Yaşadığımız bu ülkeye, olan bitene, sisteme, riyakarlığa, ikiyüzlülüğe, iğrençliğe, yaptığımız pespaye, sıradan, birbirinin tekrarı işlere, sefilliğe, vesaireye vesaireye dair sorunlarımı, korkularımı, yılgınlığımı, bıkkınlığımı dile getirirken ben ve devam etme gücünü bulmakta, Türkçesi kendimi kandırmakta, her geçen gün daha zorlandığımı söylerken...
Bir taraftan da alt dudağımı uzatarak içli içli ağlarken...
O ne mi yapıyor?
Beni kucağına oturtuyor, sıkı sıkı sarılıyor ve bir oyun oynuyor:
Gözlerini kulaklarıma dayıyor, hızlı hızlı kirpiklerini açıp kapatıyor.
O zaman da gıdıklanıyorum.
Ve ben ağlarken gülmeye başlıyorum.
***
Şuçlusu kirpikleri!
Yoksa o da gayet iyi biliyor gülmek yerine ağlamayı tercih edeceğimi...
Beni anlıyor, hak da veriyor.
O yüzden kirpikleriyle beni yatıştırıyor ya.
O yüzden işi gırgıra vuruyor ya.
Bazen başka çare olmuyor ya.
Bir çocuk gibi kafamı okşarken de şefkatle, ‘‘Geçecek, geçecek!’’ diyor.
‘‘Alışacaksın, her şey normale dönecek birkaç gün içinde’’ demek istiyor.
İyi de ben o ‘‘normal’’e dönmek istiyor muyum?
***
Mutsuzluğumun sebebi zaten o ‘‘normal’’e dönmem.
Bu hayata.
Bu karmaşaya.
Bu bulanıklığa.
Bu saçmalığa.
Gazeteleri okumam, televizyonları izlemem yetti.
Kendimi 24 saat içinde ‘‘up-date’’ ettim.
Bok vardı sanki.
Demek ki hazır değildim.
Demek ki dönmek istemiyordum.
Ben gittiğim yerde kalmak istiyordum.
Ama işte tatil bitti ve biz girdik bu vahşi kürkçü dükkanından içeri...
Tatilde gördüğüm bütün o köpek balıkları, o kaplumbağlar burada duvarlarda asılı.
İçi doldurulmuş vaziyette.
Boş ve donuk bakıyorlar.
***
Sorun da bu zaten.
Bu yaşadığımız vahşet.
Anasını satayım hem de her alanda.
Herkes birbirini şişliyor bu ülkede.
İçinde yaşarken çok da farkında değil miyiz neyiz?
Üstelik biz de vahşileşiyoruz.
Bu suya, bu atmosfere uyum sağlıyoruz.
Adına da ‘‘mücadele’’ diyoruz.
Ve dere tepe düz gidiyoruz.
Ama eksildikçe eksiliyoruz.
Ne için?
Allah aşkına ne için?
***
E tabii beni bir hafta yollarsanız dünyanın bir ucuna ve hayatımda olmadığım kadar mutlu olmama izin verirseniz, her şeyden ama her şeyden kopmama müsaade ederseniz...
Olacağı buydu:
Ben koptum.
Yeniden bağlanmakta zorluk çekiyorum.
Uyum sorunu yaşıyorum.
Biraz zaman alacak yani.
O bildiğiniz bene dönüşmem.
Ama izninizle bir 48 saat daha ‘‘kabuksuz deniz canlısı’’ olarak kalmak istiyorum.
***
Evet, kendimi tam böyle hissediyorum:
Kabuksuz bir deniz canlısı gibi.
Gittiğim yerde biraz zaman almıştı ama ben tamamen kabuğumdan çıkmıştım.
Kendimi ispatlamam gerekmiyordu, oyunlar oynamam, numaralar çekmem, zeki olmak için çaba göstermem, idare etmem, rezilliklere, sakilliklere, salaklıklara tanıklık etmem, sürekli Allahım ne acayip bir ülkede yaşıyoruz demem, her yerde çaresizlik ve sıkışmışlık görmem...
Gerekmiyordu.
Karar bile vermiyordum.
Gerekmiyordu.
Verdiğimiz tek karar mercan kayalıklarına şimdi mi dalalım, sonra mı, yemeğe şimdi mi gidelim sonra mı?
Ayakkabı yok. Giysi yok. Kopenhag kriterleri yok. Mehmet Ağar yok. Emin Çölaşan yok. Kıbrıs sorunu yok. Oğuz'lu Fener ne olacak yok. Ne olacak bu memleketin hali, ne olacak bu gazetenin hali, ne olacak benim halim yok.
Aşk var, sadece aşk.
Doğallık, yalınlık ve hakikat.
E çıkarsın tabii kabuğundan.
Kaplumbağ hesabı, giysini, sert kabuğunu bir tarafta bırakır, öyle yüzersin, hafiflersin...
Tarifi olmayan zamanlar geçirirsin.
Sonra da kabuksuz kabuksuz eski hayatına dönersin.
Ben iyi mi ettim o güzelim adaya gitmekte dersin.
İstanbul'a gelince boynundan hiç çıkarmadığın o muskayı yeniden takma ihtiyacı hissettiğin için de ağlama krizine girersin.
Allahtan uzun kirpikleriyle kulağımı gıdıklayan, beni ağlarken güldüren biri var. Ya o da olmasa...