Kırk yıl düşünsem, ölümü-ölümü bekleme biçimini tartışacağım aklıma gelmezdi. O kadar uzak bir şeydi, ölüm ve türevleri. Ama bu hafta sonu önüme öyle bir şey geldi ki, şaşırdım kaldım.Makbel Oytay'ın kitabı:Sarmal Yayınevi'nden çıkan ‘‘Makbel'in Güncesi’’.On beş yıldır kanserli bir insanın, on beş yıldır ölümü bekleyişi.Gel beni al diyerek değil, ne münasebet, sen beni gelip alana kadar bak ben neler öğrendim, keşfettim, hala da öğreniyorum, keşfediyorum diyerek.Açık bir insan olarak Makbel Oytay'ın kanser karşısındaki portresi.Hastalığı ve ölümü ciddiye almaması, şimdiki zamanı, yani an denilen zaman parçasını, moda olduğu için, söylemesi şık durduğu için değil, gerçekten yakalaması, korkmadan yaşaması ve yetmiyormuş gibi bunlardan kitap yapması...Artık başka çarem kalmamıştı.Bunu hep beraber tartışmalıydık.*Gazetecilik denilen şeyi kendi kötü amaçlarıma, bitmez tükenmez meraklarıma alet ettiğim için inanılmaz bir mutluluk duyuyorum.Haksızlık biliyorum ama benim böyle bir lüksüm var.Benim küçük beynimi kurcalayan şeyler yazılar ve söyleşiler halinde size geri dönüyor. Biliyorum, geri dönen herşey, er ya da geç bir bar tuvaletinin döşemesinde halı niyetine kullanılıyor, belki siz böbreklerinize biriken ürik asitten kurtulurken kendi çapınızda küçük bir hayret nidasıyla insanın keşfedebileceği en önemli duygulardan birini farkediyor ya da insanoğlunun tartışabileceği en derin, en felsefi tartışma konularından birine tanık oluyorsunuz.Belki de olmuyorsunuz.*Bu tartışmaya tanık olsanız da olmasanız da... Bizimle birlikte tartışsanız da tartışmasanız da... Yarın size dönecek olan şey benim ilk kez başıma geliyor.Bu yüzden kendimi çok şanslı hissediyorum.Bir daha gelir mi?İnanın bilmiyorum.Ama zannetmiyorum...*Gerçi, ben hayatta herşeyi abartıyorum.Ama elimde değil.Okuduğum ve etkilendiğim bir kitap kendi türünde bu güne kadar okuduklarımın en iyisi, yaşadığım farklı bir tecrübe en müthişi, yaptığım bir söyleşi, konuştuğum bir kişi o güne kadar konuştuklarımın en acayibi...Sürekli bir şaşırma ve ‘‘Allah Allah dünyada neler oluyormuş!’’ halindeyim. Yani müthiş bir görgüsüzlük ve cehalet içindeyim. Ama çok umurumda değil, n'apıyim ben böyleyim.*Özellikle de bu konuda son derece ‘‘görmemiş’’ olduğumu kabul ediyorum.Ölümden söz ediyorum.Ama kendi ölümümden değil.Bir gün ondan söz edebilir miyim, fırsatım ya da cesaretim olur mu, onu da hiç bilmiyorum. Ama bildiğim insanların bu konudan söz etmekten dehşetle kaçındığı, hatta okumaktan bile rahatsız olduğu, ilk fırsatta ‘‘Ben almayayım, alana da mani olmayayım!’’ deyip ilk çıkıştan sıvışıp kaçtığı.Oysa benim görgüsüzlük ve cehaletimin sonu yok ki!Bir işe yaramasa da, bilmek istiyorum.Ama bazı konularda soru sormanın faydası yok!Çünkü öğrenmek istediklerinizi cevaplamaya niyeti, cesareti, kudreti olan yok. Dolayısıyla ben hayatın bir dolu alanında bir soru işareti gibi dolanıp duruyorum.Sevişmeyi sorarsınız...‘‘Güzel bir şey, zamanı gelince yaşarsın’’ diye kestirip atarlar, aslında kimse kimseye adam gibi anlatmaz. Dili varmaz, ya da beceremez kendine saklar bir türlü aktarmaz.Zamanı gelince yaşarsın...Ve ne olur: Şaşırıp kalırsın.Bunlar deli.Oysa anlatacak o kadar çok şey var ki!Doğumu sorarsın...Hala soruyorum.O kadar da doğurmuş kadın var etrafımda.Bugüne kadar adam gibi, kendimi yaşıyormuşum gibi hissedebileceğim, doğumhanede hayal edebileceğim bir tek doğum hikayesi dinlemedim.İlle de başıma gelince göreceğim.İyi de ben o zaman kadar ne halt edeceğim?*İşte bu yüzden Makbel Oytay'la yaptığım söyleşi benim açımdan önemli.Ayıp mı olur, sormamak mı lazım diye düşünmeden, ölüme dair gerçekten merak ettiğiniz ne varsa sorabiliyorsunuz. Bekleme sürecini, reddetmeyi, ‘‘son’’a dair hissedilen o müthiş paniği, bütün o sürecin bir insana öğrettiklerini, insan ruhunda olabilecek tüm o gelgitleri...11 operasyon, sayılmayacak kadar çok radyoterapi, kemoterapi geçirmiş, ölümle adam akıllı flört etmiş birinden söz ediyoruz. İki memesi da yok artık o kadının, kanser tüm bedenini kaplamış o kadının ama o haldeyken bile iki büyük aşk yaşamış ve siz ‘‘Allahaşkına memesiz nasıl sevişilir?’’ diyebiliyorsunuz.O da size cevap veriyor.Tüm o yanıtlarında, kah gülerken, kah hüzünlenirken bence çok önemli bir şey yapıyor; inanılmaz açık davranıyor.O farklı bir hayat tarifi yapıyor.Çoğumuzun yapamadığı şeyi bence beceriyor, gerçekten korkmadan yaşıyor.İşte bu yüzden onun yazdığı kitap çok değerli.Kitabında tüm bunları anlatıyor.Nasıl oluyor da oluyor...Ama Makbel...Hoş geldiiin ölüüüüm...Sefa geldiiin... Diyebiliyor.*Üstelik bunlara bilfiil yaşayarak anlatabiliyor.Yoksa teorik olarak herkes ne hissettiğini, neler hissedebileceğini tahmin edebilir. Edebilir ama gerçekliğin karşısında onların değeri nedir?Geçenlerde çok sevdiğim kanser tedavisi için bir süre yazılarımı okumaya zorunlu olarak ara veren Hamdi Özkan'dan bir mektup almıştım. Bir cümle vardı ki, beni oydu, içimi acıttı, ‘‘İnsanın en büyük sorunu ölümü beklemesiymiş’’ diyordu. Bir tarafta Hamdi Özkan'ın cümlesi, diğer tarafta Makbel Oytay'ın kapı gibi kitabı...Ve hepimizin başına gelebilecek, hatta gelen, ya da bir yakınımızın, tanıdığımızın başına gelmiş bir mesele bu. Mesele sadece kanser değil, mesela geri dönüşü olmayan bir yolda yürümek, ölümü beklemek, karşılamak.Demek istiyorum ki, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?Bana yazın.Faks (0212. 677.04.21) yollayın.Hep birlikte tartışalım.Birbirimizi anlamaya çalışalım, fikir alış verişinde bulunalım.Deneyimlerinizi, yaşadıklarınızı yazın.İnter-aktif olsun, iyi olsun.HAMİŞ: Ey televizyoncular! Talk-show'cu arkadaşlarım! Ana haber bülteni yöneticileri! Canım kardeşlerim, canımdan aziz meslektaşlarım. Alın size bir konu. Üstelik ciddi ve parlak bir konu. Alın size bir canlı yayın konuğu. Adam gibi konuşacak, kendisini ifade edebilecek biri. Türk halkına bu insanı tanıtın. Bir kanser hastasını. Hastalığını ve muhtemel bir ölümü son derece düzgün karşılayabilecek ve anlatabilecek birini. Herkese faydası olur, hastaya, sağlıklıya. İşte size telefon numarası: 0216. 348.61.98.