Sıkı bir itiraf geliyor. Bu ne kocamın hediye olarak aldığı jartiyerlere ne de eski sevgilimle bir tuvalette kilitli kalmama benziyor.
Gerçi bazılarınız için böyle şeyler mahrem. Hiç tasvip etmiyorsunuz. Beni bir kaşınız havada okuyorsunuz. ‘‘İnsan bu kadar özelini de elaleme anlatmaz ki!’’ diyorsunuz.
Ben öyle düşünmüyorum. Arkadaşlarımla paylaştığım pek çok salaklığımı, insani heyecanlarımı, kafa karışıklığımı, acizliğimi, küçük böbürlenmelerimi beni okuyan insanlarla da paylaşabilirim diyorum.
Anlayacağınız onlar benim için mahrem yazılar değil. Hiç.
Ama işte ben iflah olmaz biriyim.
Herşeyi zorluyorum, dibine kadar zorluyorum. En çok da kendimi aslında.
Bugün kendim için mahrem olan bir şey yazmaya hazırlanıyorum.
Deriiiiin bir nefes alıyorum.
Aldım.
Vallahi artık bu yazıdan sonra ben çırılçıplak kalacağım.
Kalırsam da kalayım anasını satayım!
*
Önce bir sahne anlatacağım.
Hevesinizi kırmak istemem ama giyiniğiz...
Pijamalar var üzerimizde.
Çünkü gecenin bir vakti, biz horul horul uyuyoruz.
DUK yani.
Ama Zafer birdenbire duyduğu bir sesle uyandı ve ‘‘Kapıda bir tıkırtı var’’ dedi.
Ben de uyandım haliyle.
Nokta.
Şimdi arkadaşlar böyle bir durumda vereceğiniz tepki aslında sizin kişiliğinize dair ciddi ipuçları veriyor. Mesela ben, bu ve benzer durumlarda hep aynı şeyi yapıyorum. ‘‘Bir tıkırtı var!’’ lafını duyduğum an, yataktan kalkıp kapıya doğru son sürat koşmaya başlıyorum.
Haklısınız, sersemce gelebilir.
Eline oklava al, bir şey al, değil mi?
Hem sen niye Amok Koşucusu gibi kapıya gidiyorsun?
Salak. Bırak, kocan önden gitsin. Sen yatak odasının kapısından ürkerek bak, ne olacaksa ona olsun! Adamın da itirazı yok zaten kapıya gidip bakmaya...
Ama yok, elimde değil, mesele neyse acilen yüzleşmek istiyorum, belki de aklı devre dışı bırakıp, içgüdülerimle davranıyorum. Bir tür hayvan gibi yani. Dahası böyle davranmamın sebebi, sevgili kocamı ve güzel yuvamı korumak değil...
Ne münasabet!
Kendimi korumak.
Siz bir tür zeka geriliği olarak değerlendirebilirsiniz, itirazım olmaz, sizin düşünceniz, ama bunun bir takım şeyleri aşma biçimi olduğu konusunda da hemfikir olabiliriz.
Saklamıyorum, saklanmıyorum.
Hem belki de bu kadar açık ve korunaksız görünen insanlar en fazla korunanlardır, ne dersiniz?
*
Pek çok kadın gibi, şu soru da kafamı epeyce meşgul etmişti:
Aşık olduğun adam başka biriyle sevişirse ne halt edersin?
Ve içi giderek sevişirse, çok isteyerek sevişirse, eylem içerdiği fonksiyondan çok yoğun lacivert bir sevgi içerirse...
Bırakalım entelektüel sohbetleri...
Tabii ki mosmor olursun!
Adam gitmiş başkasına aşık olmuş.
İyi de bunu nasıl aşarsın?
Aslında aşamazsın.
Peki ne yaparsın?
Burada nedense hırsız örneğinden farklı olarak o kadının gırtlağına yapışmayı düşünmüyorum. Çünkü aşkı, kocamı bile almaya niyetlense biri, hırsızlık olarak değerlendiremiyorum. Başıma gelebileceğini de pekala biliyorum. Ve kendimi böyle bir durumdan mümkün olduğu kadar az zaiyatla kurtarabilmenin yollarını arıyorum. İyi de doğmamış çocuğa nasıl bakılır? ‘‘Hazırlık’’ benim için çok önemli bir kavram. Tamam, maruz kalacağın şeylerin sürekli provasını yapabilmen mümkün değil, ama yine de bana üzerine kafa yorduğun bir meseleyi daha kolay atlatırsın gibi geliyor.
Ve bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum.
Madem böyle bir korkum var, bari yüzleşeyim dedim.
En azından kendi içimde.
O beni en çok korkutan düşünceyi, beynimin bir tarafında hep canlı tuttum. Hani çeşitli olumsuzluklardan, felaketlerden söz edince ‘‘Dağlara taşlara, aman aklına bile getirme!’’ derler ya, ben aksini yaptım.
Hep aklıma getirdim, kareler geliştirdim, öyküye kendimce girişler yazdım ve yıllar içinde senaryoyu zenginleştirdim.
Önceleri çok güzel bedenli bir kadındı...
Sadece.
Ama aklı yoktu...
Aklının olmaması beni koruyor ya, kolaya kaçtım.
İşe sevgiyi karıştırmamaya özen gösterdim. Sonra haksızlık gibi geldi.
Kendime de karşımdaki adama da...
Var olan bir zeka varsa, ki üzgünüm var, o zekayı küçümsemek gibi geldi.
O andan itibaren de hem güzel hem de akıllı bir kadın hayal ettim.
Yani düşmanı güçlendirdim.
Ve kendimi bu duyguya alıştırmaya çalıştım.
Bir gün böyle bir şey başıma gelirse ben en kötüsüne en azından fikren hazırdım:
Rakibem küçümsenmeyecek bir kadındı!
Gördünüz mü, aynı şey.
Savunma mekanizmaları sürekli devrede.
Ha evini soymaya gelen hırsız ha elinde olmayan sebeplerden (aşk, aşk!) kocanı almaya gelen kadın...
Onların üzerine gidiyorum.
Böyle bir manyağım işte...
Sürekli korkularımdan korkmuyorum diyebilecek hale gelmeye çalışıyorum.
*
Evet, geldik meselenin özüne.
Bir kaç gün önce yine kendimi didiklemeye başladım.
Kendi kendimi ameliyat masasına yatırmaktan hálá sıkılmadım!
İçime şu an ne hissettiğini sordum.
Aklınızda olsun, o en dipten gelen ses doğru ses.
İçimin yanıtı geldi:
KORKU.
İçime güvenmeyeceğim de kime güveneceğim? Kaportam beni bile yanıltıyor, ona itimat etmem.
Bir de bakışlar...
Bakın onlar da doğruyu söyler...
Şurada bir parantez açmak istiyorum. Açtım: Hatırlar mısınız bir Demirel röp'ü yapmıştım ve dekolteli cumhurbaşkanı mülakatı olur mu olmaz mı tartışması yaşanmıştı. Ben de çevreye verdiğim rahatsızlıktan özür dilemiştim. O dönem bir tek insan bana ‘‘Memelerine değil, gözlerine baktım, derin bir üzüntü içindeydin’’ dedi. Ben de Güngör Uras'ı tebrik ettim. Bingo! Doğruydu, o röportaj günü benim içim, çok ama çok üzgündü ve Uras, açığımı göğüs bölgemde değil, yüzümde yakalamıştı.
Helal olsun ona.
Neyse, parantezi kapattım.
*
Gene konudan uzaklaştık...
Ama artık alıştınız herhalde bana.
Car car konuşup anlatmaya çalıştığım şey, günün birinde herşeyden ama herşeyden acayip korktuğumu, ölesiye korktuğumu farketmem. İş korkuları, kendimi tekrar etme korkuları, özel hayatların belirsizliği korkuları, vesaire vesaire vesaire. Binlerce korku. Sanki karanlık bir mağarada yürüyorum. Ama UM. Yani devam eden bir eylemden söz ediyorum. Korkuyorum ama yürüyorum. Ve yürürken farkediyorum ki, en azından benim hayatımın şu andaki en büyük gerçeği korku, daha doğrusu korkular...
Peki bize ne öğretilmiş?
Korkmamak...
Korkacağın şey korku.
Korkudan korkmalısın.
Çünkü seni zayıflatır.
Zaaflarını gösterir.
Orana burana mızraklar saplanır, gözlerini çıkarır eline verirler.
Ne yap, et korkularını belli etme.
Sıkıysa sen gel de korkunu belli etme!
İnsandan istenen bu özellik o kadar zor gerçekleştirilebilecek bir şey ki. Senden istenen yalan söylemen aslında. Korkacaksın ama göstermeyeceksin. Bastıracaksın, dipte tutacaksın, üstünde bir özgüven bir özgüven...
Nah.
Parmağınla dokunsan içine çökecek bir güven... Yalan, dolan yani.
Birdenbire farkettim ki, insanı asıl güçlendiren korkmaktan korkmamak.
Ben korkuyorum, herşeyden korkuyorum diyebilmek, itiraf edebilmek...