Arkasından klinik psikoloji masterini tamamladı. Hastanelerde ve kendi kliniğinde çalıştıktan sonra hayatına çocuklar girdi, bir vakıf okulunda müdürlük yaptı. Onları yurtdışındaki okullara hazırladı. Ve o çocuklara verdiği, -bu röportajda da anlattığı- nasihatleri, kendi çocuklarına da uyguladı. Biri Yale’i bitirdi, diğeri Koç Üniversitesi’ni. Açıkça söyleyeyim, anlattıklarına benim kafam basmadı, o yüzden ikide bir "Nasıl yani?" soruları sordum, bir çocuğu
proje olarak değerlendirmek bana acımasız geliyor, onu hiç hesaba katmamak gibi geliyor, böyle bir şeye hakkımız var mı yok mu bilemiyorum, kafam karışık anlayacağınız ama Esin Acıman’ın anlattığı realiteler de var hayatımızda. Eminim çocuk yetiştiren herkesin bu konuda bir fikri vardır, sizin fikirlerinizi de önemsiyorum, lütfen bana aarman@hurriyet.com.tr adresinden yazın, birlikte araştıralım, birlikte öğrenelim. Acıman tatlı, cana yakın ve çok zeki bir kadın. "Kadın doğmak, kadın olmak" adlı bir kitabı da var, bir ay önce Remzi’den çıktı, o inşallah başka bir röportajın konusu...
Artık yeni bir dünyada mı yaşıyoruz?- Kesinlikle öyle. Hiç şüpheniz olmasın. Uygarlık teknolojiyle paralel gidiyor, 21. yüzyıla kadar daha yavaş gelişiyordu, artık tutabilene aşk olsun, o kadar hızlı. Bizler saniyenin onda birinde yeni bir buluşun evrene katıldığı bir dünyada yaşıyoruz bugün. Tabii Edison gibi bir şeyi icat edip kahraman olan insanlar da kalmadı. Daha doğrusu o kadar çok "kahraman" var ki, tek başına bir kişi öne çıkamıyor. Şurası bir gerçek ki kullandığımızın ve bize pazarlananın çok daha ötesinde bir teknoloji hazır. Çocuklarımız yeni dünyada bu ileri teknolojiyle yaşayacak.
Çocuk yetiştirmenin kuralları, ölçüleri değişti mi yani?- Benim inandığım şu: Bu yeni dünya için, liberal çocuklar yetiştirmek zorundayız. Benim anladığım liberal düşünce, seçenek çokluğu. Bizler anne- baba olarak sebep sonuç ilişkisi içinde çocuklara seçenekleri sunacağız, her bir yaşam duruşunun onlara neye mal olacağını, neler kazandıracağını söyleyeceğiz, onlar zamanı gelince seçimlerini kendileri yapacaklar.
Bu çağda çocuk yetiştirmenin 50’lerde, 60’larda yetiştirmekten farkı ne?- Bir kere mor menekşe kurutma ve saklambaç oynama devri bitti. Şimdi bilgisayar dönemi. Bu daha da ileri gidecek, çok değil 50-60 yıl sonra, eğitim evlerde olacak. "Edutopia" diye bir kavram geliyor, Education Utopia, okul mokul olmayacak, çocuklar eğitimlerini evlerden bilgisayarla gerçekleştirecek. Sınıf yok, kafana silgi atan, birlikte kıkırdadığın arkadaşın yok, bütün kitaplar elektronik posta olarak bilgisayarına gelecek. Bu gelişmelere mecburen uyum sağlayacağız, çocuklarımız da sağlayacak. Zaten 21. yüzyılın kilit sözcüğü bu: Uyum. Adaptabiliy.
Nasıl sağlayacağız o uyumu?- Kendimizi update edeceğiz, yani güncelleştireceğiz. Yeni aldıkları cep telefonlarının ayarlarını çocuklarına yaptıran bir sürü anne baba biliyorum. Hayır efendim, anne- baba olarak bizler de teknolojiden nasibimizi alacağız. "Ben anlamam, ben bilmem, benim kafam basmaz, teknoloji özürlüyüm!" yok. Bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. Çocuğumuzun yanındaki duruşumuz "En az senin kadar ben de biliyorum, gel beraber oynayalım- yapalım- kuralım" olmalı.
Bu kadar mı?- Aynı zamanda çok ciddi bir rekabet çağı. Biz de çocuğumuzu rekabete hazırlamak zorundayız. Bundan kaçamayız, kaçınamayız. Bakın bir sürü şey değişti, hani annesinin "Hayır!" dediğinin iznini koşarak babasından almaya kalkan çocuk bundan 30-40 yıl önce ayıplanırdı, kınanırdı, istismar ifadesi gibi algılanırdı. Ama şimdi o çocuğa zeki deniyor. Yolunu bulan, işlerini halledebilen, gerektiğinde küçük beyaz yalanlar söyleyebilen çocukları zeki buluyoruz. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. Çağ artık, bilgi çağı değil. Bilgiyi özümseme, kullanma, işlevsel hale getirme çağı. Bu yüzden hepimiz çocuklarımızı aktivitelere yönlendiriyoruz, her şeyi bilinler istiyoruz, yeni dünyaya uyum sağlasınlar diye uğraşıyoruz, olabildiğince birlikte seyahate çıkıyoruz, yaz okullarına veriyoruz, aslında dünyayı onların ayaklarına getiriyoruz. Başarı ancak ondan sonra geliyor...
Peki biz çocuklarımız başarılı mı olsun istiyoruz, yoksa mutlu mu?- Sizi anlıyorum ama bunları birbirinden ayırmak artık mümkün değil. Doğru da değil. Ama her zaman ikisi bir arada olmayabiliyor. Bu, ailenin o çocuktan ne istediğini bağlı bir karar.
Ailenin istediği ile ne alakası var? Söz konusu olan çocuğun hayatı...- Çocuklarımız artık birer proje. Doğdukları andan itibaren öyle...
İyi ama bu kötü bir şey değil mi?- İyi de demem, kötü de. Realite bu. Anne- babanın çocuğu adına gerçekleştirmek istediği projenin aşamaları ve hedefleri var.
Fena bir şey değil mi bu ya...- Değil aslında. Projeyi nasıl ele alırsanız, sonucu da öyle oluyor. Bizler, nasıl çocuklar yaratmak istiyorsak, o çocukları yaratıyoruz. Rekabet çok fazla. İyi okullardan mezun olmak yetmiyor, çok iyi okullardan mezun olmak gerekiyor. Çünkü bu yeni dünyada akademik başarı da önemli.
Peki bu çocukları böyle proje gibi yetiştirmek, anne-babaların egosudur denemez mi? Belki de kendi hayatlarında başaramadıkları şeyleri o çocuklar gerçekleştirsin istiyorlar. Ne kadar sağlıklı bu?- Doğru ama bu hep böyledir zaten. Çocuklardan bizde olmayanı bekleriz. Sizin hoşunuza gitmedi bu proje ifadesi ama yaşadığımız realite bu, akademik donanımı olmayan bir gencin bu dünyada kendine bir yer bulabilmesi imkansız. Rekabetle tanımlanan bu yeni dünyada güçlü bir akademik altyapı gerekiyor, bir sürü şey hakkında fikir sahibi olmak gerekiyor. Aileler de çaresiz bu duruma uygun davranmak zorunda kalıyor...
Çocukları daha minicikken okulların hepsine yazdırıyorlar, kuralara sokuyorlar...- Tabii tabii bence hepsini yapmaları lazım. Başka çareleri yok. Bu bir proje çünkü. Proje bilimsel bir düşüncedir. Projede önce gözlem vardır, sonra elindeki verileri değerlendirme ve hedef belirleme. Ve sonra da o hedef boyunca çalışma. Buradaki en önemli husus da, çocuğun kapasitesini iyi tanıma. Siz istediğiniz kadar akademik bir hedef kilitlenin, çocuk gerçekleştiremeyecek bir durumda ise boş, ne işe yarar...
Kusura bakmayın ama benim aklım hálá çok yatmadı... - Ben size yüzyılın gerçeğinden söz ediyorum. Ama tabii herkesin çocuğunu çok iyi tanıması gerekiyor. Üç tip çocuk var. Underachievable, achievable, over achievable. Yani kapasitesinin altında başarı gösteren, kapasitesinde başarı gösteren, kapasitesinin üstünde gösteren. Kimse kapasitesinin altında başarı gösteren bir çocuk yaratmak istemez.
Yaratmak? Doğurduk yetmedi mi, bir de yaratacak mıyız?- Ama öyle. Siz altyapıyı kurduğunuzda, projelendirdiğinizde eninde sonunda o çocuktan bir şey yaratıyorsunuz. Daha doğrusu, maddi şartlarınız doğrultusunda ona olanaklar sunuyorsunuz, gerisi ona kalıyor, yeni dünyaya uyumlu olabilecek mi, yeni dünyada rekabete girebilecek mi ve evet bir anlamda da başarabilecek mi? Başarı, yeni dünyada mutlulukla eşdeğer. Bize düşen de onların kendi kapasitelerinin zirvesine çıkabilmelerini sağlamak. Çocuğumuzu iyi tanıyacağız, onu kapasitesinin üst sınırlarına kadar incitmeden zorlayacağız. Kural, başkalarıyla değil, kendi kendisiyle rekabete sokmak...
Nasıl yani?- Mesela çocuğunuza sınavdan kaç aldığını sordunuz, 4 dedi. Asla Ayşe, Fatma kaç aldı diye sormayacaksınız ya da sınıfta senden yukarıda kaç kişi var diye. Sizi onlar ilgilendirmiyor, sizin için önemli olan çocuğunuzun bir önceki sınavdan kaç aldığı. Eğer 3’se, süper. Kendisini geçmiş, gelişme var.
İnsan çocuğunun üst sınırını nasıl anlar? - Her çocuğun bir duruşu, bir gelişim süreci var. Her yaş grubu içinde o çocuğun öğrenmesi gereken ahlaki değerler, bilişsel özellikler, zeka boyutları ve olması gereken duygusal bir hedef var. Bunların hepsini doyurmak zorundasınız. Proje budur, 4 bacaklıdır. 1- Ahlaklı bir çocuk yaratacaksın, doğruyu yanlışı öğreteceksin, insan ve hayvan sevgisi vereceksin, dolayısıyla doğa sevgisi, bundan hiç taviz vermeyeceksin. Bu manevi değerleri veremezsen çocuk kaybolur. 2- Bilişsel seviyesini takip edeceksin, bileceksin bu yaş grubu çocuğu ne yapar, yapmadığı zaman onu yapabilmesi için birtakım çalışmalara gireceksin. 3- Yapabildiği zaman da sınırlarını zorlamaya başlayacaksın. Bakalım bir yaş üstünün şu davranışlarını da yapabiliyor mu? 4- Ve bunları ona sunarken bunların onun yaşının ötesinde olgular olduğunu açıklayacaksın ki, yapabiliyorsa başarısıyla gururlansın, yapamıyorsa üzülmesin.
Pardon sizin kriterlerinize göre "başarısız" çocuğun mutlu olma ihtimali sıfır mı?- Bence öyle. Çünkü bu yeni dünya onu yutar. Ve başarısızlık hissi ciddi bir mutsuzluk getirir. Mutluluk nedir? Bir karardır, mutlu olmaya karar verirsiniz. 21. yüzyılda mutluluk tanımları geçmişe göre biraz farklılaştı, uygarlığın aldığı yeni biçimden dolayı. Bugün realite mutsuzluk. Bugün kültürlerde herkesi mutsuz eden ortak öğeler var, sevgilinin, kocanın, karının ölümü, maddi kayıplar, büyük hastalıklar, prestij kaybı... Bunlar Alaska’dan Güney Afrika’ya herkesi mutsuz eden unsurlar. Oysa aynı anda herkesi birden mutlu eden hiçbir şey yok...
Neden yokmuş? Güneşin doğuşu, bir çocuğun gülümseyişi, deniz, aşk tutkusu, suyun insan tenine teması, hatta nefes almak...- Hayır bunlar ancak mutlu olma kararı alan kişiyi mutlu eden öğeler. Ama demin saydıklarım herkesi mutsuz eder, ayrılık, ölüm, hastalık... Demek ki realite mutsuzluk. Mutluluğu yaratan öğeler, kişinin kararıyla oluşur. Bir insan mutlu olmaya karar verdiği gün, onu mutlu edecek öğelerin farkına varmaya başlar. Güneş, sağlık, pırıl pırıl bir nefes, çocuğumuzun gözündeki pırıtlı, kahkaha... Karar vermek bir tutum ve davranıştır. Çocuklarımıza da en çok öğretmemiz gereken şeylerden biri bu. Onun mutlu olmaya karar vermesini sağlamak. Bu proje dahilinde onu akademik yola sokmak için çaba harcamalıyız, mutlu olma kararı alan, manevi yönü kuvvetli, etrafındaki nesnelerin değerini bilen, takdir ve şükran duygusu gelişmiş biri haline getirmeliyiz. O zaman o çocuk hem başarılı hem mutlu olma şansına sahip olabilir.
Peki teknolojiye uyum bu çocuklara yalnızlığı getirmeyecek mi?- Getirecek. Bu da yeni dünyanın bir başka gerçeği. Zaten artık günümüzde, komşuluk, pijama partileri, yatıya kalma, kızlar bir araya toplanıp kıkırdaşmak pek yok. Benim çocukluğumda bunların hepsi vardı, üç dört kız pijamalarımızı giyip, yatakta oğlanları, annemizi babamızı çekiştirirdik. Belki hálá bunu yapanlar vardır ama azınlıktalar. Bugünkü çocuklar internette msn’la sohbet ediyorlar. Kimse birbirinin evinde kalmıyor artık. Tabii küçük yerlerde durum farklı olabilir. Büyük şehrin de, küçük şehrin de farklı getirileri ve bedelleri var. Bedelsiz hiçbir şey yok...
Bodrum gibi bir yerde çocuğunu alıp yetiştirenler var. Sakin, hırstan uzak, özgür...- Valla ben de çocuk olsam ve seçme sansım olsa öyle bir yeri tercih ederim. Deli miyim, bu çığlık çığlığa trafikten kurtulmak isterim... Kuşlar cıvıldasın, kedimle oynayayım, etrafta börtü böcek dolaşsın. Tabii ki böyle bir ortamda yetişen çocuk, sakin, dingin, sevgi dolu biri olur. Ama bu hırstan, rekabetten uzak büyümüş çocuğu sonra nereye göndereceksin? O bu yeni dünyada nasıl var olacak? Ya da nasıl iddialı olacak?
Peki bütün bunları neden yapıyoruz? Çocukları kuş cıvıltısından mahrum bırakmanın bedeli yok mu?- Evet çok büyük bir tuzak bu. Uygarlığın en büyük bedeli. Ben bütün bunları anlatırken aslında kendi iç dünyamla da çelişiyorum. Bana bunların doğru olduğunu yüreğim değil aklım söylüyor. Yoksa ben de 60’ların 70’lerin insanıyım, mor menekşelerin kadınıyım. Ben mutluluk besinimi eski İstanbul’dan aldım. Ama bir eğitimci olarak, bir psikolog olarak, bir bilim kadını olarak yeni dünyanın çocukları için yeni gerçekleri tanımlamaya çalışıyorum.