İyi ki Türk’üm!

Son ana kadar elimi bırakmadı.

Baktım bir ara gözleri doldu.Öptüm yanağından, “Sen güçlüsün” dedim, “Hiçbir şey olmayacak...”

O benim arkadaşım...
Fransız arkadaşım...
Bir de komşum, yan yana oturuyoruz...
Müthiş sosyal, müthiş enerjik, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir şey.../images/100/0x0/55eabc4af018fbb8f8936124
Bir gün evde röportaj kaseti çözüyorum, zil çaldı, karşımda fıstık gibi bir kadın duruyor, 40’larında, kafam kadar topuklu ayakkabılar, askılı beyaz mini bir elbise, pırıl pırıl parlayan gözler...
“Hayrola?” der gibi yüzüne bakıyorum...
“Ben Nadine” diyor, “Yan komşunuz, yeni taşındık, kahveye geldim...”
İçeri giriyor.
Biraz sonra kaseti maseti unutmuş, onunla havuz başında kahkahalar atıyordum.
Kızamazsınız...
Durduramazsınız.
Nadine öyledir, kapıdan kovsanız bacadan girer...

O, profesyonel bir “expat” karısı.
20 yaşından beri böyle yaşıyor.
Bir orada, bir burada...
Kocasının işi sebebiyle 8 farklı ülkede, 8 kere, her şeye sıfırdan başlamış, yeni arkadaşlar, dostlar edinmiş...
Artık tipik bir Fransız olduğunu söylemek de zor, daha çok “vatansız” biri...
Ya da tamamen dünya vatandaşı, nereye koysanız yaşıyor.
Uyum kabiliyeti muazzam.
Eğlenceli, hayat dolu...
Etrafı insan dolu...
Kadınlar, adamlar, arkadaşlar, partiler, eğlenceler...
Bir gürültü, bir patırtı, bir şamata...
Biz Türkler, çılgınlıkta onlardan çok gerideyiz...
Biz onlara göre acayip edepliyiz, hanım hanımcık...
Onlar mesela partilerinde, sırf geceye renk katsın, insanlar eğlensinler diye, üç kadın “striptiz şov” hazırlıyorlar, partinin ortasında üç erkeği sandalyeye oturtup, önlerinde striptiz yapıyorlar.
Önce uzun eldivenler çıkıyor, sonra papyonlar, sonra saçlarına taktıkları saç bantlarını, at kuyruklarını açıyorlar, saçlarını savuruyorlar, derken üzerlerindeki pelerin gibi elbiselerinin çıtçıtlarını açıyorlar ve...
Mayo benzeri bir iç çamaşırı ve jartiyerle kalıyorlar...
Ne bir kıskançlık, ne bir aşırılık.
Her şey normal karşılanıyor.
Biz asla bu tür şeyler yapamayız.
Kan çıkar, kıskançlık kavgaları patlar, akşam evde o kadınların yüzü dağılır, o sandalyeye oturtulan adamların karıları küser, yani küçük çaplı “bir felaket” yaşanır.
Onların umurunda değil.
Erkeklerin girdiği kılıklar da, bizimkilerin dudağını uçuklatır.
Ama işte, bizden farklılar ya, bizim gözümüzde “sapık” konumuna terfi ediyorlar ve alttan alta dedikodular başlıyor: “Eş değiştiriyorlarmış biliyor musun...”
Oysa, yok öyle bir şey.
Ben yakından biliyorum.
Ama bildiğim bir başka şey daha var...

“İş miş dinlemem, sana ihtiyacım var” dedi.
Çünkü ne zaman benimle bir şey yapmak istese, “Kusura bakma çalışıyorum!” diyorum.
“Birlikte hastaneye gideceğiz, memelerime silikon taktıracağım...”
Dubai’ye bir sürü estetik cerrah geliyor, ayda bir hafta buradalar, onlardan birinden, meşhur bir Fransız cerrahtan randevu almış.
“Tamam” diyorum.
Benim de en yoğun günümde söylüyor, ama olsun.
Sadece götürüp bırakacakmışım...
Ben götürürüm, sonra arkadaşları gelir, uyandığında yanında olurlar, ilgilenirler...
Diye düşünüyorum.

O sabah atlayıp arabaya birlikte gidiyoruz.
Hastane odasına yerleşiyoruz.
Doktorun geç geleceği tutuyor, “Sen git” diyor bana, “Olur mu seni hastane odasında yalnız bırakır mıyım, ben Türk’üm” diyorum, “Öyle medeni Avrupalılara benzemem...”
İstediği televizyon kanalını açıyorum...
Üzerini örtüyorum...
Eşyalarını yerleştiriyorum...
Hatta, rahatlatmak için, Türk usulü, bileğini kolonya ile ovuşturuyorum...
O arada gazeteden arıyorlar, röportajı teslim etmem gerekiyor, ortalık yıkılıyor ama telefonum sessizde, görüyorum, yanıtlayamıyorum.
Gelemedi o doktor, üç saat bekledik...
Sonra nihayet geldi, bizimkini bir korku aldı, dünyanın en cesur, en çatlak kadını, gözümün içine yavru bir kedi gibi bakıyor. Elini tuttum ve ameliyathaneye girene kadar, Türk usulü, “İyi olacak her şey merak etme” dedim, “Bu senin istediğin bir şey, zaten çok güzelsin, iyice dayanılmaz olacaksın...”
Son ana kadar elimi bırakmadı...
Baktım bir ara gözleri doldu...
Öptüm yanağından, “Sen güçlüsün” dedim, “Hiçbir şey olmayacak...”
“Uyandığımda burada olacak mısın” dedi...
Ne dersin?
“Tabii” dedim, “Üç saat sonra görüşürüz...”

O üç saatte popoma motor takılmış gibi, koştum yapmam gerekenleri yaptım...
Sonra tekrar hastaneye koştum, nasıl olsa insanlar vardır diye düşünürken bir de ne göreyim...
Kimse yok...
Arkadaşları gelmişler “Geldik, ameliyathanedeydin, işimiz var, gitmek zorundayız. Byeeeeee” diye bir not bırakmışlar.
Vaaaaaaaaaay!
İşe bak.
Birlikte eğlenirken acayipler, partilemede sınırları yok.
Ama burada vakitleri yok.
Kötü günde, kızın ihtiyacı olduğu anda herkes vınnnnn...
Etmişim böyle arkadaşlığın içine!

Koca desen, sadece bir telefon mesajıyla işi geçiştiriyor.
Üç çocuğu var, onları arıyorum, anneniz çıktı diye, biri duşta, öbürü üstünü değiştiriyor, vakitleri yok, belki birkaç saat sonra gelirlermiş!
Şunu anladım:
Biz Türkler gerçekten farklıyız, başka bir şey var bizde, biri yardım istediğinde akan sular durur, iki elimiz kanda olsa, biz insanı yalnız koymayız, bırakmayız.
Yurtdışında yaşadığım şu 6 yıl boyunca neler gördüm neler gördüm...
“18 yaşına geldin, artık hadi yaylan bakalım, bak başının çaresine!” diyenler...
Üniversitede okuyan çocuğuna, “Eve gelmek istiyorsan, uçak paranı kazanmak zorundasın” diyenler...
Onlar seyahatteyken, çocukları alkollü araba sürmekten hapse girince, nasıl olsa çıkacak diye kılını bile kıpırdatmayıp seyahatlerine devam edenler...
İyi ki Türk’üm!

Koş Yonca koş

Yonca’nın (Tokbaş) benim için üç önemli özelliği var:/images/100/0x0/55eabc4af018fbb8f8936126
1. Alya’nın sevgilisi Aslan Cem’in annesi. (İki afacan aynı okulda okuyorlar, aynı servisteler, okul çıkışı birlikte oynuyorlar, ben İstanbul’a gittiğimde Alya onlarda kalıyor...)
2. Kelebek yazarı. (Haber konuşuyoruz, röportaj konuşuyoruz...)
3. Dubai’deki en yakın arkadaşlarımdan biri. (Geldiğim ilk günden beri acayip destek oldu bana...)
Ve şu anda müthiş bir şey yapmaya hazırlanıyor...
Onunla gurur duyuyorum...
7 Mart’ta Antalya’da gerçekleşecek Runantalya 2010 koşusunda, “Adım Adım” oluşumuyla 10 kilometre koşup bağış toplayacak...
Med Yapım, ana sponsor olarak yanında olacak...
Hurriyet.com.tr de, tam destek arkasında...
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) şemsiyesi altında... “Bir çocuk değişir, Türkiye değişir” kampanyası kapsamında... Midyatlı Çocukların Eğitimine Destek Projesi için koşacak Yonca...
Toplanan bağışlar, Mardin Midyat Öğrenim Birimi’nin giderleri için harcanacak...
Biz ne yapacağız?
Bir kere, “Bir çocuk değişir, Türkiye değişir”e inanacağız.
Öyle çünkü.
Bizim yerimize o çocuklar için koşan Yonca’ya destek olacağız...
Her 60 liralık bağışın bir çocuğun bir yıllık eğitim masrafını karşıladığını öğreneceğiz...
Yonca diyor ki, “1 TL için de koşarım ben 10 km’lik yolu... 120 kişi 1 TL yollasa, iki çocuk kurtarırız...”
Bu arada Yonca hiperaktiftir, her şeye yetişir ama öyle dünyanın en kondisyonlu, en sporcu kadını filan değildir, aksine sağlık sorunları vardır, o yüzden de kalkıştığı şeye bayıldım.
O bir savaşçı.
Koş Yonca koş...

HAMİŞ: Bağışları, Yapı Kredi Bankası ve İş Bankası’ndaki TEGV hesap numaralarına EFT ya da havale yoluyla gönderebilirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları