Ayşe Arman: İlk defa milli oldum







Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Çocukluğunuzun geçtiği eve, büyüdüğünüz sokağa ya da okuduğunuz liseye en son ne zaman gittiniz?

Atkaya Kanat anlattı, geçenlerde bir pazar günü nöbetçi eczane ararken yolu, ilk gençliğinin geçtiği sokağa düşüyor:

Operatör Raif Bey Sokak.

Sokağın isminin güzelliğine bakar mısınız?

Demek ki, bir zamanlar bir operatör Raif Bey varmış.

Ve iyi bir adammış.

Tamam, kötü adamların da ismi sokaklara veriliyor ama...

Ben bu Raif Bey'i, Ayhan Işık bıyıklı, güzel elli bir adam olarak hayal ediyorum. Hayal benim, karışacak haliniz yok ya. Operatör Raif Bey, limonla saçlarını geriye tarıyor, ince çerçeveli metal gözlükler takıyor, bir de hep sahip olmak için öldüğüm, şişman üstten kapaklı deri bir doktor çantası var, yanından onu hiç ayırmıyor.

İşte Kanat, henüz babasının gözünde hain bir pırıltıyken, operatör bey çantasıyla, her gün yürüyerek Şişli Etfal'e gidiyor ve sonradan isminin bir sokağa verilmesine sebep olacak o faydalı işleri yapıyor.

*

Zaman geçiyor.

Raif Bey, sizlere ömür oluyor, çöp bacaklı Pekosbil Kanat ise, kısa pantalonları ve yara bere içindeki dizleriyle, Operatör Raif Bey Sokağı'nda koşturup duruyor.

Değişen bir şey yok, hala ince uzun bacakları var Kanat'ın; sadece dizleri yara bere içinde değil artık, yani öyle umud ediyorum, gazetede kısa pantalonlarla dolaşmadığı için dizlerinin durumunu kestiremiyorum, neyse annesi için Vermidon peşinde koştururken, birden geçmişiyle karşılaşıveriyor.

Ve inanamıyor.

Ömür Eczanesi'nin girişinde dikilirken...

Bir bakıyor...

Büyük Kanat burada, küçük Kanat, yolun karşısında duruyor.

Ve tuhaf.

Sanki herşey agrandizörde küçülüyor.

Kafasında o sokağa dair kalmış karelerle...

Şimdiki çok farklı.

Bizimki kendini Guliver gibi hisediyor.

Kanat büyümüş, sokak küçülmüş.

O ev, o pencere, o kapı, çok acayip, hiç de hatırladığı gibi değil.

Belki de (Marguez miydi, kimdi söyleyen?) gün geliyor, gerçeğin ne olduğu ya da o gerçekliği nasıl yaşadığımız değil, nasıl hatırladığımız önem kazanıyor.

*

Yaşasın.

Bu girizgahtan sonra 14 yıl önce mezun olduğum okula geçen pazartesi gittiğimde neler hissettiğimi anlatabilirim.

Şimdi biliyor musunuz, kafadan kendimden girersem, ego mego, benmerkezci kişilik yapısı diyorlar, sürekli kendini anlatıyorsun sıkıldık numaraları çekiyorlar, tamam mı arkadaşlar ben Kanat'tan söz ettim, şimdi sıra bende, yüksek müsaadenizle kendi geçmişimle yüzleşmemi anlatmak istiyorum.

7 senemi o okulda geçirdim.

Sonra da eski Ayşe'yi orada bırakıp, İstanbul'a geldim.

Artık zamanıydı tekrar o uzun örgülü saçlı kızı görmenin, o iki görüntüyü, o zamanki ve şimdiki halimi, üst üste bindirmenin. Böyle hain emellerim varken, Tarsus Amerikan Lisesi'nin Kariyer Günü'ne katılmadan edemedim. Yıllar sonra cinayet mahaline, kendi mesleklerini anlatacak 16 misafir konuşmacıdan biri olarak gittim.

Gece evde, sigara paketi büyüklüğünde 27 adet karton kestim, anlatmak istediğim şeyleri bir güzel yazıverdim.

Kalabalık karşısında kendimi araba farı görmüş tavşan gibi hissettiğimden, istedim ki, o fırlama veletlerin karşısında bari kartonlarım ve ben olayım, sıkışırsam çaktırmadan kartonlarıma bakayım...

Benim okulum Tarsus'ta, onlardan bir İstanbul'da bir de İzmir'de var. Zamanında misyonerler gelmiş, kurmuşlar. Çok güzel ışık alan bir okuldur, insana ışık da verir ayrıca. Gözlükule denilen bir tepenin eteğine kurulmuştur. Okulun dışında eski taş binalar var, hayret, o okulun öğrencisiyken, bir kere bile kafamı kaldırıp bakmamışım, Latin Amerika mimarisini andıran binaların güzelliğini fark etmemişim.

Çok saçma.

Yıllarca bizi Adana'ya taşıyacak servis otobüslerinin park ettiği alanın aslında bir Plaza, bir meydan olduğunu da çakmamışım.

Daha okula girmedim bile...

Bırakın içini, dışını bile 14 sene sonra farklı algılıyorum.

Eski Ayşe'nin o iki gözüne, iki yeni daha göz eklenmiş, herşeye hayretle dört göz olarak bakıyorum.

Dünyanın yolunu tepip, oraya buraya gidiyorum, ‘‘Vay Küba'da evler şöyle, Arjantin'de meydanlar böyle’’ diye ukalalıklar ediyorum ama burnumun dibindeki hayatımın bir dönemini geçirdiğim okulumun o binalara, o ışıltılara, o şenliklere ne kadar benzediğinin farkında bile değilim.

Yazıklar olsun bana.

Kimbilir daha böyle atladığım neler vardır şu hayatta.

Kaçırdığım, düşünemediğim, yakalayamadığım, ıskaladığım...

*

Demir kapıdan içeri giriyorum.

İşte ya, gizlice kulağıma hayatta hiçir şeyin göründüğü gibi olmadığını söyleyen, kafamın basmadığı herşeyi sorabileceğimi, sorgulayabileceğimi öğreten, kişiliğime biraz da küstahlık etiketi yapıştıran okulum...

Tuhaf bir çekingenlik geliyor üzerime, ellerimle yüzümü kapatıyorum sanki, parmaklarımın arasından geçmişe bakıyorum.

Görüntüler üst üste biniyor.

Bir yanda şu anın hareketleri, gömlekleri dışarda genç insanlar, vızır vızır, sanki bir tatil köyündeymişcesine rahat ortalıkta dolanırlarken, geçmişe ait benim kendi karelerim filmin üzerine yerleşiyor.

Komik oluyor.

Çünkü insanın aynı anda oynayan iki farklı filmi olunca, o anda hangisini seyrettiğini çıkartamıyorsun. 14 yıl öncesinden kalan sadece üç hoca var. Kimya hocası Erdoğan Kaynak, coğrafya hocası Ali Karamık ve edebiyat hocası Mustafa Nacar. Şimdi konumları değişmiş ama hala buradalar. Saçları biraz beyazlamış ama değişmemişler. İnsan bunca yıl sonra, bıraktığı bir yerdeki bir şeyi, tekar orada bulunca, sevindirik oluyor.

Üstelik o kadar keyifli ki...

Kazık kadar bir kadın olarak, ‘‘Siz öyle mi olduğunuzu zannediyorsunuz? Nah öyle oluyor!’’ diye konuşmaya başlayınca, eski edebiyat öğretmeninin sınıftan içeri kafasını uzatıp, hala 12 numaralı öğrenci Arman'mışsın gibi bakması ve senin bunu ciddiye almak zorunda olmaman çok hoş bir duygu.

Hoşlanmıyor nah dememden.

Ama bir gerçeği de tespit ediyor:

- Sen zaten eskiden de böyleydin!

Eskiden de böyle olmak hoşuma gidiyor, sanki bana ‘‘kadınsı’’ demişler gibi iltifat yerine geçiyor.

*

Eski okuduğum sınıflardan birinde yeni öğrencilerle karşı karşıyayım.

Bu konuşmalar neden yapılıyor?

Konuşmacılar, öğrencilerin kariyer seçimlerine katkıda bulunsunlar diye. Biraz naif bir düşünce. Yani ben gideceğim, ‘‘Ben şöyle yazıyorum, böyle yazıyorum’’ diye geyik yapacağım, onlar da gazeteci olacaklar öyle mi?

Nah öyle!

Ya henüz ne olacakları umurlarında bile değildir, hayatta ne yapmak istediklerini bilmiyorlardır ya da içlerinden bazıları nasıl kariyer yapacaklarına çoktan karar vermişlerdir bile.

Ben de onlara zaten bunu anlattım.

Uzman olduğum konuyu, yani ‘‘Ben de sizin yaşınızdayken ne bok yiyeceğimi bilmiyordum’’u anlattım onlara. Ama şunu da söyledim. 14 yıl önce sezgisel olarak tarif ettiğim şey, bugün bakıyorum da, benim yaptığım işmiş. Ve ben şanslıydım ki, bu okuldan mezun oldum, çünkü ben bu okulda fizik, matematik, kimya değil, kendimi ifade etmeyi öğrendim. Bir insan, hayatta karşısına çıkan zorlukları, dönemeçleri, soru işaretlerini aşmak istediğinde esas olarak hep bu soruyla karşı kaşıya kalıyor:

- Ben ne yapmak istiyorum?

İstediğin neyse onu yapıyorsun...

Daha doğru bir deyişle, yapabiliyorsun...

İstemediğin bir şeye özendiğinde de kıç üstü yere oturuyorsun. Resmen çuvallıyorsun. O yüzden arkadaşlar dedim, isteyin. Ne istediğinizi bilin, muslukçu mu olacaksınız, muslukçu olun, kebapçı mı açacaksınız, kebapçı açın. Yani illa da, bu hayatta gen mühendisi olmak gerekmiyor, sadece olduğun şeyi, iyi olmaya çalışmak gerekiyor.

*

Aynen böyle dedim.

Oturdum masanın tepesine.

Önceden hazırladığım kartonlarım yanımda, bir süre sonra da havaya girdim, bütün bunları takır takır söyledim.

Oysa şimdiye kadar, bu tür etkinliklere katılmaktan tırsmıştım.

İlk defa Tarsus'ta milli oldum.

Ne diyeyim?

Mutluyum, gururluyum.

Yazarın Tüm Yazıları