Hayatımda gördüğüm en çekici 80'lik

Yalıkavak'taki evinin önündeyiz. O bana, ben ona doğru yürüyorum. İnsan vakit kazanıyor yürürken, inceleyebiliyorsun, bir iki küçük ayrıntıyı değerlendirip karar veriyorsun, hamleni ona göre yapıyorsun.

Kareli gömleği, şapkası, açık renk keten pantolunu, özenli doğal beyaz sakalıyla Sean Connery kadar etkileyici bir adam. Robinson Cruose'yla Sean Connery karışımı.

Ruhundaki özgürlük ışığı, yüzüne ve lacivert gözlerine nur şeklinde yansıyor. Hálá yürüyoruz ve kararımı veriyorum, benim aşık olabileceğim bir adam. Uzun boyu, hafif boşvermiş hali, nezaketini süsleyen alçakgönüllülüğü ve bilgeliğiyle rahatlıkla tavlardı beni...

Şartlar uygun olsaydı tabii.

80 yaşında olmasından söz etmiyorum. O evli. Benim de sevgilim var. O yüzden.

*

Sıradan biri değil karşımdaki.

Sadun Tanju o. Yılların gazetecisi. Free-lance gazeteciliği Türkiye'ye getiren ve yapabilen nadir kişilerden biri. 12 kitabı var. Özel anlaşmalarla Hürriyet ve Milliyet'te yayınlanmış bir dolu baba röportajı var. Ses getirmiş incelemeleri, biyografileri var. Bu mesleğin duayenlerinden. Gün gelmiş ‘‘Tamam’’ demiş, ‘‘Çekiliyorum. Bodrum'a.’’ Savaşta püskürtülmüş bir kumandan değil, yenik düştüğü için değil, kendi tercihi öyle olduğu için. On yıldır orada yaşıyor, kendi deyimiyle Yalıkavak'ın şeyhi.

İstanbul şehri, o kadar aldatma konusundaki tartışmaların gürültüsüyle karışmış durumdaydı ki, Bodrum'daki Sadun Tanju'nun berraklığı ruhuma, iç suyuma çok iyi geldi. Biliyor musunuz, insanın bir iç suyu var. Yani benim var. Nerede durduğunu bilmiyorum ama içimde bir yerde. Bir küçük deniz, iç deniz. Nedense sürekli dalgalı. Üstüste fırtınalar patlıyor. Seyir ve oşinografi dairem takip edemiyor. Normal zamanlarda bile fışır fışır. Yani çarşaf gibi olduğu pek nadir. Ancak sevgilimle beraberken. Bir de fark ettim ki, o gün, orada, Bodrum'da Sadun Tanju'nun yanında da iç suyum kıpırdamadan durdu. Nasıl bir huzur. İşte Sadun Tanju öyle bir adam, ermiş midir nedir, insanı sakinleştiriyor. Hayata dair korkularım bile azaldı sayesinde. Korkarım çünkü ben yaşlılıktan. Çirkinleşmekten, sarkmaktan, yavaşlamaktan, hayattan geri kalmaktan. Kim ister ki yaşlanmayı? Kim bana yaşlılığın hayatın en bal dönemi olduğuna inandırabilir ki?

Sadun Tanju.

Yaptı.

Beni buna bile inandırdı.

İşte bu hafta ‘‘Yaşlanmak iyi bir şeymiş yahu’’nun öyküsünü okuyacaksınız.


İYİ Kİ DEĞİŞİYORUZ

Ben her şeyden bu yaşımda zevk alıyorum. Her şeyin keyfini bu yaşımda sürüyorum. Bir sürü albüm var içeride. Haliyle bir sürü resim. On sene evvelki resimlerimde bile ben olduğumu kabul etmiyorum. Beni tanımak mümkün değil, ben kendimi tanımıyorum ki. Düşüncesiyle, duygusuyla o adamın benimle alakası yok. Değişmişim. Özlemiyorum da o adamı. Dolayısıyla eski iktidar dönemlerini, kumandan olduğu yılları özlemle ananları hiç anlamıyorum. Hálá niye dikiyorlar gözlerini geçmişe, niye iç çekiyorlar? İnsan değişiyor. İyi de oluyor. Ama işte Tayyip Erdoğan ‘‘Ben değiştim’’ diye yırtınıp durunca, sanki böyle bir şey mümkün değilmiş gibi millet ona ‘‘Hadi ordan, sen değişmedin!’’ diyor.

UFKUM AÇILIYOR

En büyük zaferin ne olduğunu benim yaşıma gelince anlıyorsunuz: Uzun yaşamak. Şundan; elinde ufacık kırmızı bir et parçası olan torunun, bakıyorsun kocaman bir genç kız oluyor. İlk evladın orta yaşı aşmakta olan bir kadın haline geliyor, oğlun ise 40 yaşını aşıyor. Oysa benim babam, çocuğum yaşındayken öldü. Ben muhtemelen babamın duymadığı hazları duyuyorum; çocuklarımla, onların çocuklarıyla, arkadaşlarıyla. Yeni insanlar, taptaze konular. Hayatım tazeleniyor. Yaşlandıkça ufkum açılıyor.

İNSAN ÖMRÜ UZADI

Ben doğduğumda, yani 1900'lerin başında insan ömrü 40 yaş civarındaydı. Adam, jandarma kumandanı, tapu memuru ya da kaymakam olarak ölürdü. Çalışırken yani. Öyle şortlarıyla yazlıkta gezen emekli generaller filan yoktu. Tıbbın gelişmemiş olmasından, kötü beslenmeden ya da ekonomik nedenlerden. Şimdi ise ortalama insan ömrü neredeyse 80 oldu. Birtakım tahminler yapıyorlar, yakında 100 olacak diyorlar. Bu hem iyi hem kötü. Çünkü bir insanı ortalama 60 yaşında emekli yapıyorsun. Kendi iradesiyle yaşayacağı bir 40 senesi daha var yani. E, bu, o kişi için iyi ama siyaset, sosyal ve aile hayatı için bir problem. Bunun hastalığı var, Alzheimer'i var, elinin ayağının tutmaması var. Dahası yakında miras denilen bir şey de kalmayacak. Adam ne biriktirdiyse 100 yaşına kadar yiyecek, çocuklara bir şey bırakmayacak. Böyle şeylere de kafa yoruyorum yani. Siyasetçiler de yorsa iyi olur.

VÜCUDUN SESİNİ DİNLEMEK

Herkes yemek yerken bana şaşırıyor ‘‘Neden bu kadar tuz döküyorsun?’’ Dokunurmuş! E bu yaşıma kadar bol tuzla geldim. Ben yeryüzünde insan vücudu kadar entegre, insanı şaşırtan bir şey olduğuna inanmıyorum. Su içmek istiyorsun iç, tuzlu yemek istiyorsan ye. Bu vücuttan daha akıllı bir şey misin ki? Demek ki o istiyor.


YAŞLILARA ÖZEL MİMARİ

Bütün bu hayattan süzülmüş tecrübeyle yaşayacağın evi biçimlendirebilmek ne kadar olağanüstü olurdu. Mümkün olsa da yaşlılıkta evlerimizi kendimiz yapabilsek. Ne var ki olmuyor, bugünkü mimari ve maddi şartlar müsaade etmiyor, hazır evlere giriyoruz. Bu evi seviyorum ama ben kendi yaşlılık zamanım için bir ev yapmış olsaydım, bir kere düzayak geniş bir ev yapardım. Banyosundan denizi görmesini sağlardım. Kitaplarım için duvarları başka türlü değerlendirirdim. Çok geniş, az eşyalı, duvarları tamamen kütüphane olan, rahat bir yer. Her tarafından doğanın girdiği, ağaçların ve özelillikle de gökyüzünün göründüğü bir nevi mabet.

BAŞARI SAĞLIKLI OLMAK

Benim için en önemli şey sağlıklı olabilmek. En büyük başarı artık bu. En güzel kitabımı yazsam böyle bir duygu yaşamam. Sağlıklı olmanın gereklerini de yerine getiriyorum. Doktorların tavsiye ettiği şeyleri. Ama farkında olmadan. Sigaram, içkim yok. Sadece sebze, meyve yerim. Et yemem. Bunları sağlıklı yaşam için yapmıyorum, hep böyleydim. Oldum olası bol su içerim. Gençliğimde spor da yaptım. Hatta bir ara spor hocasıydım. 50 yaşıma kadar cevval yaşadım. Yani hoplayarak zıplayarak. Ama tabii şans unsurunu da hesaba katmak lazım. Ne sporcu adamlar plajda voleybol oynarken ölüyor.


KİM DEMİŞ SOLCULUK MAHRUMİYETTİR DİYE


Bizde sol'un hayatı tatlı bir hayattır ama herkes onu acı bir sosa bulamaya gayret eder. Yani Türkiye'de yaşanabilecek entelektüel zevklerin hepsini solcular tatmıştır. Sağcıların Kur'an okuyup bunları yapabilecek halleri yok. Mina Urgan'ı okuyordum geçenlerde, gülümsedim. Temelde anlattığı bir öğretim üyesinin nasıl sınırlı bir hayat yaşadığı filan. Bir nevi mahrumiyet. Fakat kitabın tümünü okuyunca ‘‘Böyle zengin bir hayat hangi parayla yaşanabilir ki?’’ diyorsun. En entelektüel muhitlerde davetler, seminerler, yatlara, katlara, mavi yolculuklara davet edilmeler. Şahane yani. Valla para kazanan adamlar böyle yaşamıyor. Onlar ne olacak, ancak tepinmeye Laila'ya Maila'ya gidiyor. Yani bizim solcular, ekseriyetle kendilerini bu ülke için heba ettiklerini anlatmaya gayret ederken, ne kadar güzel hayatlar yaşadıklarına dair doneler koyuyorlar ortaya. Bu çelişkiler de beni eğlendiriyor. En çok anı, otobiyografi ve araştırma okumayı seviyorum.
Yazarın Tüm Yazıları