Modern bir dervişin müthiş öyküsü! Museviydi, sufi oldu

Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar ve Âşıklar Kahvehanesi’nde tanıştık.

Haberin Devamı

Elini uzattı, “Ben Musa Dede” dedi. İsim tanıdık geldi. Birden jeton düştü. “Nasıl yani?” dedim, “Siz bizim gazetede yazan Musa Dede misiniz?” Gülümsedi. Ben inanamadım. Musa Dede’yi yaşlı bir adam zannediyordum! Kimse bana bu kadar yakışıklı olduğunu da söylememişti. Bunu da ona direkt söyledim, kötü şeyleri de iyi şeyleri de içimde tutmam ben. Yine gülümsedi. Sonra o güzelim kahvehanede uzun bir sohbete daldık. Musa Dede’nin ‘Gölgenin Hakikati’ adlı kitabı Tuti Kitap’tan çıktı. Bu röportajı da o vesileyle yaptım. Beni etkileyen biri oldu, ondan bir sürü şey öğrendim. Cumaları Balat’taki Derviş Baba Kahvehanesi’nde tasavvuf dersleri veriyormuş, bir gün mutlaka gideceğim...

 


- İlginç bir hayat hikâyen var. Lari kim, Musa kim, Fakir kim?
- Hepsi benim! Lari olarak dünyaya geldim, sonra kendi isteğimle Musa oldum. Fakir’e gelince, insanın, Allah karşısında acziyetini bilmesinin bir ifadesi. Bunun bir itirafı...

 

Haberin Devamı


- Ooo sen hızlı girdin! Dur başa alalım... Sen Musevi olarak doğdun, sonra sufi Musa Dede oldun. Bu ne kadar uzun bir yolculuktu ve ne zaman başladı?
- Aslında bu hep varmış ama o zaman bilmiyormuşum. Bir yerde, bütün bunlar anlamlandı. Ustamı tanıdığım an başladı. Ama sen hikâyeyi en başından dinlemek istiyorsun değil mi?

 

Modern bir dervişin müthiş öyküsü Museviydi, sufi oldu

 


- Evet...
- Musevi bir ailede dünyaya geldim. Baba tarafım Seferad Yahudisi, anne tarafım Gürcü. Musevi geleneklerine göre yetiştirildim. Dedem, bizim bugün İslam felsefesinde veya sufilerin jargonunda ‘evliya’ dediğimize denk gelen bir Musevi âlimi. Gürcistan Kutaysi’de adına yapılmış bir sinagog var. Ordaki tek sinagog zaten...

 


- Kardeş?
- Var. İzzet. Aslında İsrail. Ama Türkiye’de İsrail ismi biraz tepki çekebilecek bir isim olduğu için bir dönem öyle bir gelenek oluşmuş. Benzer Türk isimleri alınmış. Ama sinegogdaki törenler sırasında o dini isimler kullanılır. Benim de o kökendeki dini ismim Elizar. ‘Allah’ın yardımı’ demek. Yani Allah’ın yardımıyla bir yere kadar gelmiş oldum. Ondan sonra ustamdan Musa Dede ismini aldım. Ama sen, daha çok ayrıntı istiyorsun değil mi?

 

Haberin Devamı


- Evet...
- Lari, göbek adım. Bir de pop bir isim takmak istemişler. Orta halin üzerinde bir aile. Pek dindar değil. Babam dış ticaretle uğraşıyordu, demir çelik tüccarıydı, annem ev kadını. Anneannemin bende emeği çoktur. Bak, o dindardı mesela. Ama dindarlığı, yobaz bir dindarlık değildi. Benim tanıdığım ilk sufi meşrep kadın anneannemdi.

 


- ‘Sufi meşrep kadın’ ne demek?
- ‘Sufi’, bir etiket olarak var, bir ekol yani, belli bir okulun içindesin. Orada belli öğretileri alıyorsun. Bir de meşrep var, yani insanın karakteri. Bir etiket sahibi sufiler var, bir de o karakterde insanlar... İşte anneannem onlardandı. Sufilik nedir? Hizmet etmektir, şikâyet etmemektir, o da öyleydi. ‘Derviş’ mesela, ‘kapı eşiği’ demek. Kapı eşiği gibi hiç söylenmeden hizmet etmek. Üstüne üstlük basarlar kapı eşiğine, anneannem işte öyle şahane bir kadındı...

 

Haberin Devamı


- Şişli Terakki ve Saint Michel yılları nasıl geçti?
- Kendini göstermeye hevesli, haylaz bir çocuktum. Saint Michel’de lakabım, ‘meşhur Lari’ydi. Eğlenceli bir tiptim. Popülerdim. O popülerlik hoşuma gidiyordu, bana bir miktar kibir olarak geri dönüşü oldu tabii. Kadın-erkek arasındaki çekim ve cazibeyi de fark etmiştim...

 

Modern bir dervişin müthiş öyküsü Museviydi, sufi oldu

 


- Zıvanadan çıktın yani...
- Evet. İsyankârdım. Üzerime giydirilen kalıpları kabul etmeyen biri oldum hep.

 


Nefsine isyankâr olsana!

 


- Bunun iyi bir şey olduğunu öğrettiler bize...
- Ben de iyi bir şey olduğunu tasavvufla beraber fark ettim. Çünkü tasavvuf yolunda içimdeki ilk adım, “Kusur gören gözleri kör etmek” oldu. Yani her şeyin içindeki hayrı görmeye çalışmak. Ama bir yandan da nefis terbiyesi lazım. E ben isyankâr bir adamım. “Bunun neresinde hayır bulacağız?” diye düşündüm. Sonra “Ulan Musa” dedim, “Nefsine isyankâr olsana! O zaman bu isyankârlığını faydalı bir şekilde kullanabilirsin.”

 

Haberin Devamı


- Dur hemen tasavvufa girme... 18 yaşındasın, popülersin, geleceğe dair hayallerin ne? Ne olmak istiyorsun?
- Hayal mayal yok. Hiçbir şey umurumda değil. Güleyim, eğleneyim, hayatımı yaşayayım tırnak içinde. Benim için o zaman hayat, eğlenmek, dolaşmak, gezmek. Ama demek ki nefsime yenik düştüğüm için, olmam gerekenden başka bir yere savrulmuşum. O yerde, kibrin de getirdiği insanın kendini putlaştırmaya başlaması var. Tanrı gibi zannediyorsun kendini. Her şey çok güzel çünkü! Gülüyorsun, eğleniyorsun, sosyal hayatın süper. Ufak tefek dertler de var ama aldırmıyorsun. İşte öyle bir zamanda sıkı bir şamar yedim!

 


- Ne oldu?
- Bir kaza oldu. Sevgilim yanımdaydı. Arabayı ben kullanıyordum, basiretim bağlandı. Allah rahmet eylesin, sevgilim öldü yani. 18 yaşındayım, o da 17.

 

Haberin Devamı


- İçkili miydiniz?
- Yok hayır. Sağdan bir araba sıkıştırdı, bir sürü şey bir araya geldi. Ben de yeteri kadar iyi bir otomobil sürücüsü değildim. Bir şekilde o kaza oldu. Kendime geldiğimde, baktım sevgilim kanlar içinde, onu çıkardım. Bir araba çevirdim, o arada bayılmışım. Birkaç gün hastanede kaldı ama ömrü vefa etmedi. İşte o kaza, benim için bir kırılma noktası oldu.

 


- “Keşke ben ölseydim de o ölmeseydi” dedin mi?
- Demez miyim? Ben de öldüm o kazada, sevgilimle birlikte. Hayat anlamsızlaştı. Varoluş saçma geldi. “Niye yaşıyoruz? Niye buradayız? Ben kimim?” demeye başladım. Ve yeniden bir savrulma dönemine girdim.

 


- Kızın ailesi ne yaptı?
- Bana dava açtı. Bir kaza olduğunu kabullenmek istemediler. Korkunç bir iki yıldan sonra dava bitti, suçum para cezasına çevrildi. Ve ben bu ülkeden gittim, 20 yaşında ver elini İsrail. Param yoktu. Kibbutz’larda çalışmaya başladım. İşçi olarak. Hayvanlarla çalıştım uzun süre, inek uzmanıyım ben. Onlarca inek doğurttum. Bana 1500 hayvanlık bir çiftlik ver, yönetebilirim. Çölde çalıştım, domates yetiştirdim. Avokado tarlalarında ırgatlık yaptım.

 

Modern bir dervişin müthiş öyküsü Museviydi, sufi oldu

 


Öldüren de yaşatan da Allah!

 


- Bunlar hep kendini bulmak için mi?
- Evet. “Ben kimim?” sorusunun cevabını arıyordum. Musevi mistisizmi ve Kabala’yla tanıştım. Kudüs’te, Ağlama Duvarı’nda ilk büyük manevi deneyimimi yaşadım, bir vizyon gördüm.

 


- Nasıl yani?
- O özel bir şey, anlatmak istemiyorum. Buna tasavvufta ‘yakaza’ diyorlar. Gözlerin açık ve bilincin yerindeyken rüya görmek gibi bir şey. O gördüğüm vizyondan sonra, manevi yolda ilerlemem gerektiğine inandım. Fakat sevgilimin ölümünden sonra, yaşam benim için önemini kaybetmişti. “Hiçbir şey benim elimde değil!” diyordum, “Öldüren de yaşatan da Allah!” Dolayısıyla pek çok tehlikenin içine attım kendimi. Şu an hayatta olmam mucize gibi bir şey. Savaşın olduğu yıllardı. Herkes sığınaklara kaçarken ben binaların en tepesine çıkıyordum. Füzeleri seyredip, sigara içiyordum. Öyle bir kafadaydım. Sonra tekrar Türkiye... Annemle babam kandırdı beni. Babam “Askerlik” dedi, “Üniversite” dedi. Ve tekrar burada bir hayat başladı benim için. 23’tüm.

 


- Aynı zamanda müzisyensin, öyle mi?
- Evet, o hep bir yandan devam ediyor. Ritm ve perküsyon. Emirgân’da güzel bahçeli bir evde yaşıyorum, Koç Grubu’nda işe girmişim, İbranice bilen birini aradıkları için beni transfer ettiler. Ortadoğu sorumlusuyum, seyahatler ediyorum, iyi para kazanıyorum. Ve işim olmadığı zaman partiliyorum. Meditasyona da başladım o dönem, bohem bir hayat yaşıyorum.

 


- Sonra?
- Sonra “Müzisyen olacağım!” dedim. İşi gücü bıraktım, müziğe sardırdım. Başarılı da oldum bir şekilde. ‘Maftirim’ diye bir çalışma yaptım, ilk defa orada sufileri ve Musevi mistikleri bir araya getirip 14. yüzyıldan günümüze gelen kaybolmuş bir geleneği canlandırdım. Ondan sonra Çingenelerle çalıştım, rahmetli Selim Sesler’le bir albümümüz var. Sezen Aksu’yla çalıştım, Erkan Oğur’la çalıştım. Pop camiasından bir sürü insana eşlik ettim. Bir yandan partiliyorum ama öyle böyle değil, üç gün sürüyor partilerimiz, bir yandan da meditasyon yapıyorum. Yani hem kendimi kirletiyorum hem de bir yandan temizliyorum.

 


- Eeee?
- E’si patinaj yapmaya başladım. Bir yandan kendimden ve hayat tarzımdan şikâyetçiyim, bir yandan hiçbir şeyi değiştiremiyorum. Dua ettim, “Allahım benim karşıma bir usta çıkar!” diye. Ama adını koymadım, sufi, Hindu, Şaman ne olabileceği hakkında hiçbir bilgim yok.

 


- Neden insan bir ustaya ihtiyaç duyar? Kendi başına halledemez mi?
- Çünkü kendi kendime becerememişim işte, bir yol arıyorum, bir ışık arıyorum. O sırada bir Hintli grup, İstanbul’a geldi, sufileri tanımak istiyorlarmış. Hem partilediğim hem de meditasyon yaptığım arkadaş grubum onlara bir sufi usta buluyor. O da, “Evladım ben yaşlıyım. Genç bir usta var. Sizi menzile o götürür!” diye bir adres gösteriyor. Bizimkiler oraya gidiyor. Bir zikir yapılıyor orada. Bizim parti ve meditasyon grubuna bu çok ilginç geliyor. Usta da, “İstediğiniz zaman buraya gelebilirsiniz” deyince bizimkiler gidip gelmeye başlıyorlar.

 


- Sen?
- İşte sorun bu. Benden gizliyorlar. Yahudiyim ya, tasavvuf da İslam’ın özü bir öğreti ya, bana uymaz diye düşünüyorlar. Ama usta “Sizi kim tanıştırdı?” diye soruyor gruba, “Lari” diyorlar. “Onunla da tanışmak isterim” diyor. Uzun lafın kısası beni aldılar, ustaya götürdüler...

 


Ruhun yaşı olmaz


- Bu tanışma bir tesadüf müydü?
- Tesadüfe inanmıyorum. ‘Tevâfuk’ diyoruz biz. Yani olması gereken bir şeydi. Ama o olması gereken şey olduğunda, o kapı önüne açıldığında, senin de o adımı atman gerekiyor. Yani kendi gayretini ortaya koyman...

 


- Usta nasıl biri çıktı?
- Senin beni tanıdığında şaşırdığın gibi, ben de ustamı görünce şaşırdım. Benden sadece birkaç yaş büyüktü. Ama çok acayip bir şey oldu. Aklım devreye girmeden çok şükür gönlüm devreye girdi. “A dost!” dedi. Bunu aklım da duydu. Sonra “Ben” dedi. Kendimi gördüm ben ustamda. Usta, hakikatini gösteren bir aynadır. Aramızda hemen bir güven ve sevgi muhabbeti oldu.

 


- O zaman biz yanlış biliyoruz: “Ustalar yaşlıdır, beyaz giyerler, sakallı olurlar.”
- Evet bunlar önyargı. Ruhun yaşı olmaz.

 


- Ruh, sabit yaşta mı duruyor?
- Ruh, zamana ve mekâna tabi değil. İnsan, kendini nefsi zannediyor. Kitaptaki, ‘Gölgenin Hakikati’ndeki ‘gölge’ bu işte, bizim nefsimiz. Halbuki hakikatimiz, ruhumuz. Biz, kendimizi, ruhumuzla özdeşleştirdiğimiz zaman, hakikatimize ermiş oluyoruz. Yani gölgeden geçip, hakikatimize ermek bizim aslında fıtratımızda var.

 


- Peki usta bunu yapabildiği için mi usta? Ustanın nefsi yok mu?
- Usta, nefsini terbiye etmiş kişi.

 


- Usta da senden öğreniyor mu, yoksa öğrenen sadece sen misin?
- Ustam demişti ki bana, “Evladım, ben kabul ettiğim her yeni öğrenciyle yeniden doğuyorum!” O da belki her yeni öğrencisiyle farklı bir tarafını keşfediyor.

 


Görünmez diplomalar veriliyor

 


- Eğitim ne kadar sürdü?
- Bu eğitim hâlâ devam ediyor. Bitecek bir şey de değil...

 


- Bu payeyi veren kim? Neden o, ‘usta’ oluyor?
- Bu payeyi ilk başta Hazreti Allah veriyor. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” diyor, bir Kuran ayetidir bu, Âdem’i yaratıyor. Hazreti Âdem’den Hazreti Muhammed Efendimiz’e kadar bu peygamberler silsile olarak devam ediyor. Evet, peygamberlik bitti ama Allah’ın veli kulları var. Veli, dost demek. Benim için ustam, her şeyden önce bir dost. İşte o Allah’ın dost kulları kıyamete kadar olacaklar. Ve bu, bir düzene bağlı. Bu düzen de, bir ustanın, öğrencisinin, ustalık yapabilmesi için önünü açması şeklinde gerçekleşiyor.

 


- Yani insanlara görünmez diplomalar mı veriliyor?
- Evet, görünmez diplomalar da veriliyor, görünür diplomalar da. Görünür diploma, icazet. Tasavvuf yolunda bir usta, bir öğrencisini yetiştirip artık ustalık yapabileceğini düşünürse, icazet belgesi verir, o da başkasını yetiştirir.

 


- Hızlandırılmış bir tasavvuf dersi gibi oldu. Peki sonra ustan sana Ali Denizci’yle birlikte “Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar ve Âşıklar Kahvehanesi’ni kurun ve ihtiyacı olan herkese yardım mı edin” mi dedi?
- Biz esasında kendimiz talip olduk. Bir yemekteydik, hepimiz dua ettik. Ben bunu diledim. “Bir mekânımız olsun, insanlara hizmet edelim.” Ali de bir başka paralelden aynı dileği dilemiş. O da Balat’ta sokakta delileri görüyor, onların odunla kovalandığına tanık oluyor. Diyor ki, “Keşke bunlara yardım edebileceğimiz bir yer olsa!” Ustamız ikimizi bir araya koydu, “Böyle bir yer açın!” dedi. Onun hep bize öğrettiği, şikâyet etmemek, şikâyet edeceğine çözüm üretmek. Çözümü, kahvehaneyi açarak ürettik. Allah’ın veli kulları, bir taşla, bir sürü kuş vuruyor. Biz hem insanlara hizmet ediyoruz hem de kendimize. Ali’yle bir taraftan çok zıt karakterleriz. Bu yolun da hedefi, tevhide ulaşmak. Yani birliği idrak etmek. Aslında her şey bir. Biz sadece gölgemizden, yani nefsimizden dolayı bunu idrak edemiyoruz. O birlik de, zıddındaki şeyi bile kucaklayabilmekten geçiyor. Paslı çiviler için bir alet vardır, içine atarsın, yanda da kolu vardır, çevirirsin. Çiviler, birbirine sürte sürte pasını dökerler. Biz de Ali’yle birbirimizin pasını döktük.

 


- Sen peki din değiştirdin mi? Musevi Lari, sufi olunca Müslüman mı oldu?
- Din değiştirme dışarıdan görünen şey, ben din değiştirmedim, dinin hakikatini idrak ettim.


Maalesef İslam’ı iyi anlatamadık


- E buralar, bana biraz ağır geldi! Ne demek istiyorsun: İslam her şeyi kapsıyor mu?
- İslam, dinin adı. Hazreti Musa’dan, İbrahim’den, Âdem’den bu yana gelen İslam dışında bir peygamber yok. Farklı şeriatlar var. Musa’nın şeriatına tabi olabilirsin, İsa’nın şeriatına tabi olabilirsin. Yani Allah bir, dini de bir. Bu bir süreç. Bu sürecin farklı evrelerini insanlar isimlendirmişler.

 


- Yani bütün dinleri İslam olarak alıyorsun?
- Bütün dinler yok ki. Dinin adı var. Dinin adı da İslâm.

 


- Bir Hıristiyan, “Hadi canım oradan!” demez mi ya da bir Musevi? O, kendini ayrı bir dine mensup olarak kabul etmiyor mu?
- Sorun da bu. Biz maalesef İslam’ı iyi anlatamadık. Ben de yanılgılara kapılmıştım. İslam’ın gerçekte ne olduğunu öğrenince idrak ettim. Sen bebektin, çocuktun, gençtin, yaşlanıyorsun diyelim. Hepsi Ayşe değil mi? Dinin de bebeklik hali Allah’a yönelme. Sonra Allah korkusu. Ondan sonra o korkunun saygıya evrilmesi. Saygının sevgiye evrilmesi. Sevginin aşka evrilmesi. Bu, bir süreç. Ama bu süreç genişleyerek olan bir süreç. Sıçrayarak değil. Dolayısıyla her sonraki evre, öncekini içinde barındırıyor.

 

 

BAŞIMIZA GELENLER YA ÖDÜL YA CEZA YA SINAV


İnsanın başına bir şeyler ödül olarak gelebilir, ceza olarak gelebilir, sınav olarak gelebilir. Ben ‘öylesine’liğe inanmıyorum. Bir üst akıl olduğuna inanıyorum. Evreni, aklıyla ve bilinciyle yöneten ve her zerresinin farkında olan bir aklın varlığına inanıyorum. Bunun da vesileleri var. Bizler, birbirimize vesileleriz...

 


KELLE KESENLER ÇAKMA LACOSTE GİBİ


Dünya, İslam’ın ne olduğu problematiği yaşıyor. Kafa kesen adamlar kendilerine Müslüman diyor. Halbuki onlar çakma Lacoste gibi. İşin hakikati bu değil. İşin hakikatini anlamayıp bunu siyasallaştırıp, kendi nefislerini arzularına kılıf olarak uydurmaya çalışan insanlar var.

 

 Sahibin zaten belli teslim olmayacaksın ne olacak?

 

- Ustalar bize ayna oluyorlar, peki biz birbirimize ayna olamaz mıyız?
- Yok. Biz lunapark aynası gibi gösteriyoruz. Aynayı ayna yapan şeye ‘sır’ diyorlar ya, usta, onu o kadar temizlemiş ki sana hakikati gösterebiliyor, yamuk yumuk olmadan. Sen de onu görünce tanıyorsun. O, özlediğin, olmak istediğin şey zaten. Hakikate âşığız biz aslında. Sıkıntılarımız da bundan kaynaklanıyor, ondan uzak düşmekten. Onu görünce hatırlıyorsun. Hatırlayınca, “Eyvah!” diyorsun, “Ben hakikatimden ne kadar uzakmışım ama bir yandan da görebildiğime göre yakınım da!” Ve sonra aynada gördüğün olmak için, nefsinle mücadele etmeye başlıyorsun...

 


- Peki tam teslimiyet mümkün mü?
- Bence mümkün. İslam aynı zamanda ‘teslim’ kelimesinden de geliyor. Demin de söyledim ya, önce İsrailoğulları’nın Allah’a yönelmeleri var, Hazreti Musa’yla akıl kullanma var, Hazreti İsa’yla gönül Allah’ı sevmeye başlıyor, sonra Hazreti Muhammed’le akıl ve gönlün bir aradalığı ve teslimiyet gerçekleşiyor. Yöneliyordun, sevmeye başlıyorsun, sevmekten birtakım fedakârlıklar yapmaya geçiyorsun ve sonunda da tam teslim olma var. Bu bir yol ve dereceleri var. Ben tam teslimim diyemem, inşallah olur. Çünkü gerçek bu. Sahibin zaten belli. Teslim olmayacaksın da ne olacak?

 

Yol gösterilir ama gidecek olan sensin

 


- İnsan ders alarak sufi olabilir mi?
- Kimden ders alırsan al, kimin sohbetinde bulunursan bulun, sen orada duyduklarını hal olarak üstüne giymeye ne kadar hazırsın, nefsinle mücadele etmeye ne kadar hazırsın, bunu yapacak olan sensin. Ama yol gösterilir, “Buradan gidiliyor!” denir ama gidecek olan sensin...

 


- Olabilecek olanla olmayacak olan nasıl anlaşılıyor? Usta, bir bakışta anlıyor mu mesela? “Bunun maneviyatla hiç ilgisi yok” diyor mu?
- Herkesin maneviyatla ilişkisi var. Olmayan insan yok. Usta, onu ortaya çıkarmaya çalışır ama tabii her şeye yetişemeyeceği için, karşısındakinin niyetli olması, talip olması da gözetilir. En önemlisi, işaretlerdir. Nedir o işaretler? Bir kere Allah’ın rızası var mı bunda? Evren, okunacak kocaman bir kitap ve Allah’ın ayetleri her yerde! Biz burada konuşurken şu kedinin mırlaması, şu arkadaki sesler, geçen arabanın gürültüsü hep sana bir şeyler söylüyor. Sen, gönül gözünü açtığında her şeyin cevabını buluyorsun. Usta da o kişinin nasibini bizde daha iyi görüyor.

 


- Niye sürekli “Aşk olsun!” diyorsun?
- Çünkü aşk olmazsa olmaz. Bir mücadeleden bahsediyorum. Kişinin, nefsini putlaştırmasıyla bir mücadelesi var. Bu, aşk olmazsa katlanılacak bir mücadele değil. Niye yapılsın ki? Motivasyon ne olacak? Motivasyon aşk işte!

 

Hakikatin kullukta olduğunu düşünüyorum

 


- Hallac-ı Mansur’un En-El Hak’ı sufi bir düşünce mi? “Tanrı benim içimde” mi demek?
- Sufizmin içinde yeri var. Ama farklı yorumlara muhatap olmuş bir düşünce. Bu laf, bir kendinden geçme haliyle söylenmiş. O sırada belki onunla konuşan Hak’tı bilmiyorum ama benim ustam diyor ki, “Kulağından bir sivrisinek vızıltısı geçmiş. O, onu hakikat zannetmiş!” Benim özendiğim Allah olmak değil, kul olmak. Çünkü bugün bakıyorsun, bir sürü manevi öğretide herkes Allah olmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışan kalmadı gibi bir şey. Hakikatin kullukta olduğunu düşünüyorum. Önce kullukta nefsini eritmem lazım.

 


- Senin kitabını niye okusun insanlar?
- Halimle hallenmek için okuyabilirler. Hepsi kendinden bir şeyler bulacaktır.

 

 


- Sen, bu yolculukta çok acayip deneylere tanık oldun mu?
-Evet, her geçen gün de hayretim ve hayranlığım artıyor. Müthiş bir şeyin içinde yaşıyoruz.

 


Vav harfi Allah’ın oltası

 


- Sufilik insana en önemli neyi öğretiyor, teslimiyeti mi?
- İnsana kim olduğunu öğretiyor. Kulluğu öğretiyor. Eğilmeden yükselemiyorsun. Onun için secde vardır, namaz vardır...

 


- Nefsi, sufiler nasıl tavlar?
- Bir gün bir ziyarette, ‘vav’ harfi gördüm. Ne olduğunu bilmiyordum. Çizdim ustama, “Bu ne?” dedim. “Vav harfi” dedi. “Ne demek?” dedim. “Ya vedud” dedi. ‘Vedud’ seven ve sevilen Allah’ın esmasından biri. Sonra düşünmeye başladım. Vav harfinin kancaya benzediğini fark ettim. Sonra dedim ki, “Allah çok iyi bir balıkçı! Bu vav da, onun oltası ve bizi böyle avlıyor. Biz de denizdeki balıklar gibiyiz. Hiçbir balık, boş oltaya gelip yutmaz. Ona bir yem lazım. İşte o yemler kişiye göre değişebiliyor. Dertlerimiz bazen bize yem oluyor. Bu yollara gelenler genelde dert sahibi kişiler. “Allah derdini artırsın da!” derler tasavvufta. Ama o dert Allah derdi. Senin birtakım sıkıntıların olacak ki bir arayışta ol. Yoksa bir elin yağda, bir elin balda olunca arayış olmuyor maalesef. İşte o dertler veya bazı rüşvetler, yani manevi yaşadığın bazı güzellikler yem olabilir. Kimi de bu yola, “Orada güzel yemek pişiyor!” diye geliyor, Allah’ın o kadar çok yemi var ki, “Kimi de güzel kızlar var burada!” diye geliyor.

 

Fotoğraf: BURAK TUNÇEL

 

Yazarın Tüm Yazıları