Hani ölenin ardından, "Ölüm, ona hiç yakışmadı" denir ya...
Aslında bana saçma gelir...
Sanki ölümün yakıştığı biri(leri) olabilirmiş gibi...
Şu var tabii:
Bazıları, yaratılışları gereği, diğerlerine göre daha "hayattır."
Yaşamak, fiilinin karşılığıdır onlar.
Herkesin ölmesi koyar.
Onlarınki daha çok koyar.
İşte Ufuk, onlardan biriydi...
* * *
Dünyayı umursamıyormuş gibi görünen ya da dışarıya öyle bir izlenim veren ama aslında son derece duyarlı insanların hastalığı kanser.
Ben öyle düşünüyorum.
Eşi Gaya’ya, kızı Su’ya, bütün ailesine ve sevenlerine büyük başsağlığı ve sabır diliyorum.
Ufuk Güldemir nasıl biri miydi?
İşte böyle biriydi...
* * *
Doktor size döndü ve "Kansersiniz, birkaç ay ömrünüz kaldı!" dedi. İlk tepkiniz neydi: a-) Demek, buraya kadarmış b-) Eyvah, daha yapacağım çok şey vardı c-) Vakit kaybetmeden hemen şunları şunları yapmalıyım d-) Çok saçma, ben ölemem e-) Neden ben f-) Mutlaka bir yanlışlık vardır...
- Bunların istisnasız tümü, aklımdan geçti. Hem ilk anda, hem de takip eden günlerde... Artan ve eksilen dozlarda... Ama esas olarak hissettiğim boğazımdaki yumruktu... Haftalarca, boğazımda bir yumrukla gezdim... Benim gibi yaşamı boyunca yaradılışın konvansiyonel açıklamalarını sorgulamış insanların yaşamlarında 3 evre oluyor:
1-) Ölümsüzmüşçesine yaşamak.
2-) Ölümlülükle travmatik tanışma.
3-) Ölümle tanışma... Okuduğum kitaplar, üçüncü evrenin sadece 2 ya da 3 gün sürdüğünü anlatıyor. Bu kısacık evrede, insan eşik atlıyor. En yüksek algılama ve bağışlama mertebesine çıkıyor. Ben çok kısa bir ömrüm kaldığı söylendiğinde, ikinci evre ile tanıştım. Üçüncü evreyi de çok merak ediyorum. Bu da normal. Gazeteci nedir ki, ölümü merak edip sorgulamıyorsa...
"Ölmeye hazır olmak" diye bir şey var mı sizce?
- İkinci evre bu zaten. Ölümle travmatik tanışma, ölümlü olduğunu kavrama... Çok kolay değil... Teşhis konulana kadar, sevmediklerimle konuşmak istemiyordum. Teşhisten sonra da, sevdiklerimle konuşmak istemedim... Her konuşma bir ıstıraptı...
Peki şimdi durum ne? Ölümden hálá korkuyor musunuz?
- Ben ahreti, bu dünyada yaşadığımıza inanırım. Öleceğim diye dindar olmadım, olmam... Son dört ayda da korkmadım, büyüdüm...
İnsanın "son"unu bilmesi, aynı anda ona tuhaf bir rahatlama veriyor mu? Rüyadan uyanacağını bilmek gibi mi?
- Kesinlikle veriyor. Şimdi söyleyeceklerimin bir rasyonalizasyon olduğunu biliyorum. Ama yine de samimi hissim şu: Ben, ne zaman öleceğini bilen şanslı insanlardan biri olarak kabullendim kendimi... Mesela sen, şanssız bir kulsun... Ne zaman öleceğini bilmiyorsun. Oysa, ben biliyorum. Hazırlıklarımı ona yaptım. Hayatta her şeyi mücadeleyle kazandım. Ölümü de böyle karşılayacağım. Ne zaman karar verirsem o zaman öleceğim...
İnançlı olsaydınız, her şey daha mı kolay olurdu?
- İnançlarım, prensiplerim ve itikatlarım çok kuvvetli de... Bunlar, sıradan kulların anlayabileceği şeyler değil...
İsyan hiç mi yoktu: "Her şey başka türlü gelişmeliydi... Ben kanser olmamalıydım!" gibi...
- Oluyor tabii... İnançlı insanlar, sanırım bu devreyi daha kolay geçiriyor. Benim gibi pozitif bilimlere inananlar içinse, daha zor... Saygı duyduğum bir medya büyüğüm, "Bu hastalık Ufuk’a hiç yakışmıyor!" demiş. Ben de öyle düşünüyordum. Ama sonra, kanserimle yaşamayı öğrendim... Bakalım, hayat neler gösterecek...
(Ölümünden 8 ay 2 gün önce yapılan röportaj)
HAMİŞ:
Deniyor ki, "Ufuk, kansere yenik düştü..." Hayır efendim, öyle değil! Ufuk, kansere yenik menik düşmedi. Yani birileri yeniyor da, Ufuk Güldemir yenemedi, başa çıkamadı, alt edemedi diye bir şey yok. Bazı kanser türlerinde, kanseri yenmenin yolu yok...