Kimseye filozof olduğunu söylemeyin herkes onu iktisatçı zannediyor!
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Kabul ediyorum, çok yaratıcı bir başlık olmadı. Ama bu röportaja bir ‘‘son söz’’ yazmam gerekirse, özün özeti bu. İktisatçıdan çok bir filozof Ege Cansen.
Tabii benim ‘‘son söz’’ümün onun köşe yazılarında kullandığı gibi kural olması gerekmiyor. Şartı şurtu yok yani. İki saat boyunca konuştuğum insanı ben nasıl değerlendirdim onu söylüyorum.
Zihnime bir filozof olarak kazındı. Son derece rafine bir filozof. Bir de komik...
Sizinle röportaj yapabilir miyim dediğimde önce küçük bir tereddüt geçirdi, ‘‘Köşenize konuk olmam spot ışıklarının altına çıkmak demek’’ dedi, ‘‘Bunu istediğimden çok emin değilim. Kişiler çok ön plana çıkıyor yazılarınızda. Ben fikirlerimle öne çıkmayı tercih ederim.’’ Kabul etti ya, benden mutlusu yok. Fikirlerini de kendisini de çok sevdim.
Dünün Hamişi: La Stampa, Berlusconi’nin değil Agnelli’nin gazetesidir.
Hayatınızdaki en büyük idealiniz filozof olmak mıydı?
- Estağfurullah! Böyle yola çıktım desem yalan olur. Ama bugün fark ediyorum ki, varmış bende bir filozofi merakı...
Peki ekonomiyi felsefeye alet ederek ne yapmaya çalışıyorsunuz?
- Problem çözmeye çalışıyorum. Kainatın bizim onayımıza bağlı olmayan bir nizamı var. Farkında olsak da olmasak da bu böyle. Onun nizamına ne kadar uyarsak işimiz o kadar kolaylaşır. Kainatın nizamı bizim gücümüzdür aynı zamanda. Ona karşı gelmek de güçsüzlüğümüz. İnsan tabiatı kullanarak tabiata hükmediyor. Mesela n'apıyor? Havanın ve suyun kaldırma gücünü kullanarak yerçekimini yenebiliyor. Sosyal hayatta da bu böyle. Her şey birbirine bağlı. Benim yapmaya çalıştığım da, tıpkı tabiyatta olduğu gibi, hayatın karşımıza çıkardığı engelleri yine hayatın bize bahşettiği imkanlarla çözmeye çalışmak. Bu yüzden felsefeyle ekonomiyi birleştiriyorum.
Bu noktaya ulaşmak, basitliğin arkasındaki derinliği yakalayabilmek için ne yapmak gerekiyor? Kaç sene yazı yazmak, kaç fırın ekmek yemek...
- Çok uzun zamandan beri yazıyorum ben. Yazıya karşı savaş veriyorum. Bir kere içindeki bütün fazlalıkları alıyorum. Birilerine olan öfkemi yazıya mı kustum, oldu mu şimdi diyorum, çıkartıyorum. Farkında olmadan birilerine selam mı yolluyorum, ya da bilgiç gibi mi gözükmeye çalışıyorum, hooop atıyorum. Her yazıyı 4, 5 defa yazıyorum. Yazıyı bitiriyorum ama onunla işim bitmiyor. İçime sinmiyor. Dönüyorum dönüyorum bunu en anlaşılır hale nasıl getiririm diyorum. Bence yazarlıkta hüner anlatabilmekte. Yani yazarın ‘‘Anlamamışlar ben n'apim’’ deme hakkı yok. Kardeşim sen anlatamamışsın!
Başından beri mi bu kadar anlaşılır yazıyorsunuz? Sonradan mı oldu?
- Valla ben öyle çok parlak zekalı bir adam olmadığım için kolay anlamam. Bir şey karışık anlatılırsa sersemliyorum. Başkalarının beni sersemletmesine yeteri kadar üzüldüğüm için de bu zulmü kimseye yaşatmak istemiyorum. Hep buna inandım. Yani insanları ambale etmemek lazım. Daha parlak bir adam olsaydım kimbilir belki de anlaşılmaz yazabilirdim! Ama tabii şu var, bazen öyle derin bir konuya giriyorsunuz ki, ne kadar basitleştirmeye çalışsanız da, olmuyor. O zaman da şu kavrama başvuruyorum: Nasibi kadar anlamak. Böyle bir şey var gerçekten. Herkes o yazıdan nasibince bir şey anlar.
Siz tam olarak kime yazıyorsunuz?
- Herkese ama sanırım esas itibariyle bir şeyler öğrenmek ve kendini düzeltmek isteyenlere. Ama başkalarını düzeltmek isteyenlere değil! Maalesef bazen öyle bir sıkıntım oluyor, yazılarımı okuyanlar onu başkalarını dövmek için kullanıyor: ‘‘Güzel yazmışsın. Ben anladım da. Asıl bilmem kimin anlaması lazım...’’ Bana ne bilmem kimden! Onu bilmem kimle konuşuruz. Benim için senin okuman ve anlaman önemli...
Siz hangi gruba dahilsiniz ‘‘televoleci iktisatçılar’’ mı ‘‘ötekiciler’’ mi...
- Tabii ki televolecilerin içindeyim, artık onlardan biriyim. Asaf'la Deniz'e söylenmişti bu laf. Şimdi birlikte program yapıyoruz. Hani Asaf'la Deniz birbirlerine takılıyorlar, halkımız inim inim inlerken hiçbir şeyi ciddiye almıyorlar ya... Sizi gidi televoleciler! Ne var ki bana aykırı değiller. Ben de severim komiklik yapmayı. Ciddiyet özdedir, şekilde değil. Yani orada yapılan şakalaşmaları laubalilik diye almamak lazım. Ve şunu unutmamak: En büyük ciddiyetsizlikler, lacivert elbise ve çatık kaşla yapılır. Öteki Türkiye, öteki dünya kavramlarını ortaya attığını iddia edenler ‘‘televoleci’’ diye eleştirdi bizimkileri, ama normal bu. Yeri gelmişken, Öteki Türkiye terminolojisi de yeni bir şey filan değil. 150-200 sene önce de kullanılmıştır. Charles Dickens romanlarında bunları yazmıştır, ‘‘iki ulus’’, alttakiler, üsttekiler...
Ne olursanız olun, herkesin saygısını kazanmayı başarıyorsunuz. Nasıl bir rüşvet veriyorsunuz?
- Herkesin saygısını kazandığımı zannetmiyorum ama... Hasım ya da hısım yaratmamaya çalışıyorum yazılarımda. Ama ben de bir yazıya tabiri caizse birilerine geçirmek için başlıyorum. Fakat sonra utanıyorum. ‘‘Ya’’ diyorum, ‘‘Yakıştı mı?’’ ‘‘Onlar ki bu ülkeyi mahvedenler...’’ gibi cümleler mi kurdum, ayıklıyorum. Ayıklamasam rezil olacağım çünkü. Bir kavganın bir tarafı olacağım. Saygı duyuluyorsa bu yüzdendir. Yoksa standart görünüşte sevimsiz bir adamım. İnsanlar ancak bir müddet sonra ‘‘Yok ya sen göründüğün kadar hıyar değilmişsin’’ der bana...
Tohumları Çetin Emeç attı
20 yıldır Hürriyet'te yazıyorum. Ama köşe yazarı filan değildim. İşim, muhabir arkadaşları yönlendirmekti. Bir tür uzman. Notlar yazıyordum. Önümüzdeki günlerde gündemde şu var, şu, şu konular araştırılabilir. İkinci ay mı neydi, Demir Perde ülkeleriyle ticaret nasıl arttırılır diye bir not yazdım. Biraz da uzun tutmuşum. En altta da ‘‘Arkadaşlar bunu takip etsin’’ yazıyor. Bir baktım, o not, gazetede köşe yazısı olarak çıkmış. Sadece son satır, atılmış. Böyle başladı. Çetin Emeç ‘‘Gazeteciden mi iktisat yazarı yapalım, iktisat yazarından mı gazeteci? Çok düşündüm ve tercihimi yaptım’’ dedi. ‘‘Gazeteciye iktisat kültürü vermek daha zor. En iyisi mi biz senin gibi insanlardan faydalanalım,’’ Nitekim o gündür bugündür, uzman kişiler iktisat yazmaya başladı basında...
BELLİ RİSKLERİ ALMADAN YAŞAMAK DA BİR RİSKTİR
Hayatımda 10 tane çok kritik yazı yazmışımdır. Keşke yazmasaydım demedim mi? Dedim. Çünkü tehdit aldım ve korktum. Ama sonra kendime ‘‘Bu da sensin’’ dedim. Daha fazla ayıklarsan artık nereye saklanacaksın, yorganın altına gir çıkma o zaman. Belli riskler almadan yaşamak da bir risktir...
ABİ BANA ŞUNU BİR CÜMLEYLE SÖYLE
Yazarlık ikinci işiniz mi?
- Evet. Hayatımı danışmanlık ve yöneticilik yaparak kazandım. Ama hep yazdım.
Peki siyasete bulaşmış ya da bankalarla haşır neşir olanların ikinci iş olarak ekonomi yazarlığı yapması konusundaki eleştirilere ne diyorsunuz?
- Haklılık payı var bu eleştirilerde. İnsan kötü yollara düşebilir. Benzer açmazlarda ben de dalgalandım. Ama beynimde bir duvar ördüm. ‘‘İki tane Ege var’’ dedim, ‘‘Biri danışman, biri yazar.’’ Maharet bazı şeyleri birbirinden ayırabilmekte. Burası bir doktor odası, ben duyduklarımı tıp bilgisi olarak kullanabilirim ama hastamın ismiyle birlikte ona zarar verecek şekilde asla kullanamam. Kullanmadım da. O kadar ki, doğrusunu bildiğim bir bilgiyi bile yanlış yazdım. Yani kamuoyunun bildiği biçimiyle. Çok özel bir bilgiyi asla yazıya sokuşturmadım...
Peki o ‘‘Son söz’’ler? İlk başladığınızdan beri hep var mıydı?
- Bir sene sonra icat ettim. Yazılarımın sonuna bir de ‘‘Son söz’’ ekledim. Çünkü bir arkadaşım vardı, uzun şey dinleyemezdi, ‘‘Abi’’ derdi, ‘‘Sen bana şunu bir cümleyle söyle.’’ Oradan yola çıktım...
DEVLETİN BESLEMELERİ PATRONUN BESLEMELERİ
Olayları tarih perspektifinde yerine koyalım ki, daha iyi anlayalım. Sedat Simavi'nin Hürriyet'i çıkarırken bir lafı var: ‘‘Bir gazete ya devlete satılır ya halka. Ben halka gazete satacağım’’ Buradan ne anlıyoruz? O güne kadar Türkiye'de gazeteler hep devlete satılmış. Neymiş Türkiye'nin ahlaksızlığı? Devlete yağ verip, devletten kağıt tahsisi, mürekkep tahsisi alırmış. Yarısıyla gazete basıp, yarısını da karaborsada satarmış. 60'ların da en büyük davası resmi ilanlar. Evet eskiden bankaların içe boşaltılmazdı ama benzer ahlaksızlıklar hep vardı. Çünkü kapitalizmin ahlakını anlamadık biz...
TRT Genel Müdürü geçen gün demiş ki, ‘‘Elektrikten kesilen pay yüzde 3.5'tu, şimdi yüzde 2 oldu. Yani TRT'nin geliri bu sene 80 milyon dolar azaldı. Personelimizin telefonlarını kesmek zorunda kalacağız. Büyük yapımlara imza atmıştık, malasef onları da yapamayacağız. Ne yazık ki, Eurovizyon ve 23 Nisan Şenliği de yok artık.’’ Bir dakika ya, bu işte bir tuhaflık yok mu? Bu ülkede yaşayan insanların devlete ödediği elektrik parasının yüzde bilmem kaç her sene önünüze konuyor ve siz ‘‘Kusura bakmayın bu sene şunlar şunlar yok, yapamadık’’ diyorsunuz. Bu ne demek? Siz aslında seyredilmeyen bir televizyon şirketini yönetiyorsunuz. Üstelik ‘‘Bizi seyretseniz de olur, seyretmesiniz de’’ diyorsunuz. İşte kapitalist ahlakta bu yok. Bu anlatmaya çalışıyorum. ‘‘Devlet paramızı verir, biz de güzel güzel televizyonumuzu yaparız’’ deme hakkınız yok. Derseniz, devletin beslemesi olursunuz. Gazeteciler de diyor ki, ‘‘Patron para versin biz de güzel güzel gazete yapalım.’’ Biri devletin, diğeri patronun beslemesi. TRT'yi devlet beslerse, TRT, devlet yağcılığı yapar, patron da gazetesini beslerse, onun yağcılığını da o gazete yapar. Bilmen nesini yazar mı? Yazmaz tabii. O zaman basın özgürlüğü olmaz. Bir insan bir yere gırtlağıyla bağlanmışsa özgürlük nasıl olur?