Leyla'nın imza günü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Benim annem pek Türkçe kitap okuyamıyor biliyor musunuz, hala başucunda tuhaf isimli Almanca kitaplar duruyor ama Leyla İpekçi'nin ‘‘Maya’’sını, ki Türkçe okuduğu nadir kitaplardan biridir, okuyup o kadar etkilenmiştir ki, iki de bir de bana:

- N'apıyor Leyla, iyi mi? diye soruyor.

Beni sinir ediyor.

Çünkü bir de şöyle ekliyor:

- O nasıl, böyle yazabiliyor?’’.

Masum cümlesine verdiği, ‘‘Sen neden beceremiyorsun?’’ vurgusunu duymamazlığa geliyor, gülümsüyor ve:

- Hep yazıyor Mami, hep yazıyor! diyorum.

Ben eminim siz de okuduktan sonra aynen annem gibi, o kitabı yazan kadını merak etmeye başlayacaksınız.

Herşey zaten merakla başlıyor.

Sonra?

İşte, sonra gerisi geliyor.

Leyla getirdi...

‘‘Maya’’dan sonra ‘‘Sinan'ın Maya’’sını ve ‘‘Şölen Sofrası’’nı yazdı.

Cumartesi günü de Akmerkez'de imza günü vardı.

***

Akıllıyım ya, ben anlamıştım zaten Akmerkez'de bir tuhaflık olduğunu.

Aslında tuhaflık Akmerkez'de değil, alışveriş merkezlerine özgü olan o baygın havasını teneffüs eden insanlarındaydı. Sanki kulaklarında ‘‘Gidelim buralardan’’ şarkısı, onlar bir acayip davranıyorlardı, nasıl desem sanki ortak bir uyarı almış, dört bir yana (daha doğrusu çıkış kapılarına) kaçışıyorlardı.

Ben farklı mıydım?

Önce hayır.

Sonra evet.

Remzi Kitapevi'ndeki Leyla'yı tebrik edip, öptükten sonra MOS'a daldım, geçen günler, bir kadının sadece yaşlanmasına sebep olmuyor, bir de dip boyaları uzuyor biliyor musunuz. Aaaaa! Allah'ın kesinlikle kafamızdan eksik etmemesi gereken Muammer, Orhan ve Sedat Beyler'in sahibi olduğu MOS kuaför de bir tuhaftı. Boştu, boş! Yani kesinlikle dünyanın sonu geliyordu, orası sabahtan akşama kadar öyle bir kalabalıktır ki, sormayın, panik atak yaşarsınız. Ama sanırım Cumartesi günü akşam üzeri tüm Akmerkez'de yaşanılan duygunun ortak adı...

K O R K U'ydu.

***

Çünkü Göztepe'deki Mavi Çarşı molotof kokteyllerden iğrenç bir şekilde nasibini almıştı. Ve bir dolu insan canından olmuştu. Üstelik herkesin herşeyden haberi vardı. İşte tam da o sırada, kentin ‘‘nadide’’ alışveriş merkezlerinden birisindeyseniz, durup dururken hiç kapılmadığınız duygulara kapılıveriyorsunuz, herşey birden bire oluyor ve insanlar gergin yüzlerle birden orayı terkediveriyor:

- Hemen evime gideyim, ben hiç çıkmayayım!

Ama bu çok sinir...

Diye düşündüm o manzarayı gördüğümde.

Ve Akmerkez'i terk etme düşüncemden anında vazgeçtim.

Kızdım kendi kendime...

Saçmalama dedim.

Neden abuk sabuk insanlar yüzünden yaşamaktan vazgeçeceksin ki?

Onların istediği de bu değil mi zaten?

Korkmamızı, ürkmemizi sağlamak.

Gitmeyeceğim işte!

Ama itiraf edeyim ki, tedirgindim de.

Duyduğum korkunun üzerine çıkabilmek için yukarıdaki sinemalardan birine girdim, 9:45 matinesine. Yirmi kişiyi geçmiyordu film seyredenlerin sayısı. Tabii ki kapıya yakın bir yere oturdum, bomba-momba ihbarı olursa çabuk fırlayabilmek için. Tabii ki gözlerim etrafta kime ait olduğu belli olmayan naylon torbalar aradı. Tabii ki yangın çıkışı var mıydı burada, diye sordum. Tabii ki, ‘‘E bugün bombalamışlar bir yeri, zair aynı gün içinde bir daha yapacak halleri yok’’ diye düşündüm. Kendimi onların yerine koydum, ‘‘Ben olsam akşam haberlerine girmesini garantileyecek saatlerde bombalardım bir yerleri’’ dedim. Ama sonra bütün bu abuk sabuk paranoyalarımı bir kenara iterek kendimi izlediğim filme verdim.

Sonra da beni tebrik ettim.

Çünkü benim hiç kimse için yaşamımdan ödün vermeye niyetim yok.

Ve yaşama alanımızı daraltan herşeyden, her düşünceden, her siyasi örgütten, her türlü terör eyleminden, her erkekten nefret ediyorum. Ama onlar böyle istiyor diye evimde oturmaya da niyetim yok...

Korkunun da ecele faydası yok.

O ya da bu şekilde...

Hem ölüm geldiyse...

Diş ağrısı bahane!

Yazarın Tüm Yazıları