Paylaş
Yine yapmış yapacağını. Muhteşem bir film çekmiş. Yine Çağan Irmak gibi. Kendisi gibi. Yine yalın, yine su gibi, yine şiir gibi...“Tamam mıyız?”hem, “Hazır mıyız, tamam mıyız?” anlamında, hem de “Tamamlandık, ruhlarımız bütünleşti” anlamında. Filmde, böyle çift anlamlı bir sürü şey var. Öyküyü de Çağan yazmış. İki ötekileştirilmiş insanın hikâyesi. Ben çok etkilendim. Ama ben, onun bütün filmlerinden etkileniyorum. Ve onu çok seviyorum. Kafasını seviyorum, duyarlılığını seviyorum, gözünü seviyorum, kalbini seviyorum. Cumartesi okuyacaksınız Çağan Irmak röportajını. Ama dayanamadım, bugünden film röportajına başlamadan önceki konuşmalarımızı yayınlıyorum, çünkü bence yine önemli şeyler anlatıyor... Cumartesi Çağan’ı kaçırmayın ama lütfen Pazar’ı da kaçırmayın. Ayıp belki böyle söylemek, kendimi övmek gibi ama n’apim, şanslıydım, ballıydım, Gezi’nin sembolü olan ve ölümün kıyısına gidip gelen o “muhteşem kadın”la röportaj yapmak bana nasip oldu. Anladınız, pazara da çok sıkı bir röportaj geliyooor...
Yeni filmin için ne kadar heyecanlısın?
Çok. Çünkü hikâyeyi severek yazdım, filmi de severek çektim. Bütün kalbimi verdim. Her zaman olduğu gibi. Benim bir işi başka türlü yapabilmem mümkün değil. Tabii ki heyecanlıyım. İsterim ki insanlar da filmimi sevsin...
Sinema en büyük aşkın mı?
Hayır. Ondan büyük, müzik, edebiyat ve resim var! Sinema bunların bir toplamı...
Ama sen filozof gibi sinema filmleri yapıyorsun...
Aman yok! Kendimi sinemada filozof olarak hiçbir zaman görmek istemem. Filozof olan kitap yazar, derdini öyle anlatır. Ben en sıkıcı sanat filminde bile eğlenebiliyorum. Sinema benim için eğlence ve muhabbet. Eskisi kadar ciddiye almıyorum...
SANAT KİBRİNİ KAYBETTİ
Bu noktaya nasıl geldin?
Beni bu noktaya gençlik getirdi, genç insanlar getirdi. Çünkü gördüm ki, gençlerden öğrenecek çok şeyimiz var. Instagram’ı onlardan öğrendim mesela. Çok hoşuma gidiyor. Her gün ciddi bir mesai harcıyorum. Fotoğraf yüklüyorum, minik metinler yazıyorum. Onlarla muhabbet ediyorum. Ve bir şey keşfettim...
Ne?
Gördüm ki sanat, artık elle tutulup, gözle görülebilen insanların kalplerine cep telefonları sayesinde hemen indirilebilen bir şey oldu! Dolayısıyla, sanat kibrini kaybetti! Sinemanın yapmaya çalıştığı şeyi, artık genç bir insan, telefonunda yapıyor. Bu müthiş bir şey! Sanatçılar için ilk başta ürkütücü görülen bir şey olabilir ama değil...
GENÇLERDEN ÖĞRENİYORUZ
Artık her şey kimliğini mi değiştiriyor?
Aynen öyle! Sanat sana, sen ona daha çok yaklaşıyorsun. “Kıyamet” denen şeyin benim şöyle bir anlamı var. Kıyam, Kuran-ı Kerim’de ölünün dirilmesi, ayağa kalkmak, uyanmak demek. Kıyamet, bunun gerçekleşmesi demek. Ve şimdi gerçekleşiyor, bizler kıyameti yaşıyoruz. İnsanlar bir uyanış, diriliş içinde. Ruh uyanışı. Ama bu benim fikrim, benim yorumum, herkes katılmayabilir...
Zaman da eskisine göre daha hızlı akıyor gibi gelmiyor mu sana...
Evet çünkü “update” oluyoruz. Her şeye. Ve gençlerden öğreniyoruz. Bu son filmin senaryosunu da bana yazdıran bu gençlik zaten...
KUYUMCUYA BAKMAM MANAVA BAKARIM
Kilo vermişsin, çok daha fit ve sağlıklı görünüyorsun. Diyet mi yapıyorsun, spor mu? Nedir?
Ruh, bize verilmiş bu bedenin içinde misafir. İyi bakmak lazım. Ben de onu yapmaya çalışıyorum. Zararlı bir sürü şeyi yiyip içiyoruz, bunun da bir bedeli var. Bu bedellerden kendimi bertaraf etmeye çalışıyorum. Yediklerime dikkat ediyorum, egzersiz yapıyorum.
Diyetisyene mi gittin, nasıl yaptın?
Zaten Egeli olmaktan kaynaklanan bir yeşillik hasretim, merakım, aşkım var. Ben kuyumcuya bakmam, manava bakarım. Ağzım sulanır filan. Arkadaşlarım vasıtasıyla bir uzmandan yeme-içme dersi aldım. Alışverişi nasıl yapmamız gerektiğini, aldığımız şeyleri nasıl pişirmemiz gerektiğini öğrendim. Ve bu sayede kilo verdim. Ama özel bir diyet uygulamadım.
Nasıl yani bu uzmanla birlikte markete girip, alışveriş mi yaptınız?
Evet evet. Beni bir markete soktu, “Hadi peynir al!” deyip özgür bıraktı. Ben de gittim bir Ezine peynirine elimi uzattım. Onun hangi rafta durduğuna bakmamı söyledi. Baktım. En üst raftaydı ve ışığın altında duruyordu. “Üç gündür ısınan, helyum gazını sonuna kadar yutmuş bir peyniri alıyorsun!” dedi. “Peki nereden almam gerekiyor?” diye sordum. “E yine bu markette, aynı peynirin suyun içinde duranı var, onu al, daha sağlıklı” dedi. Böyle küçük dokunuşlarla alışkanlıklarımı değiştirdim.
Başka?
100 dereceden sonra zeytinyağı, trans yağına dönüyor. O yüzden bütün yemekleri kısık ateşte yapmak gerekiyor. Sonra kan grubuma göre de beslenmeye başladım. Ama çok da sıkmıyorum kendimi, bunlar kulağımda bir köşede duruyor. Takıntı yapmıyorum. Artık hiçbir konuda takıntım yok.
SANAT ARTIK SOKAKTA!
Gezi ne ifade ediyor senin için?
Çok şey! Dünya görüşümü, politik görüşümü bir kenara bırak, Gezi’ye niye mi destek verdim, niye mi Gezi’de oldum? Çünkü ben bu ülkede yaşayan bir yönetmenim. Bir ülkede, böyle bir şey yaşanıyorsa evime kapanamam kardeşim! O gençlere inansam da inanmasam da ben orada olmak zorundaydım. Çünkü ben bir “belgeciyim” aynı zamanda. Hiç o fikirlere katılmayan yönetmenlerin de orada olmasını isterdim. Sadece bakmaları, görmeleri, anlamaya çalışmaları için. Çünkü sanat artık sokakta! Bizim siyasetçilerimizin artık siyah arabalarından inmeleri gerekiyor. Çünkü sokakta bambaşka bir şey yaşanıyor. Madem böyle bir şeyle karşı karşıyasın, reddetmek yerine, neden böyle bir şey yaşandığını düşünmek, anlamaya çalışmak senin de yararına değil mi? Ben Gezi’deydim ve hep yapıcı yanından bakmaya çalıştım her şeye. Orada şu yaşandı: Hiç kimse, kılığından, kıyafetinden, cinsel kimliğinden ötürü yargılanamaz! Doğru, yargılanamaz! Biz kimiz ki yargılayacağız insanları? “Sen kim oluyorsun da, benim yaşadığım hayatı yargılıyorsun! Ben mükemmel değilim. Ve olmak zorunda da değilim! Parmağınla beni işaret etmeden önce, ellerinin temiz olduğundan emin ol...” demiş ya Bob Marley. Ne kadar doğru demiş. Gezi, yargılamak yerine bir anlaşma ve karşılıklı empati yapma süreciydi. Ve yapıcı bir süreçti. Gezi’nin sadece orada kaldığını düşünenler çok yanılıyorlar. Gerisi gelecek...
Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN
Paylaş