İçimden geldi, AD Design Tasarım Fuarı'na, Lütfü Kırdar'a daldım.
Vayyy. Ne kadar farklıydı şimdi bu mekán?
En son Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal'in düğününde teşrif etmiştim buraya.
Kendimi bir acayip, ait olmadığım bir dünyaya adım atmış gibi hissetmiştim.
Ya şimdi?
Anlatamam, keyfim nasıl yerine geldi.
İşte bu, benim görmek istediğim Türkiye'ydi.
Her tarafta cıvıl cıvıl, genç, modern insanlar. Birbirinden ilginç, şık, teknolojik, gelişmiş ürünlerin sergilendiği stantlar. Koşturanlar. Kahve içenler. Kafe olarak ayrılmış bölümde sigara tütterenler.
Sanki yurtdışındaydım. Evet, tam da böyle hissetmek istiyorum kendimi İstanbul'da. Ha New York'ta ha Londra'da. Yeniliklere, yaratıcılığa, sürprizlere sürekli açık...
***
Çocukluğumdan beri severim aval aval dolaşmayı, uzun uzun bir şeylere bakmayı, bir şeyleri kurcalamayı, bu nedir, ne işe yarar, nasıl aklınıza geldi böyle bir şey yapmak diye sormayı, öğrenmeyi, hayret etmeyi, şaşırmayı, tanımadığım insanlarla oracıkta, ayakta sohbeti koyultmayı...
Benim için bir tür terapi. Yaptım.
Ve zaman nasıl geçti hiç anlamadım.
Böyle bir organizasyonun ilk kez düzenlediği düşünülürse, şapka çıkarmak lazım. Ve bunun için göbeğini çatlatan delileri, yanaklarından öpmek lazım. Öpüyorum efendim. Tek tek hepsini. Ama en başta Art Decor Dergisi'ni, direktörü Ahmet Buğdaycı'yı, DBR'yi ve İkon Fuarcılık'ı.
Afferin onlara!
***
Sayelerinde çok hoş insanlarla tanıştım. Mesela Ceyden San. Genç bir kadın tasarımcı. Lacivert-beyaz kayık şeklinde bir yatak tasarlamış, standın ortasında öylece duruyor. Erkek çocuk sahip olmayı hayal eden bir kadın olarak acayip heyecanlandım. Haşarı, afacan, yaramaz bir oğlum olsa, ne yapar eder, şilte dahil bir milyar 300 milyon liralık bu yatağı ona alırdım diye düşündüm. Hele denizden, sudan hoşlanan bir çocuksa, yani öyle olursa, yani ben ona bunları sevdirebilirsem, kendi sevdiğim gibi, benim olamadı, onun bir kayık yatağı olursa çok sevinirim...
Duvarları birlikte okyanus haline getirirdik. Boyardık. Rengárenk yüzlerce balık yapardık. Şnorkeli ve paletleri dururdu başucunda. Lambası deniz atı, komodini duba şeklinde olurdu ve komodinin üzerinde su içinde deniz kumu ve birlikte topladığımız deniz kabukları dururdu.
Uzun uzun baktım o standa.
Doğurmayı hayal ettiğim oğlumu, kayık yatak içine sermeyi planladığım bembeyaz çarşafları, hepimizi yorgunluktan geberttiği için bir an önce devrilip yatmasını sağlamak üzere, müzik setine, okyanus sesi CD'sini yerleştiren babasını düşledim.
Ve tabii sahnenin sonunu...
Fışır fışır su sesi, bizi, anneyi ve babayı uyutuyor.
Oğlan cin gibi, kafasına şnorkeli takmış, üzerimizde tepiniyor!
Hayal tabii bunlar.
Ama tasarım denilen şey de bu değil mi zaten...
Her şey önce küçük masum bir hayalle başlıyor.
Seatle'da tasarım okuyan bu genç kadınla sohbet etmeye başladım sonra. Meğer daha neler neler tasarlıyor. Çocuğunuz hayvanlara mı meraklı, onun yatak odasını bir çiftliğe çeviriyor. Duvarlara perspektif veriyor, ovalar, dağlar yapıyor. Her türlü hayvan desenleri. Hem eğitici hem eğlendirici. Ama Ceyden San da, oradaki pek çok tasarımcı gibi kişisel tasarımların dışına çıkmak istiyor. İstiyor ki, sadece sipariş üzerine ürün yapmasın. Onlar mağazalarda da satılsın. Gerçekleşen bir tasarım, giderek büyüsün ve bir sektör ürünü olsun. Bu fuarın gerçekleştirilme amaçlarından biri de bu zaten. Tasarım sektörünün iktidara gelmesi. Gelsin anasını satayım! Ve biz basmakalıp şeylerden kurtulalım. Yaratıcılığa prim verelim. Hayatımızı renklendirelim...
***
Devam ediyorum yürümeye.
Pemra Sağlıkova Pilevneli'yle tanışıyorum. Çünkü seramikten yaptığı yumurta kaplarına bayılıyorum. Sevgilimin doğum günü yaklaşıyor, o da herkes gibi kucak dolusu hediye -yan cebime yapsa da- kabul etmeye bayılıyor. Acaba şu gördüğüm beni heyecanlardına şey, içine yumurta şeklinde mum koyabileceğim seramik yumurta kabı, hediyelerden biri olamaz mı? Olur. Bal gibi olur.
***
Hey yaşasın! Takı tasarımcıları da gelmişler bu fuara. Örge Tulga benim favorim. Kendisini de, takıları denememe yardım eden minik kızına da çok seviyorum. İlk kişisel sergisini geçen sene açmış olan Tulga, atölyesini Kapalıçarşı'da bir Ermeni ustayla paylaşıyor. Çatalhöyük Koleksiyonu'ndan bir kolye beğeniyorum. Çöp adam kolyesi. Kredi kartıyla ödemeyebilir miyim diyorum. Siz alın nasıl olsa gönderirsiniz parayı diyor. Ya göndermezsem? Yok, yok, sizde yamuk yapacak bir tip yok diyor. Üstelik, o şahane kadın ne Hürriyet okuyor ne benim kim olduğumu biliyor. Nereden nasıl güveniyor?
Bütün bu arı kovanı biçimindeki hareketlilik, bu çaba, bu emek, beni acıktırıyor. Kendini Avrupa'da yaşayan bir Adanalı olarak tasavvur edip doğru Tike'ye gidiyorum.
Bir yaratıcıkla daha karşılaşıyorum.
O şahane kebaplardan sonra Mehmet Ali bize ‘‘Adana Tekilası’’ ikram ediyor. Her şeyi ben anlatmayayım, onun da ne olduğunu siz kendiniz keşfedin!