Paylaş
“Pardon, kim dediniz?”
“Mourinho, José Mourinho... Biliyorsunuzdur...”
Sessizlik...
Sessizlik devam ederken, içimden konuşuyorum:
Evet, biliyorumdur ama kimdi acaba?
Üzerine basa basa vurguladığına göre, önemli biri...
José... Sanki müzisyen ismi...
Ay ne fena, cehaletim ortaya çıkacak, İspanyol mu, Portekizli mi, Güney Amerikalı mı, kim bu adam...”
Allah’tan arayan kişi zarif, anlamamamı anlamazlıktan geliyor ve başlıyor saymaya: “Real Madrid’in teknik direktörü... Efsane futbol adamı... Futbol sihirbazı... Porto, Chelsea, Inter ve Real Madrid.... Sekiz yılda 18 şampiyonluk... Uluslararası futbol dünyasında onun kadar meşhur biri yok...”
Jeton düşüyor!
Ya hani şu Barcelona yardımcı antrenörünün gözüne parmağını sokan, agresif ama yakışıklı adam değil mi o?
Gözümün önüne, futbol sahasında, hiperaktif ve seri el hareketleri yapan, siniri kendisine yakışan bir adam geliyor.
Klas duruşlu, şık giyimli, karşısındaki etkileyecek şekilde bakan bir adam.
“İş ne zaman?” diye soruyorum.
“Gelecek hafta” diyor.
“Haaaa galiba çok müsait olamayacağım” diyorum.
Futbolda Fenerbahçe’den öteye bir şey bilmediğim için, üzerine atlamam gereken biri olduğunu gerçeğini kaçırıyorum.
Biraz hayal kırıklığına uğruyorlar.
“Mourinho ile Sinpaş ne alâka?” diyorum, “Firmanın yüzü mü olacak?”
“İşbirliği demeyi tercih ederiz” diyorlar.
Ve anlatmaya başlıyorlar.
“Biliyorsunuz gayrimenkul sektöründe ilklere imza atan bir şirketiz. İstedik ki, reklam filmimizi de değerlerimizi temsil edebilecek biriyle çekelim. Concept Ajans bize Mourinho’yu önerdi. Filmi Levent Semerci çekecek, fotoğrafları Tamer Yılmaz.”
“Kaç para aldı Mourinho?” diyorum.
Nasıl sordum bilmiyorum.
Ama birden merak ediyorum, bu kadar büyük bir dünya starını kaça bağlamışlardır diye.
Tabii ki Barış Ekinci cevap vermiyor.
“Neyse tamam anladım, size haber veririm gelip gelemeyeceğimi” diyorum, kapatıyorum.
KADINLAR BU ADAMA ÖLÜYOR
Gamze Gürtekin’le geyik yapıyoruz.
“Neeeee?” diyor Mourihno ile röportaj mı? N’olur beni de al Ayşe... O adam bir ilah.. Müthiş bir şey... Fotoğraflarını kesip kesip biriktiriyorum... Bu kadar taş gibi bir adam yok. Safi karizma... Ne giyeceksin onunla röportaj giderken...
“Dur ya ben hâlâ emin değildim gideyim mi gitmemeyim mi?”
“Deli misin! Gidilmez mi” diye bağlıyor lafı.
Sevgilim bile ilk defa “Vayyy Mourinho ha!” diyor...
Eniştem, ablam, kardeşim, herkes...
Mehmet Ali Birand’ın asistanı Nilgün bile, “Mourinho mu? Bayılıyorum ona... İşte şimdi seni kıskandım” diyor.
Anladığım ve size anlattığım kadarıyla, kadınlar bu adama ölüp bitiyor.
O zaman gitmeye karar veriyorum.
Neymiş bu diye.
Tabii ders çalıştıkça ve bana verilen kitabı okudukça korkmaya başlıyorum. Bu adam başka bir şey, başarıları say say bitmiyor. Kitap da oku oku...
Dünyanın en ünlü takımlarıyla yaşanabilecek en büyük başarıları yaşamış bir adam.
Futbolun sihirbazı varsa, işte o bu!
HİÇBİR ŞEYE VAKTİ YOK
Ver elini Madrid.
Çekim alanı, şahane bir ev.
Bahçeli, havuzlu.
Ne var ki ben geldiğimde çekimler bitmişti.
Amerikan başkanları gibi bir adam gördüm.
Karizmatik, dediğim dedik, çenesi yukarıda biri...
Kendine güven zirvede.
Siyahlar içinde.
Ayakta duruyordu.
Herkesin üzerinde de bir çekingenlik vardı.
Gözle görülür gergin bir hava.
Mourinho güçlü bir karakter, otoriter biri.
Kendini diğerlerine kabul ettiren biri.
Nefes alırken bile çok hava vermemeye özen gösteriyor insan onun yanında.
Ama şimdi Allah’ı var, gerçekten çok yakışıklı.
Teni meni yıkılıyor.
Şahane bir 48’lik.
Gözler de çok etkileyici.
Fevkalade fit.
Ama öyle, al içine sok türü sıcak insanlardan biri değil, gayet mesafeli, hatta soğuk olduğu bile söylenebilir, biraz tanıdıkça bunun kibirden değil, vakitsizlikten kaynaklandığını anlıyorsunuz.
Adamın hiçbir şeye vakti yok.
Her şeyi ayarlı, set edilmiş.
Bense, “İşte geldim hadi röportaj yapalım” havasındayım.
Yok öyle şey.
Mourinho Abi’nin o güzel evde benimle birlikte Tamer Yılmaz’a bir kare fotoğraf verecek vakti bile yoktu.
Apar topar antrenmana gitti.
Bana da “Oraya gel” dedi.
Antrenman öncesinde, o iki arada bir derede, birazdan okuyacağınız röportajı yaptık.
HAMİŞ: Döndükten sonra Volkan İkiler’in Concept Ajans’ında Levent Semerci’nin çektiği o filmleri gördüm. Ve uçtum. Bence siz de bayılacaksınız. Mourinho en yakışıklı haliyle orada bir beyaz dizi erkeği gibi dikiliyor ve filozof gibi derin bir sesle konuşuyor. Az ama büyük laflarla. Levent Semerci’nin yönetmenliğine bir kere daha şapka çıkardım.
- Babanızın futbol antrenörü olması, hayatınızı nasıl etkiledi?
- Futbol benim kaderim. Doğduğum andan itibaren hayatımda. Annem beni doğururken, babam yeşil sahalarda çünkü maçı var, yanında olamıyor. Aynı şekilde, kızım doğduğunda ben de eşimin yanında olamadım, benim de maçım vardı. Bu kadar önemli futbol bizim için...
- Karınız delirmedi mi, “Maçı batsın!” demedi mi?
- Yok niye desin? O kiminle, nasıl bir adamla hayatı paylaştığını biliyor. Sancıları ben maçtayken tuttu. Yapabileceğim bir şey yoktu. Maçı bırakıp nasıl doğuma gideyim? O da böyle bir şeyi beklemez benden.
- Babanıza hayran mıydınız?
- Elbette.
- Babanızla futbol oynamak, onu izlemek sizi ne kadar mutlu ederdi?
- Onu bir futbol adamı gibi değil de, babam gibi izlerdim. O da benim antrenörüm değil, babam olmaya özen gösterirdi.
- Rol modeliniz miydi?
- İnsan olarak, baba olarak evet, muhteşem biriydi. Futbola gelince, üzerimde hiç baskı kurmadı. Onu örnek almamı istemedi. Ne “Futbolcu ol” dedi ne de “Futbolcu koçu ol!” Seçimlerimde beni tamamen özgür bıraktı. Manipüle etmedi. Bu önemli. Pek çok anne baba, farkında olarak ya da olmayarak, kendileri için doğru şeyleri çocuklarına empoze eder. Tıpkı babam gibi, ben de bunu hiç yapmamaya özen gösteriyorum. Çocuklarım benimle maçlara gelir ama adımlarımı takip etmeleri için asla uğraşmadım.
- Bazı şeyleri, kendimizi sevdiklerimize kanıtlamak için yaparız. Siz, futbol antrenörlüğünü seçerken, babanıza bir şeyler kanıtlamak istediniz mi?
- Alakası yok! “Onun gibi olmam lazım” ya da “Ondan daha iyi olmam lazım” gibi kompleksler, saplantılar yoktu bende. Bazı konulara eğilimim vardı ve her şey doğal gelişti. Bir ittirme, zorlama yok. Olacak olan, oluyor zaten.
- Portekiz’de çocuk olmanın dünyanın başka bir yerinde çocuk olmaktan farkı var mı?
- Yok galiba. Bir tek şu: Portekiz, huzurlu bir yer. Kansız devrim gerçekleştirmiş ülkelerden biriyiz. Tek kişi ölmeden, hiç kan dökülmeden faşist bir diktatoryadan demokrasiye geçtik. Çocukluğumun fonunda, beni yoran bir ülke ve siyasi çalkantılar yok: Bu da tabii, aksini yaşayanlara göre bir şans ve konfor.
- Varlıklı bir aileden mi geliyorsunuz?
- Varlıklı sayılmazdık ama sürünmüyorduk da. Üç çocuklu sıradan, normal bir aile. İstediğim eğitimi alabiliyordum, futbol oynayabiliyordum, dünyayı gezebiliyordum. Daha ne ister bir çocuk? Ailem bunları sağlayabiliyordu.
- Çocukluğunuzdan kalma, yoksunluğunu duyduğunuz bir şey...
- Valla gelmiyor aklıma, demek ki yok.
- Türkiye’de futbolcular biraz daha alt kültürden gelir. Tırnaklarıyla tırmanırlar, çok paralar kazanırlar ve sonunda sınıf atlarlar...
- Bunlar benim için geçerli değil. Futbolu bana daha iyi bir hayat sağlasın diye oynamadım. Ben futbol antrenörü olmak için yaratılmıştım. Herkes, bir şey için yaratılıyor. Mesele, onu bulabilmek...
- Ama aslında futbol hayatınıza futbol oynayarak başladınız...
- Evet.
- Peki iyi bir futbolcu olamayacağınızı ne zaman anladınız? Ve bu büyük bir hayal kırıklığı mıydı?
- Hayır, değildi. Bu da doğal. Her konuda iyi olacaksınız diye bir şey yok hayatta. 14-18 yaş arası iyi bir oyuncuydum. En azından birçok arkadaşımdan iyiydim. Fakat sonra üniversiteye girdim ve futbola ara verdim. Tekrar başladığımda fark ettim ki, önümde iki seçim var: Ya sıradan bir oyuncu kalmakla yetineceğim ya da kendimi sıradışı, iyi bir antrenör olarak yetiştireceğim. Birinde idare eder seviyede olacaktım ama diğerinde çok iyi olabilirdim. Seçimimi yaptım.
- Futbol zekanız var, gücünüz tam, hırsınız yerinde, kazanma azminiz muazzam. Eee? Eksik olan neydi? Neden iyi bir futbolcu olamadınız?
- Çok çalışarak bir yere gelebilirsin ama o yeteneklerle doğmamışsan bir yere kadar başarabilirsin. Asla istediğim kadar iyi bir oyuncu olamayacaktım. Kimsenin bana bunu söylemesine gerek yoktu, zaten kendim görüyordum. Ama yeteneklerimin hangi alanda yoğunlaştığını keşfedebilirsem, o zaman kimsenin beni tutamayacağını da biliyordum. En iyi doktorların, en iyi mimarların, en iyi siyasetçilerin aslında ne için yaratıldıklarını keşfeden ve o alanlarda ilerleyen insanlar olduklarını düşünüyorum. Mesele bunu yakalayabilmek...
- Siz nasıl fark ettiniz...
- Kendimi bildim bileli, futbol oynarken, birlikte oynadığım arkadaşlarımı organize ediyordum. Onlara neyi, nasıl yapmaları gerektiğini söylüyordum. Onlar da beni dinliyordu. Yani doğam, eğilimim, oynamaktan çok yönetmekte, organize etmekteydi. Büyük resmi görebiliyordum, taktik geliştirebiliyordum. 20-21 yaşında, yaşıtlarıma antrenörlük yapıyordum. Bir de çok iyi sonuçlar alıyordu çalıştırdığım takımlar. Şimdi insanlar beni dünyanın en iyi kulüplerinin başında görüyor. Ama her zaman öyle değildi. Demek istiyorum ki, ünlü değilken de takımlarım iyi neticeler alıyordu.
- Hakkınızda sıralanan bütün o sıfatlar... Efsanevi, dâhi, ilahi, karizmatik... Sizi nasıl etkiliyor?
- En şahane sıfatlar da en berbat sıfatlar da bana çok bir şey ifade etmiyor. Tabii ki insanlar, hakkımda iyi konuşsun isterim. Ama bir yerden sonra, bütün bunlar palavra. İnsanlar yaptığınız işe, sonuca ve geleceğe bakıyor. Öyleydi, böyleydi geçiniz.
- Kadın, erkek, bütün dünya aşık size. İnanılmaz başarılı buluyorlar sizi. Ve sürekli, daha da iyi olmanız için sizi ittiriyorlar. Bu durum insanı zorlamıyor mu?
- Yoo. İnsanlar, yaptığım işin çok zor olduğunu, çok stresli olduğunu düşünüyor. Ama tuhaf, ben bir baskı hissetmiyorum. Tamam kolay değil ama zor da değil. Ya da doğam bu işe uygun olduğundan bana zor gelmiyor. Her anından zevk alıyorum.
- Başarı arttıkça stres de artmıyor mu?
- Hayır işte. Böyle düşünüyor olsam kariyerimi bugün bitiririm. Çünkü o zaman en tepede, elveda diyeceğim. Aklımdan bile geçmez.
- Peki ya düşüşe geçerseniz...
- Müsterih olun, öyle bir ihtimal de yok.
HIRSLI OLMAK ZORUNDAYIM BAŞKA YOLU YOK
- Hep mi bu kadar hırslı ve iddialıydınız?
- Bu biraz da, insanların beklentileriyle ilgili. Ben de salak değilim, bir kulüp benimle kontrat yapıyorsa bir sürü beklentisi var. Sadece onların değil, o takımın milyonlarca taraftarının da... Hırslı ve iddialı olmak zorundayım. Başka yolu yok.
- Takımınız Real Madrid kadar sizin de hayranlarınız var...
- Evet, öyle. Asya’ya gidiyorum, insanlar havaalanlarında bekliyor. Afrika’da da öyle, Amerika’da da.
- Nasıl hissediyorsunuz insanlar üzerinize düşünce? Çekiniyor musunuz? Utanıyor musunuz? “Bunlar bana niye pop star muamelesi yapıyor” diyor musunuz?
- Hayır, sadece onlara diledikleri kadar vakit ayıramadığım için üzülüyorum. Bir havaalanına iniyorum mesela, 4 bin kişi toplanmış, imza veremiyorum, konuşamıyorum, sohbet edemiyorum. O zaman beni şöyle algılıyor olabilirler: “Yeteri kadar kibar değil, kibirli, saygısız...” Oysa, bunların hiçbiri doğru değil. Sadece onlara ayıracak vaktim yok. Her dakikam planlı.
- Alçakgönüllü biri misiniz?
- Sizde nasıl bir izlenim bıraktım? Kibirli bir adam gibi mi duruyorum? Alçakgönüllüyüm aslında. Ama insanların beklentilerini yerine getiremiyorum, bundan zaman zaman şikayet ettiğim oluyor. Ama söz konusu çocuklar olunca, akan sular duruyor, onları asla hayal kırıklığına uğratmıyorum. Ne isterlerse yapıyorum, imza vermek, fotoğraf çektirmek, forma dağıtmak...
- Kadınlar? Kadınlar da size tapıyor...
- Yok canım...
- Yok canım’ı mı var? Ölüyorlar sizin için! Çok yakışıklı buluyorlar. “Beni de yanına alsana röportaja giderken” diyen arkadaşlarım oldu...
- Birtakım şeyleri ayırt edecek kadar zekiyim. İki adam var, biri futbol antrenörü Mourinho, dünyanın tanıdığı futbol ikonu o. Kadınlar ona aşık. Ama bir de ben varım, yani José. Üzerine titrediğim bir özel hayatım, çok sevdiğim bir karım ve güzel çocuklarım var. Ben onlara aidim. O futbol antrenörü ise dünyaya ait. Bunu kabul ediyorum. Doğal da buluyorum. Futbol, kendi ikonlarını yaratıyor, Mourinho da bir futbol ikonu. Beğenilmesi, hayranlık duyulması çok normal.
- 48 yaşındasınız ve inanılmaz başarılara imza attınız. Hâlâ çok gençsiniz. Hedefleriniz neler? Var mı “Şunu yapmadan bu işi asla bırakmam” dediğiniz bir şeyler...
- Var. Futbol tarihine, Şampiyonlar Ligi’ni üç farklı takımla kazanan antrenör olarak geçmek istiyorum. İki kulüple kazandım. Ama bunu başarmış başka hocalar da var. Üç kulüple yok. Hedefim bu. Başaracağım da...
- Şu an karşımda oturan, tamamen normal bir adam. Ortaokulda bir tarih öğretmeni sanki. Sakin, munis...
- Hep böyleyim.
- Hadi canım...
- Gerçekten böyleyim.
- Belki de siz bu cool adamı oynuyorsunuz?
- Oynamak mı? Ben asla oynamam. Sen ne görüyorsan, oyum. Gizli bir ajandam yok. Bazen maç içinde deliriyorum, o da benim. Onda da bir numara, rol yok. Agresif oluyorum. Bazen oyuncularıma, bazen hakemlere kızıyorum. Duygularım yönlendirir beni. Özel hayatımda da bu öyle.
HATASIZ DEĞİLİM AMA HESAPSIZIM
- Peki bir antrenörün, “Neysem oyum” deme hakkı var mı? İki ay önce, birinin gözüne parmağınızı soktunuz. Buna hakkı var mı bir hocanın? Normal karşılanabilir mi?
- Futbol, duygu demek. E bu kadar duygularla ilgili bir konuda, tabii ki hatalar yapıyorsunuz. Provoke ediliyorsunuz bir kere, yani dolduruşa getiriliyorsunuz. Bazen geliyorsunuz, bazen gelmiyorsunuz. O sözünü ettiğiniz olayda, resmen provoke ettiler, sonra da benim başıma patladı her şey. Hatasızım demiyorum. Ama doğal, spontane ve hesapsızım. Gerçekten öyleyim.
- Daha önce Türkiye’ye geldiniz mi?
- Evet. 2003’te, Denizlispor’la oynadık. Bir kere de ondan önce Denizlispor, Galatasaray’la oynarken, görmek için geldim.
- Takımınızdaki bütün o dev isimleri, futbol ikonlarını idare etmek zor olmuyor mu?
- Olmuyor.
- Onlar için biz bir ‘Tanrı’ mısınız?
- Değilim. Ama saygı duydukları biriyim. “Ben bir futbol ikonuyum!” diyor, sonra bana bakıyor, “Gerçi, o da öyle!” diyor. Kendiyle eşit seviyede görüyor beni, bu da bana saygı duymasına sebep oluyor. Böyle futbolcuları, onlar kadar futbol ikonu olmayan bir antrenörün yönetebilmesi kolay değil. Bizim aramızda bir statü farkı yok.
- Peki takımınızdaki Türk oyuncular...
- Milliyetlerine göre oyuncu seçmem. Nasıl futbol oynadıklarına bakıyorum, yoksa umurumda bile değil hangi milletten oldukları. “Dört Portekizli var” diyorlar. “Eee ne var?” diyorum, “Üç Türk, beş de İspanyol var!” Bu arada, takımımdaki Türkleri, yani Mesut, Hamit ve Nuri’yi çok seviyorum. Çünkü iyi bir Türk-Alman sentezi onlar. Türk olmalarına rağmen, Almanların disiplini var onlarda. İşlerine muazzam saygılılar. Ama bir taraftan da Akdenizliler, açık bir kafaları var, yaratıcılar, tutkulular ve iyi yaşamayı seviyorlar. Bunlar daha çok Akdenizlilerin yani Türklerin karakteristiği.
- Eşiniz maçlara gelir mi?
- Hayır, gelmez.
- Nasıl yani?
- Futbol sevmez. O José’ye evli, Mourinho’yla değil. Gelmesi gerekmiyor.
- Takım gol attığında ona öpücük yollamak, onun sevinç çığlıklarını duymak...
- Yok yok. Ben işime konsantre olmak isterim. Bu yüzde 100 iş.
- Bu kadar size aşık, size hayran kadın var. Bir başkasına aşık olursunuz diye korkmuyor mu?
- Bu tür şeyler için artık geç.
- Nasıl yani?
- Sevgili olduğumuzda ben 17 yaşındaydım, o 15. İlişkimizde yılların birikimi var. Korkması için hiçbir sebep yok.
Paylaş