Paylaş
Birkaç ay önce ablam, “Kızma ama çok çirkin ayakkabılar giyiyorsun! Gidip kendine bir Louboutin alsana” dedi.
“Almam” dedim.
Ayakkabı almak yerine evime obje almayı tercih eden kadınlardanım, kıyamıyorum.
Baktı oralı değilim, canım ablam bana bir tane hediye etti.
“Her şeyin bir ilki vardır!” diye.
Bej, günlük bir ayakkabıydı.
Ayağıma giyince ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam.
Beni sanki olduğumdan daha zarif, daha ince yaptı, kendimi kuğu gibi falan hissettim!
Tepe tepe giydim.
Louboutin giyip daha akıllı olmuyor tabii insan ama güzel ayakkabıymış, böyle de bir gerçek var.
Kadınların bin yıldır bildiği şeyi, benim bu kadar geç keşfetmem ayrı bir komedi tabii!
“Louboutin İstanbul’a mağazalarını ziyarete geliyor. Tüm dünyada da ojeleri ve rujları olay yaratıyor. Röportaj yapmak ister misin?” dediler.
“Modadan anlamam. Hem ne anlatacak ki!” dedim.
Eskiden çok mühim bir şeydi, dünya çapında isimlerle röportaj yapmak, yan yana durmak, fotoğraf çektirmek, artık öyle değil, söyleyeceği bir şey varsa dikkate almak gerekiyor.
“Adam çok çılgın!” dediler.
“O zaman yatağa girelim!” dedim.
Birden esprili geldi, ünlü ayakkabı tasarımcısıyla yataktayım, onun ayağında da benim ayağımda da Louboutin’ler var…
Ama tabii ben onunkileri de topuklu bir kadın ayakkabısı olarak hayal etmiştim.
“Tabii olur!” dediler.
Ama röportajdan bir gün önce, “Christian böyle bir şeyi yapamayacakmış!” mesaji geldi. “O zaman vazgeçelim” dedim: “Fotoğraflar ilginç olmayacaksa niye konuşayım?”
Bir taraftan da “Vay be! Elin Fransızını bile korkuttum!” diye sevindim.
Sonra dediler ki, “Tamam, seninle tanışmak istiyor!”
Gittim Çırağan’a, şahane ve çok gerçek bir adam çıktı…
Hikâyesini dinleyince neden bu kadar başarılı olduğunu da anlıyorsunuz.
Bıcır bıcır konuşan, müthiş yaratıcı, esprili biri…
Röportaj sırasında ayakkabılarını çıkartıp, ayaklarını altına aldı, ohhhh…
Beni de sevdi, dedi ki, “Sen Anita Pallenberg’in gençliğine benziyorsun. Bir ara Anita’yla konuşuyorum gibi geldi…”
Ben tabii Anita kim bilmiyorum.
“Rolling Stones’un Keith Richards’la beraber olan meşhuuur Anita!” dedi.
Uzun uzun Google’dan Anita’nın eski fotoğraflarını buldu, gösterdi: “Uyuşturucudan çöktü ama bak gençlik halleri böyleydi, senin ağız ve göz yapın ona benziyor!”
“Harika!” dedim, “Çok teşekkür ederim! Ama benim acelem var, hadi yatağa girelim!” Çok güldü.
“Ne kadar açık sözlüsün!” dedi.
Bu fotoğrafları Emre 15 dakikada çekti, odadaki herkes kahkahalar atıyordu.
Yatak serime bir de erkek eklemiş oldum!
Ayakkabıdan çok duygu satıyorum
Dünyanın en seksi ayakkabılarını yapan tasarımcısınız. Sizin için ayakkabı dâhisi diyenler bile var! Böyle bir başarıyı çocukken hayal etmiş miydiniz?
-Hayır asla! Ayakkabı, benim tutkumdu. Kendimi bildim bileli ayakkabı tasarlamak istedim ama kadınların arzu nesnesi haline dönüşecek ayakkabılar çizebileceğim, böylesine büyük bir marka olabileceğim aklıma bile gelmezdi...
Küçükken yaratıcı bir çocuk muydunuz?
-Yaratıcı mıydım bilmiyorum ama tuhaftım! Çizim yapıyordum ama sadece ayakkabı çizebiliyordum. Benim dünyam ayakkabılardı...
Neden? Ayakkabının nesi sizi bu kadar baştan çıkarıyordu?
-Çocukluğum kabarelerde, müzikhollerde şovlar izleyerek geçti. Paris, 70’li yıllarda bu açıdan muhteşemdi. Birbirinden güzel kabareler vardı. En sevdiğim şey de, o şovları izlemek, sahnedeki o kızlara bakıp hayaller kurmaktı. Rüya gibiydi her şey, renkler, giysiler, uçuşan tüller, tüyler, bacaklar ve tabii ayakkabılar! 12, 13 yaşımdayken en yakın arkadaşımla neredeyse her şovu izlemiştik...
Okulda çok tembeldim
O yaşta nasıl girebiliyorsunuz ki...
-18 yaşından küçüklere yasak değildi ama benim param yoktu. Bir gün, şöyle bir şey fark ettim: İçeri girerken bilet soruyorlardı, ama sonra ara oluyor, insanlar dışarı çıkıp sigara içiyordu. İkinci yarı için zil sesleri çaldığında millet geri salona dönerken, kimse bilet- milet sormuyordu. Oley! Biz arkadaşımla Paris’teki bütün gösterilerin ikinci yarısını izleyen iki küçük fareydik. Bütün şovları artık ezberlemiştim. Ama her seferinde tekrar büyüleniyordum.
Madem bu kadar büyülüyordu sizi, neden tiyatro ya da Broadway’e yönelmediniz?
-Çünkü ilgimi çeken müzik değildi ki, o estetik bütünlüktü. Güzellikti. Rengârenk kostümler içindeki kızlar, benim gözümde egzotik kuşlar gibiydi. Onları, cennetin kuşlarına benzetiyordum. Ve kuşların normalde ayakkabıları olmaz ama bunların vardı! Ve sanki o ayakkabılarla tamamlanıyorlardı, formları değişiyordu, bacakları güzelleşiyordu, bedenleri dikleşiyordu. Hepsi ama hepsi o güzelim ayakkabılar yüzündendi! Bu kadar küçücük bir şeyle, bu kadar büyük bir değişiklik nasıl gerçekleşiyordu? Eve gidip o kızlara farklı farklı ayakkabılar çiziyordum...
Ayakkabı tutkunuzu, işe çevirmeye ne zaman karar verdiniz?
-Okulda çok tembeldim. Umurumda bile değildi dersler. Üstelik canımı sıkan bir şey vardı, sürekli şöyle salak bir soru soruyorlardı: “Büyüyünce ne olacaksın?” Bir şey söylemen ve büyükleri etkilemen gerekiyordu. Bir kız arkadaşım bir keresinde yardım istedi benden, “Ne diyeyim?” dedi, “Hostes olacağım dünyayı gezeceğim de!” dedim, “İstemiyorum ki dünyayı gezmek!” dedi. “O zaman hayvan bakıcısı ol!” dedim. “Ben hayvanları da senin kadar sevmiyorum” dedi. Benim ise neyi sevdiğim belliydi. Hep... Ayakkabılar! Cevabım da hazırdı: “Büyüyünce ayakkabı yapacağım! Ayakkabı tasarımcısı olacağım!”
Nasıl bir aile?
-İşçi bir aile. Üç ablam vardı. Sürekli her kafadan bir ses çıkardı. Evde 300 cadı yaşıyor gibiydi...
Haremde gibiydim
Kadın enerjisi fazlaydı yani...
-Hem de nasıl! Car car konuşurlar, her şeyi bilirler, neşeli, hayat dolu kadınlar. Ve tabii annem. Hayatımda en önemli figürlerden biri. Kendimi kadınlar tarafından kuşatılmış küçük bir çocuk olarak hatırlıyorum. Haremde gibiydim. Ama mutluydum. Rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Ne öğrendiysem kadınlardan öğrendim.
Anne-baba ne iş yapıyordu?
-Annem ev kadınıydı. Babam ise marangozdu. Sessiz bir adamdı. Ahşap oyardı, şiirsel bir şekilde. Benim ilgimi çeken ‘güzellik’ti, ‘estetik’ti. Ahşabın, kadının, giysilerin, şovların, ayakkabının her şeyin en estetiği. İnsanlar bakıyor ama görmüyordu, ben görüyordum, fark ediyordum, hissediyordum...
Aileniz aslen nereli?
-Bretonya’nın kuzeyinden. Fransa’nın sefil yerlerinden bir yeri. Ama çocukluğum Paris’te geçti. İnanılmaz hayalciydim ben. Her gün okula aynı yoldan giderdim, yolun üzerinde de bir seyahat acentesi vardı. En sevdiğim şey, o acenteden broşür toplayıp, sanki seyahate çıkacakmışım gibi destinasyonlara ve uçak saatlerine bakmaktı. Kendi kendime oynadığım bir oyundu, “Bu sefer, 2 aylığına bir geziye çıkıyorum” derdim, “Seyahatim İstanbul’dan başlıyor. İpek Yolu’nu takip edeceğim!” Hemen havaya girer, bütün o uçuşlara bakardım. Yatak odamdan dünyanın her bir tarafına uçardım. Her gittiğim yerde, otelde beni bekleyen bir zarf olurdu, hayalimde tabii, içinde de bir sonraki güzergâhımın yazılı olduğu bir not...”
Vayyyy süpermiş!
-(Gülüyor) Seyahatlerim de çok maceralı geçerdi. Kimi zaman kaybolurdum, kimi zaman param çalınırdı ama yine de yeni insanlar, kültürler tanımaya bayılırdım. Tüm bu fanteziler hayal gücümü tetiklerdi. Geçenlerde arkadaşım Diane Von Fürstenberg’e anlatıyordum, “E hayallerin gerçek olmuş! Şu anki haline baksana sürekli seyahat ediyorsun!” dedi. Doğru aslında, işim gereği, bütün dünyayı geziyorum.
Rahat ayakkabıdan nefret ederim
Topuklu ayakkabı giymeden de bir kadın seksi olabilir mi?
- Elbette. Brigitte Bardot mesela. Onu hayal ettiğinizde, yüksek topuklu ayakkabılı hali gelmez aklınıza, dümdüz babetli hali gelir. Ama duruşu ve beden dili o kadar çekicidir ki... Ben yine de topuklu ayakkabıyı tercih ederim. Kadına kesinlikle farklı bir yorum katıyor.
Peki ‘rahat ayakkabı’ sevmediğiniz doğru mu?
-Evet, nefret ediyorum! Bundan daha korkunç bir şey yok. Rahatlığı, fikir olarak reddediyorum. Kendi ayakkabılarımın da rahat olarak tanımlanmasını asla istemem. Sizden rahat ayakkabı çizmenizi istesem, nasıl bir ayakkabı çizerdiniz?
Aklıma Crocks’lar geliyor...
-İşte bak! Bana felaket geliyorlar. Evet, bu kadar tutması bir başarı ama ben, kendi ayakkabılarımın ‘güzellik’, ‘tutku’ ve ‘arzu’ kavramları hatırlatmasını isterim, asla ‘rahatlık’ değil!
Özgür ruh!
Kendinizi ‘sanatçı’ olarak mı tanımlıyorsunuz?
-Hayır, ‘zanaatkâr’ denmesini tercih ederim.
Tasarım eğitimi almamışsınız, “Alsam ne olurdu?” diye düşündüğünüz oluyor mu?
-Hayır, hiçbir zaman umurumda olmadı. Bir okula kaydoldum ama sadece 3 ay devam edebildim, sıkıldım, okulu bırakıp Hindistan’a gittim.
Kaç yaşındaydınız?
-16. Çok özgür ruhluydum.
Kendinizle ilgili en çok neyle gurur duyuyorsunuz?
-Hâlâ çok özgür bir adam olmamla...
Özgürlükten kastınız ne?
-Moda dünyasında insanlar, başkaları için çalışır. Oysa ben, kendi başıma, yoktan var oldum, şirket kurdum, üstelik ‘kalıcı’ oldum. Arkamda da kimse yok. Bu, büyük bir lüks. İnanılmaz hafifim.
Siz, ‘self made’ denilen insanlardansınız. Peki neleri doğru yaptınız da var oldunuz?
-Milletin, “Bu kuraldır! Sakın bunları yapma!” dediği şeylere aldırmayarak...
Neler yaptınız mesela...
-Hep, “Yakın arkadaşlarınla sakın iş yapma!” denir. 23 yıldır en yakın iki arkadaşımla ortağım, çok da memnunum, hiç arıza çıkmadı. Bir de “Çalıştığın yerde asla uyuma!” dediler. 7 sene ofiste yaşadım, Paris’te istediğim daireyi alacak param yoktu. Hepsi palavraymış. İnsanın kendi işiyle ilgili kurallarını kendisinin koyması gerekiyormuş.
Aranızdaki işbölümü nasıl?
-Henri var, bir de şirketin CEO’su Bruno var, bense tasarım ekibinin başındayım. Fakat şirketin her kademesinde görev aldım. Paris’te küçük bir mağazayla başladık, orada tezgahtar olarak çalıştım ve her işle ilgilendim. Birine ukalalık edeceksen o işin A’dan Z’ye nasıl yapıldığını bilmen gerekir...
Neden ayakkabı denilince akan sular duruyor? Neden kadınlar, ayakkabı için bu kadar deliriyor?
- Ayakkabı dediğin şey, tüm vücuda yayılan elektrik akımı gibi bir şey. Kadın, ayağına geçiriyor ve o anda bilimkurgu filmlerindeki gibi bir etkileşim oluşuyor. Ayakkabı gerçekten kadını dişileştiriyor, duruşunu değiştiriyor.
Yani siz o zaman ‘sadece’ ayakkabı satmıyorsunuz...
-Olur mu? Tabii ki hayır! Biz ayakkabıdan çok duygu satıyoruz!
Kadınlar sizin ayakkabılarınızın içinde kendilerini daha seksi, daha zarif, daha dişi mi hissediyorlar?
-Kadınına göre değişiyor. Kendisinde eksik olduğunu düşündüğü duygunun, bizden aldığı ayakkabı sayesinde tamamlandığına inanıyor. O duygu sahip oluyor. Seneler önce, dükkâna bir kadın geldi, 70’lerine yakındı, belli ki gençliğinde ortalığı yakıp yıkmış, çok zarifti, bizim en yüksek topuklu modellerden birini ayağına geçirdi ve aynada kendini süzerek, “Aman tanrım, çok seksi oldum!” dedi. Ve ayakkabıyı aldı. Aynı gün, çok seksi bir kadın gelip aynı modeli giydi, aynada kendine baktı ve “Aman tanrım ne kadar klas oldum!” dedi. Şık ve zarif olan hayatına biraz seksapel katmak istiyordu, seksi olanı ise klas ve zarafet. Ayakkabı bir aynadır aslında...
Peki kadınların abartılı çanta ve ayakkabı tutkusu sizi şaşırtmıyor mu?
-Şaşırtıyor ama kesinlikle yargılamıyorum. Amerika’ya sık sık ayakkabı imzalamaya giderim. Bir keresinde yakışıklı bir adam, bana yaklaştı, ‘Sevgilim beni, sizin için terk edebileceğini söylüyor! Nasıl bir adam olduğunuzu merak ettim, sizi tanımaya geldim” dedi. Gülümsedim. Orada sözü edilen tabii ki ben değilim, o kadının tutkusu...
Nasıl yani?
- O kadın, sevgilisine kendi tutkuları ve özgürlük duygusu için onu terk edebileceğini ima ediyor. O kadın benim için terk etmeyecek adamı, benim tasarladığım ayakkabılara duyduğu arzu yüzünden edecek. O arzu, onun hayatındaki tutkunun karşılığı. Yani ayakkabı konuşmuyoruz aslında...
Sosyolog gibi konuştunuz...
-Kadınlar ve ayakkabılar bunca yıl içinde beni sosyolog da yaptılar!
Kırmızı tabanın gerçek hikâyesi
Milyon kere anlatmışsınızdır ama yine de soracağım: Tasarladığınız ayakkabının tabanını ve topuğunu kırmızı yapmanızın gerçek hikâyesi ne?
-Şirketteydim. Siyah tabanlı bir ayakkabının hem kendisine hem de kâğıt üzerindeki tasarımına bakıyordum. Nedense ayakkabının çizilmiş hali, daha çok hoşuma gitti. Nedenini çözmeye çalışıyordum. Sonra fark ettim ki, çizdiğim ayakkabıya bir renk cümbüşü eşlik ediyordu. Oysa elimdeki ayakkabı simsiyahtı. Topuğu da tabanı da. Tekrar çizime baktım, hiç gölge yoktu, tabanı ışıl ışıldı. Farklı bir enerjisi vardı. Oysa elimdekinin kasvetli bir enerjisi vardı. Tam o sırada da asistanım tırnaklarına oje sürüyordu. “Versene o ojeyi!” dedim. Elimde, ayakkabının tabanını boyamak için kırmızı bir kalem yoktu, o yüzden ojesini istedim. O da “Olmaz şu anda kullanıyorum” dedi. Ben ısrar ettim, o karşı çıktı. Sonunda elindeki ojeyi kaptım ve ayakkabının altını boyamaya başladım. Aaaa birden şahane göründü gözüme! Bir ışık geldi ayakkabıya, farklı bir hava geldi, dişilik geldi...
Bu ne zaman oluyor?
-1992’de. O an, hayatımın dönüm noktalarından biridir.
Peki neden aradan geçen 22 yılda kırmızıdan sonra başka bir renkle devam etmediniz? Mesela yeni nesil için, tabanı limon sarısı ayakkabılar yapabilirdiniz? Neden sadece kırmızı?
- Louboutin, sağlam bir marka. Kırmızı renge, kırmızının çağrıştırdığı o ruha, sıkı sıkıya bağlı bir marka. Ona dokunmak istemem. Bozmak istemem. Tıkır tıkır işleyen saati niye kurcalayayım ki? Başka bir isimle yapmak mümkün ama içimden gelmedi...
Asistanınızın elindeki oje başka bir renk olsaydı peki...
-Olamazdı ki! Kırmızı, tutkunun rengidir ve aslında bu ayakkabıların tabanının kırmızı olması kadınların kararı. Bu kadar çok tutmasının sebebi, 92’de Paris’teki kadınlar renk sevmiyordu. Ama “Renk sevmiyorum” diyen kadınların bile dudakları, tırnakları kırmızıydı. Diğer renklerin yanında kırmızının hep bir ayrıcalığı vardı. Renklerin, ülkelere, kültürlere göre farklı anlamları vardır. Mesela beyaz, Avrupa’da evliliği, saflığı çağrıştıran bir renk olarak anılırken, Hindistan’da ölümün rengidir. Bir sürü yerde tutkunun rengiyken, kırmızı, Çin’de paranın rengidir. Ülkeden ülkeye farklı anlamlar taşısa da hiçbir kültürde kırmızının kötü bir anlamı yoktur. Ayrıca hakkında uydurulmuş şehir efsaneleri de yoktur. Oysa turuncunun vardır. Sahneye çıktığında asla turuncu giymemelisin mesela. Kötü şans getirir derler...
Oku da nefessiz kal!
Nasıl bir koşturma içindesiniz?
-Hazır mısın dinlemeye! Yarın Yunanistan. Pazar Berlin’e geçeceğim. Salı günü Fransa, çarşamba bir haftalığına İtalya. Oradaki fabrikayla ilgilenmem gerekiyor. Cumartesi Portekiz, pazartesi Paris. Oradan da cuma günü, iki günlüğüne Kahire. Fotoğraf çekimi. İki günlüğüne Luksor. Sonra üç gün Dubai. Oradan dört günlüğüne Hindistan. Hindistan’dan sonra Bhutan. İşte orada bir hafta trekking yapacağım, kafa dinleyeceğim. Sonra dağdan inip, yine iş için Çin’e gideceğim. Yakın bir zamanda dükkân açtım orada. Bir bakayım neler oluyor. Çin’den sonra Singapur. Oradan da San Antonio. Sonra sırada San Francisco var. Ve New York. Orada da dört gün kalıp, Paris’e eve döneceğim. Nasıl?
Olağanüstü güzel bir ülkeniz var
Peki ya İstanbul?
- Çok büyüleyici. Kesinlikle dişi bir şehir. İlk geldiğimde 15 yaşındaydım. 45 yıl önce bu kadar yoğun bir trafik yoktu. Ah ne güzeldi o günler! 15’tim iki arkadaşımla bir gece Pera Palas’ta kaldık. Ama paramız yetmedi, ertesi gün Sultanahmet’te başka bir otele geçtik. Sonra İzmir, Kaş, Fethiye, Antalya, Alanya... Derken yukarı Konya sonra Pamukkale... Türkiye’yi oldukça iyi biliyorum. Farklı zamanlarda Mavi Yolculuk yaptım. Olağanüstü güzel bir ülkeniz var.
OJELER ve RUJLAR
Yeni çıkan oje ve ruj büyük bir başarı oldu. Bu fikir nasıl doğdu?
- Benim için detaylar önemlidir. Oje ve ruj işte o detaylar. Güzellik, kadını güçlü kılan bir şey. Güzellik de bakımlı olmak bana göre. Kendini, bedenini tanımak. Oje ve ruj, bir kadının kendini yeniden tanımlayabileceği şeyler. Minik birer sanat eseri gibi tasarladık, dünyanın her yerinde muazzam bir ilgi oldu.
Paylaş