak. Ya da bir oda. İmkansız da değil. Az daha biz bile tutacaktık. Üşendik. Bizim kaldığımız ilk otel de (Nacional) yeteri kadar ilginçti zaten, filmlerde gördüğümüz, eskiden, Amerikan gangsterlerinin ve Hollywood starlarının tercih ettiği bir otel. Turistik olmasına karşın çok da pahalı değil. İki kişi 212 dolar. Kente biraz daha alıştıktan sonra, tasımızı tarağımızı toplayıp daha küçük daha butik otellere (Santa İsabel ve Ambos Mundos) geçiyoruz.
*
Peki bu ülkede zengin yok mu yahu diye soruyoruz.
Var diyorlar.
Yüz kişi kadar.
Vay be oluyoruz.
Üstelik bir tanesini hepimiz tanıyoruz: Buena Vista Social Club.
Her yerde sanatçılar fakir olur ya, bu ülkede onlar zengin! Yani müzisyenler, ressamlar, ciddi sanatçılar ve sporcular iyi kazanıyor. Tanrı'nın çifte standardına, bazılarına yeteneği bol keseden dağıtmasına kimse ses çıkarmıyor. Bu onların hakkı deniyor.
*
Bu durumda Küba'nun ayrıcalıklarından yararlanabilmek için on gün boyunca, elimde video kamerayla dolaştım durdum. Kendimi yönetmen mi zannettim nedir, herşeyi, her yeri, her anı çektim. İlk yönetmenlik denemem olduğu için biraz görgüsüzlük söz konusuydu tabii. Açıları iyi ayarlayamasam bile, ilişkimiz açısından kamera fevkalade faydalı oldu.
Bir video kameranın, bir ilişkiye faydalarını yarın okuyacaksınız...
Paylaş