Bilmiyorum.
Bana bir şey oldu.
Korkuyorum.
Her şeyden.
Korkuları, endişeleri olan, ölümü her gün defalarca aklından geçiren bir kadınım artık.
*
Ben de şaşırıyorum kendime.
Çünkü eskiden böyle değildim.
“Bungee jumping de yaparım, skydiving de. Ne olacak ki. Haftada 4 kere uçağa binerim. Hangi hava yolu olduğu umurumda değil, düşecekse düşer zaten. Savaş olduğu halde bilmem ne ülkesine de giderim. Parasız da kalırım. Hastalıktan da korkmam. Ölürsem de ölürüm...”
Diyen, diyebilen bir kadındım.
Biraz şuursuz, fazlaca korkusuz.
*
Herhalde ölümle tanışmak, insanın kafasını sıyırtmasına sebep olan...
İnsanı, manyak temkinli bir şey yapıyor.
Şimdi attığı her adımdan önce düşünen, sıkıcı bir kadınım.
Sevdiklerimin olduğu “o yere” gitmekten korkuyorum.
Türkçesi, ölmekten...
Uçmaktan...
Dar kapalı alanlara girmekten...
Basıyor bana her şey!
Uçakta, orta koltukta oturmak bile...
Yeni ve beni zorlayacak bir sürü şeyden tırsıyorum.
İçimden bir ses, “Boş ver, içinde kötü bir his varsa, yapma” diyor, “Kal güvenlik çemberinin içinde...”
Allah’tan inadım inat, popom 40 kanat! O sese, asla kulak vermiyorum.
Kendimi zorluyorum, korkularımın üzerine gidiyorum.
Bıraksan, uçağa bile binmem.
Tomografi aleti türü şeylerin içine, tabutu hatırlattıkları için ölsem girmem.
Ama yapıyorum, giriyorum.
Bir sürü tuhaf eğilim baş göstermiş olsa da bende (kutu gibi dar odalarda fazla duramama, kapıları açık bırakma, bedenimi sıkacak şeylerden bir an evvel kurtulama vesaire) “Sakin ol Ayşe!” diyorum, korkularımı yok saymaya çalışıyorum.
Aklımdan, “Bir nefes vermişler, onu da geri alacaklar! Alışma çok buraya. Gideceksin. Misafirsin. Gideceksin de... Nereye? Babamı görecek miyim... Kızım ne olacak...” gibi ipe sapa gelmez şeyler geçiyor.
İçimdeki, o sevimsiz sesi duymamaya çalışıyorum.
Her gün, cevabı olmayan sorularım artıyor.
Allah’tan çözecek kasetlerim var, yemin ederim benim gibi bir ruh hastasının günde 12 saat çalışması gerekiyor, yoksa çoktan kafayı yemiştim!
Arada da, “Ben bu kadar korkular yaşıyorsam, insanlar n’apıyor?” diye düşünüyorum.
Hep siz oradakiler, siz de benim gibi misiniz?
Ölüm, ne sıklıkta geçiyor aklınızdan?
Benim niye çok geçiyor?
Yoksa, bu korkuların, herkesin yaşadığı ama birbirinden sakladığı şeyler mi?
Bunları, sevgilime anlatıyorum.
“Ah benim sapık karım!” diye seviyor beni.
Kızıma bakıp ağlıyorum, “Çok da küçük, ne olacak ona” diye, sonra bu ağlak halime gülüyorum.
Sevgilim de bana gülüyor.
“Sarılma zamanı, herkes birbirine sarılsın!” diyor, üçümüz birbirimize sarılıyoruz ve o anı sonsuza kadar dondurmak istiyorum.
Ama bu arada, hayata, dört elle sarılmaktan ve sürekli uçağa binip, bir oraya bir buraya gitmekten, kimilerine göre, riskleri arttırmaktan vazgeçemiyorum.
Fakat, “Nedir ulan bu?” diye de kendime soruyorum.
Yaşlanmak mı bu?
Bu, bir başkasının kendinden çok sevmek ve onu kaybetmekten korkmak mı?
Anneler mi sadece böyle manyak?
Çocuğum var diye mi böyle sapık bir kadın oldum ben?
Eski sorumsuz Ayşe olmak istiyorum.
Dünya umurumda olmayan...
Yine o korkusuz kız gibi davranmak istiyorum...
*
Derken...
Dubai’de bir alışveriş merkezinin içinde “indoor skydiving” gördük.
Sevgilimle birlikte...
Anaaaaa, insanlar uçuyor!
Birbirimize baktık.
O hiç kaybetmediğimiz, kaybetmemeye çalıştığımız “suç ortağı” bakışımızla...
Resmen skydiving’i yerde yapıyorlar. Astronot kıyafeti gibi şeyler giymişler, 20 metrelik bira bardağı gibi yukarı uzanan cam bir tüpün içindeler. Dikine bir hava tribününün yarattığı hava akım kanalında uçuyorlar.
Tabii adam gibi anlatamadım ben.
Ama boş verin, uçuyorlar.
Hava tünelinden gelen o 200 km hızlı güçlü hava akımıyla bir yükseliyorlar, bir alçalıyorlar.
Üstelik bir yere bağlı değiller.
Basbayağı boşluktalar.
Uzayda gibi.
“Hadi yapalım dedim” ama...
Der demez, içime bir sıkıntı çöreklendi, “Ne gereği var şimdi? Niye kalkışırsın böyle bir şeye? Niye yanındaki adamı da gaza getirirsin?”
Aslında yüzlerce insan yapıyor, bir halt olmuyor...
Ama korkuyorum...
Korkma...
Yapmak istemiyorum...
O zaman yapma...
Ama olmaz... Korkularımın üzerine gitmem lazım...
O zaman yap...
Anladınız di mi, bunlar benim içimdeki konuşmalar!
Hızlıca bir eğitim verdiler, yüzük, kolye ne varsa çıkarttılar. O hava akımına direnç gösteren elbiseyi giydirdiler. Girdik tüpün içinde. Debelenmeyeceksin. Sana öğretilen bir beden duruşu var, öyle havada asılı kalacaksın. Sakin olacaksın. Kafanı çok eğmeyeceksin, ayaklarını çok bükmeyeceksin filan falan. Bir iki el işareti var, o hava akımında konuşmak mümkün değil çünkü, onları öğretiyorlar. Adam sana, “Bacaklarını düzleştir” dediğinde ne dediğini anlayabilmen için.
Ve hoca, “Gel” dedi.
Çağırınca, mecbur gittim.
Önce bir panik dalgası kapladı beni, o gözlüklerden, o kasktan, kulağımdaki tıkaçtan filan kurtulmak, oradan kaçma isteği. Sonra kendime “Sakin ol, sakin, kolay olacak...” dedim.
Oldu.
Uçtum.
Süperdi.
Ne zaman bir şeyi abartsam, abarttığım kadar korkunç olmadığı görüyorum.
İnşallah, ölüm de öyledir arkadaşlar!
Size, ne yazık, “Değilmiş!” diye bir gazeteci gibi bildiremeyeceğim ama elimden imkan olsa inanın yapardım.
Neyse, korku listem kabarıyor, ama aynı zaman da, “Bunu da hallettik, bunu da çek attım!” dediğim şeyler de...
Şimdi de bombaların patladığı bir ülkeye gidiyorum...
Annem “Ne gereği var!” diyor, sevgilim “Sen bilirsin” diyor ama ben gidiyorum...
Korkularımın üzerine...