Paylaş
Biz normal hayatımızı yaşarken, eğlenirken, gülerken ya da saçma sapan şeyler için dertlenirken, küçük çukurlara düşerken, yokuşlarda zorlanırken, şu veya bu şekilde hayat hep ama hep devam ederken, zayıflamaya çalışırken, yeni kitaplar okurken, yeni hobiler edinirken, gelişirken, spor yaparken, hayaller kurarken, sevdiklerimizle vakit geçirirken, sevişirken, tatil planları yaparken, sürprizler hazırlarken, çocuklarımızın büyüdüğünü görürken, onlara sıkı sıkı sarılırken, karın, kışın, güneşin, yazın zahmetini çekerken ya da keyfini sürerken, geleceğe umutla bakarken, sağlıklıyken...
Ölüm bize çok uzakken, hiç ölmeyecekmişiz gibi gelirken...
O, bir hastane odasında, başına gelecekleri bekliyor.
İyileşmeyi, eski haline dönmeyi...
Bazen ağlıyor, “Ölmek istemiyorum, daha çocuğum çok ufak” diyor, sonra duruyor, “Yok ben ölemem ki, ölmeyeceğim ki. Bu hastalığı yeneceğim. Ölmeye hakkım yok. Oğlum daha üç yaşında. Bana ihtiyacı var. Hem ne derim ona? Anne uzun bir seyahate çıkacak mı? Onu bir daha göremeyeceksin mi? Ona bunu nasıl anlatırım ki... Ama ya gerçekten o uzun seyahate çıkarsam, o zaman ne olacak? Ona kim bakacak? Kim onu benim kadar sevecek? Kim annesinin yerini tutacak?”
Gamze, bir duygudan diğerine yuvarlanıyor...
Sınavların en zorunu veriyor.
Ve ona kimse yardımcı olamıyor.
O, tek başına...
Beni de işte, bu içinde olduğu durum mahvediyor.
Ne Gamze’yi ne Atakan’ı ne de eşi Emrah’ı tanıyorum aslında.
Ama biliyorum.
Acısını, korkusunu yüreğimde hissediyorum.
Çünkü onun yaşadığı korku, benim de, sizin de yaşadığınız korku...
Hayatı dolu dolu yaşarken, yok saymaya çalıştığımız korku...
Kimse ölmek istemiyor, kimse sevdiklerinden ayrılmak istemiyor...
Hele ona hâlâ ihtiyaç duyan küçük bir çocuğu varsa...
*
Gazetelerden takip etmişsinizdir...
Gamze Akbaş’ın tedavi görüp atlattığını zannettiği lösemi tekrar nüksetti, 8 Şubat’ta hastaneye yattı, 21 gündür 3 yaşındaki oğlu Atakan’dan uzakta.
Atakan onu bu haliyle görsün istemiyor.
Çünkü elini her kafasına attığında, bir tutam daha saç dökülüyor.
Kemoterapi, etkilerini gösteriyor.
En son evden çıkarken Atakan’ın parmağına dolayıp bukle haline getirdiği saçı, bir mendil içinde hastanede saklıyor.
Her gün onunla telefonda konuşuyor, bütün gücünü toplayarak, sesine enerjik bir hava vererek “Kurstayım bir tanem!” diyor, “Öğretmenler gelmeme izin vermiyor. Ama döneceğim. Bekle. Mutlaka eve döneceğim...”
Akşamları ona telefonda masal anlatıyor.
Rüyalarında bile oğlu var, onunla sohbet ediyor, şakalaşıyor, ağlayarak uyanıyor, oğlunun kokusunu özlüyor.
Bana bütün bunları telefonda anlattı.
Gidemedim çünkü.
Önceki gün, İzmir uçağına binmek üzereyken, eşi Emrah aradı, “Değerleri iyi çıkmadı. Enfeksiyon kapabileceğinden korkuyorlar. Gelmeyin. Hastane, görüşmenize şimdilik izin veremiyor...” dedi.
Eve döndüm, telefonda konuştuk.
Birkaç hafta sonra daha iyi olduğunda, buluşmak için sözleştik.
*
Hiçbirimiz başımıza gelecekleri bilmiyoruz...
Çaresiz, zavallı yaratıklarız...
Esas gerçeği, tek gerçeği, unutmaya çalışarak yaşıyoruz.
Çoğu zaman da bize bir halt olmaz zannediyoruz. Oluyor işte.
Ama aynı zamanda güzel şeyler de oluyor.
Yüzlerce insan seferber oldu Gamze için, bu anne-oğul birbirinden ayrılmasın diye, uygun ilik bulunsun ve Gamze tekrar iyileşsin diye.
Bu arada gazetelerde uygun iliğin bulunduğu yazıldı, keşke, henüz böyle bir şey yokmuş, aile beklemede, en çok da Gamze...
Ama şu var, o verilen kanlar, yüzlerce insanın bu kadar harekete geçmesi, olağanüstü güzel bir şey, boşuna değil yani, Gamze’nin hastalığına çare olmazsa bile, bir başkasınınkine olabilecek.
Gamze, beni ürküten bir şey anlattı, “Belki de ben çağırdım” dedi, “Nasıl yani?” dedim, “O kadar korktum ki, ya yeniden tekrarlarsa diye, son iki ay, tekrar gelir mi bu hastalık diye içim içimi yedi, belki de farkında olmadan çağırdım, olabilir mi?”
Ben de bilmiyorum ki bu soruların cevabını.
Kimse bilmiyor.
Olacakları mı hissediyoruz?
Yoksa hissettiklerimiz mi oluyor?
Sonra ekledi, “Ama belki de Allah bu hastalığı toptan yenmem için bir daha verdi. Belki de tamamen iyileşeceğim...”
“Belki değil... İyileşeceksin” dedim.
Olumsuz şeyleri aklıma bile getirmek istemiyorum.
*
“Neden Atakan’ın hastaneye gelmesini engelliyorsun?” dedim.
“Beni böyle görmesini istemiyorum” dedi, “O benim saçlarımı okşar hep, parmaklarına dolar, geçen sefer dökülen saçlarıma, kel kafama bakıp, ‘Sen benim annem değilsin, git!’ demişti. Bu sefer de aynı şey olsun istemiyorum. O daha çok küçük, onu ürkütmek istemiyorum. Bir de hastane ortamı çok hüzün verici...”
Ne söylesem ukalalık olacaktı.
“Haklısın” dedim.
Bir anne bilir çocuğu için doğru olanı, o çocuğu yeryüzünde en iyi o tanır, neyi kaldırıp neyi kaldıramayacağını hisseder...
Bir şey dikkatimi çekti, Gamze çok duyarlı. Önce hep başkaları, sonra kendisi geliyor. Gereğinden fazla fedakâr. Bilet aldık, gelemedik ve o bilet yandı diye o kadar üzüldü ki mesela, otuz kere “Çok mahcubum, çok özür dilerim” dedi. “Manyak mısın!” dedim, “Taktığın şeye bak. Altı üstü bir bilet. Bırak başkalarını düşünmeyi, kendini düşün, biraz bencil ol. Senin sağlığın için gelmemizin uygun olmadığını söylediler, gerisinin önemi yok.”
Belli ki çok hassas bir insan...
Zaten umursamayan insanlara bir şey olmuyor hayatta. Nerede, başkalarını kendinden çok düşünenler var, onlar hasta oluyor...
*
Biraz daha sohbet edip...
Kapattık telefonu. İçimi, derin bir hüzün kapladı... Ama sonra... Biraz sonra size de olacağı gibi... Hayat, beni, yeniden o inişli çıkışlı akışının içine aldı...
Gamze ise, o hastane odasında kaldı.
*
HAMİŞ: Gamzeciğim, sana hiçbir şey olmayacak, Atakan’ın ve Emrah’ın sevgisi seni koruyacak. İnsanlar kan vermeye devam edecek, eninde sonunda uygun ilik bulunacak. Dualarımız seninle. Sen de dayan, içindeki güce inan. Sen eve çıkar çıkmaz, bulabildiğim bütün perukları kapıp geliyorum...
Paylaş