Kamer Genç de onlardan biriydi. Loft’ta buluştuk, çok kolay bir kişiliği var, rahat ve eğlenceli. Üstelik şaşırtıcı. O özgüvene makul bir sebep ararken anlattıkları, o inanılmaz yoksulluk seviyesi, beni şaşırttı. İşte o zaman herkes tarafından ilginç bulunan davranışlarına anlam verebildim...
Bizimle dalga mı geçiyorsunuz?- Bu sizin düşünceniz. Doğal halim bu, kimseyle dalga geçtiğim filan yok.
Hayatı tiye alan biri misiniz?- Evet. Çünkü hayatım çok zorluklarla, meşakkatli geçti. Şimdi de kendimi ıstıraplardan, üzüntülerden soyutlayarak yaşamaya çalışıyorum. Bedbinlikten kaçmaya, iyimser olmaya gayret ediyorum.
Burcunuz nedir?- Balık.
Aaa duygusalsınız...- E tabii duygusalım, etrafımda olan bitenden çok etkileniyorum...
Burnunuzu çekip duruyorsunuz, acı yiyince böyle mi oluyor?- Evet.
Peki gerçekten komplekssiz bir adam mısınız? Öyle mi göstermeye çalışıyorsunuz?- Yok, gerçekten komplekssizim. Ya da olabildiğince az kompleksim var diyelim. Çünkü hayatta bütün sıkıntıları yaşamış, aşmış bir insanım. Geçmişimde büyük sefalet var.
Ne kadar büyük bir sefaletten söz ediyoruz....- Öyle böyle değil. Anlatsam, anlamayacağınız ölçüde sefalet. Küçücüktüm inşaatlarda amelelik yaptım. Köyümüz, Ramazan köyü, ilçeye 15 kilometre uzaktaydı, sırtımda meşe odunu taşıdım, getirdim sattım. 25 kuruşa. Şimdi gerçek dışı, sanki masal gibi duruyor ama yaşarken çok ağırdı.
Sizinki İbrahim Tatlıses’inki gibi bir hikaye mi?- Beter. Geçmişim yani. Başlangıç noktam sıfırın altında. Babam İstanbul’da bir tuğla fabrikasında işçiydi. Kışın çalışıyor, yazın kazandığını bize getiriyordu. Sadece birkaç çuval un alabiliyorduk, o kadar. Kuru ekmek yiyorduk. Bayağı kuru ekmek. Onu bulamayınca da arpa yiyorduk. Köyde tek göz evde yaşıyorduk.
Kaç kardeş?- Dört erkek kardeş. Biri 12 yaşında kızamıktan öldü. Ötekilerle devam ettik hayat mücadelesine. Sonra biri daha vefat etti. İki kaldık.
Peki nasıl oldu da siz bu kadar savaşçı çıktınız?- Hayat öyle gerektirdi. Öyle şeylerle karşılaştık ki, mücadeleci olduk.
O kadar yokluk içinden buraya kadar yükselmeyi nasıl başardınız?- Okuyarak. Ben öyle yırttım. Babamın beni okutmaya hiç niyeti yoktu, ama ısrar ettim. Çünkü açlığın ne anlama geldiğini biliyordum. Açlıktan gözümün döndüğünü biliyorum, daha ne diyeyim? Dört elle okula sarıldım, 1957’de maliye mektebinde yatılı okudum. Koca bir seneyi 25 lirayla idare ettim, yol masrafları dahil. O yoksulluk insanın davranışlarını belirliyor tabii: Tutumlu biri oldum. 1960’ta yedek subay öğretmen olunca, 230 lira aylık maaş alıyordum. Ve kendimi zengin oldum zannettim, çünkü bir senede 1500 lira biriktirdim. Geçmişimdeki yoksulluk beni tasarrufa yöneltti.
Şimdi de öyle misiniz?- Evet, o seviyede değilse bile, yine de tutumlu biriyim. Fazla para harcamam, kıyamam. Bir tek geziye. Onun dışında çok tutumluyum.
Başlangıç noktanızdan bu yana ne kadar yol aldınız?- Ooooooo tarif edemem. Yeteri kadar anlatamadım herhalde. 8 yaşına kadar ayakkabı görmedim. Uzun entari giyiyordum, altında çarık yoktu. Çıplak ayakla okula giderdim. 15 kilometre! Yoldaki taşların sıcaklığını ya da soğukluğunu hálá ayağımın altında hissederim. Bilmeyenlere fantezi gibi gelebilir ama o kıtlığı yaşadık, çok acımasız zamanlardı. Yokluk içinde çocuk gördüğüm zaman içim parçalanır.
O yüzden mi size çok oy veriyorlar?- Yok canım, ben bunları kimseye anlatmam ki...
Peki bu kadar yoksulken maliye meslek lisesine gidebildiniz?- Ortaokulda üç yıl üst üste iftihara geçtim ve burs kazandım. Ne var ki Ankara’ya, okula gidecek param yoktu. Annem de "Boş ver okumayı, amelelik yap hayatımı kurtar" diyordu. Zaten babam da annemin üzerine ikinci evliliğini yaptı. Annem evden gitti, tutacak bir tek dalım kalmadı. Tesadüfen iki avukat yol paramı verdi. O parayla tren bileti aldım, Ankara’ya gittim, yatılı okudum. Yazları inşaatlarda amelelik yaparak harçlığımı çıkardım.
Türk filmi gibi hayatınız...- Öyle, öyle. Üç senede maliye mektebini bitirdim. Sonra hariçten lise farkını verdim. Sonra İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’ne girdim, ondan sonra yedek subay öğretmenliğe gittim. Sonra vergi denetmeni oldum, Bingöl’e kontrol memurluğuna gittim...
Bunlar size kader gibi geliyor mu?- Kader tabii. Bütün bu mücadele sırasında en ufak bir terslik olsaydı, şimdi buralarda değildim. Şanslar, tesadüfler diyelim, bir güç elimden tuttu. Tam o sırada Danıştay bir imtihan açtı, akademi mezunlarından bir tek ben kazandım. 1966’dan 1980’e kadar Danıştay Tetkik Hakimliği yaptım. Sonra Fransa’ya gittim, orada da bir enstitüyü bitirdim. Fransa Danıştay’ında da bir staj yaptım, tez hazırladım, 2-3 de kitap. 1980’de Danışma Meclisi üyesi oldum, oradan da siyasete atıldım.
Yani şimdi bunca şey yaşadıktan sonra her şeyi aştığınızı mı söylüyorsunuz?- Evet öyle söylüyorum. Kimin ne söylediği, hakkımda ne düşündüğü beni hiç ilgilendirmiyor. Bir insanın bir hayata sığdırabileceği en büyük fakirlikleri, acıları, sıkıntıları, yalnızlıkları yaşamışım. Kaybedecek bir şeyim yok. Kazandıklarımı da kendi gücümle, kimseden yardım almadan yaptım ve hayatta çok büyük mesafeler aldım.
Artık sizi yaralayacak mermi kalmadı mı, hiçbir şey size koymaz mı?- Sizi üzmek istemem ama koymaz.
BAHÇELİ’NİN BEYANATI HOŞUMA GİTMEDİTürk-Kürt ayrımı diye bir şey yok. Hepimiz bu ülkenin vatandaşıyız. Devlet Bahçeli’nin bugünkü beyanatı hoşuma gitmedi. Biz ellerini sıktık ama öteki elleriyle Mehmetçiği öldürmesinler diyor. Tahrik edici. Mümkün olduğu kadar herkesin tahrik edici beyanatlardan kaçınması lazım.
Genel başkanların değil halkın kölesiyim
Lütfen kızmayım ama insanların gözündeki görüntünüzü söyleyeyim: Rahat, gevşek, vurdumduymaz, her şeye maydanoz, laubali, beyni ile dili arasındaki mesafe kısa, şovmen... Bunlar doğru mu? Hakkınızda böyle konuşuluyor diye sıkılıyor musunuz? Üzülüyor musunuz?- Şovmen ve laubaliyi kabul etmiyorum. Ama doğru, rahat insanım. Yokluktan geldiğim için kaybedeceğim, korkacağım bir şey yok. Ne olur? En kötüsü sıkışırsam yeniden amelelik yaparım. Kimsenin karşısında ne ezilirim ne de başka bir şey. Makam için kimsenin elini öpmem. İstediğimi de söylerim. Kimseden çekinmem. Vurdumduymaz değilim ama kimseye verecek bir hesabım da yok.
Bazen insanlar imajlarını düşünür. Her hareketlerine dikkat ederler, sizin öyle bir derdiniz yok...- Yok, evet yok. Ben nasılsam öyleyim. Zaten o beni nasıl tanımak istiyorsa öyle tanıyacak, yapabilecek bir şeyim yok ki.
Bu arada tebrikler, yeniden seçildiniz. Bu nasıl oluyor? Aşiretiniz mi var, yoksa çok mu seviliyorsunuz?- Tunceli’de hizmet etmediğim, yardımına koşmadığım, sorunuyla ilgilenmediğim çok az insan vardır.
Türk siyasetçi prototipini değiştirdiğinize inanıyor musunuz?- Evet inanıyorum. Türkiye’de siyasetçi imajı şu: Genel başkanın kölesi olursan senden alası yok. Oysa, milletvekilinin halkın kölesi olması lazım. Bizim orada her türlü örgüt var: Dev Yol, Dev Sol, PKK. Bu şartlarda önce Sosyal Demokrat olarak, sonra Doğru Yol Partisi’nden, sonra da bağımsız olarak milletvekili seçildim. Demek ki seviliyorum.
Renkli, farklı, cesur, pervasız, biraz da şuursuz...- Şuursuzluğu kabul etmiyorum. Olsaydım şimdiye kadar bir yerlere toslamış olurdum. Hálá devam edebildiğime göre her adımı hesaplayarak atıyorum.
Ne kadar dürüstsünüz?- Bence dürüstlüğümde sorun yok. Ama bazen vatandaş yalan söylemeye zorluyor.
Nasıl yani?- Olması imkansız bir şey istiyor mesela.
Ne gibi?- Oğlumu şuraya tayin ettir. Mümkün değil diyorum. Israr ediyor, Allah’ını seversen, ölümü gör, diyor. Peki elimden geleni yaparım diyorum mecburen. Yalan tabii. Ama demesem yanmışım.
Vatandaşa mecburen söylüyorsunuz. Peki karınıza söylediğiniz oluyor mu?- Kesinlikle hayır. Önümüzdeki sene 40’ıncı evlilik yıldönümümüzü kutlayacağız. Buraya kadar yalansız dolansız geldik.
Nasıl bir şey 40 yıl aynı kadınla evli olmak?- Bir vücudun parçaları gibi oluyorsunuz. Ufak tefek kırgınlıkları hoş görüyorsunuz, size kızsa bile nasıl olsa kendimi affettiririm, diyorsunuz.
40. yılda özel bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?- Hanımı seyahate götüreceğim. Paris’i gördü. İnşallah Londra’ya...
SOKAKTA KARIMLA YÜRÜRKEN LAF ATIYORLAROğlunuzun Oran Sitesi’ndeki evinden çıkarken aklınıza başka yalan gelmedi mi?- Esas yalan söyleyen sizlersiniz. Orada doğruyu söyledim. Oğlumun evi ayrı...
Peki çiçekleri niye siz suluyorsunuz?- Çiçekleri var çocuğun. Benim evimde de var. Sizin evde yok mu?
İyi de çiçeklerimi babam sulamıyor...- Bir yere seyahate gittiğiniz zaman babanız gelip sulamıyor mu?
Hayır.- Olmaz böyle şey. Yalan söylüyorsun. Kim suluyor onları...
Babam Adana’da yaşıyor. Leman suluyor.- E tamam işte, biri suluyor yani. Hanım ile oğlum yurtdışında, anahtar da bende... Oğlumun evindeki çiçeklere su dökmüşüm. Yalan yok. Bu lafı mecazi manaya çeken basın.
Şu anda yüzünüzde yalan söylüyormuş gibi bir ifade var...- Kesinlikle yalan söylemiyorum. Bunu, önümü kesmek için yaptılar.
Bunca yıldır sürekli ayağınıza dolanıyor bu çiçek sulama meselesi değil mi?- Dolanıyor ama ne yapayım yani. Geçen gün hanımla birlikte sokakta yürürken laf atıyorlar: Yine bir çiçek bulmuş suluyor!
Hanım ne diyor?- Ne desin kadıncağız?
Ama o dansöz hanım, var diyor...- Asıl o yalan söylüyor, zaten mahkemeye verdim.
Bir tarafıyla da bu çiçek sulama deyimi, bir çapkınlık sloganı haline geldi. Bu sizi üzüyor mu?- Yoo, niye üzsün. Terminolojiye ister istemez yeni bir deyiş kazandırdık. Atasözü gibi bir şey oldu. Hem erkekler hem kadınlar çapkınlığa giderken, çiçek sulamaya gidiyoruz diyorlar. Hatta bazen sokaktan geçerken "Bizim çiçekleri de sular mısınız?" diyorlar. Susup kalıyorum, ne yapayım yani.
Peki gerçekten çapkınlık yapmıyor musunuz?- Hanımefendi, benim öyle bir hakkım yok ki. Şansım da. Her yerde gözetleniyoruz.