Paylaş
Hindistan’da aşçının motorunu kapıp, pazara gidecek kadar deli.
Fotoğraf da çekiyor.
Ve aynı zamanda inanılmaz bir müzik âşığı. Piyanist ve kompozitör.
Son numarası, 28 Şubat belgeselinin müziklerini yapması.
Her zaman ilginç biriydi, o dönem hem Tansu Çiller’in, hem Necmettin Erbakan’ın hem de Mesut Yılmaz’ın danışmanlığını yaptı, daha hiç kimsenin yapmadığı bir şeydi.
Kimsenin yapmadığı bir şey daha yaptı: Avrupa Birliği Genel Sekreteri’yken kendi isteğiyle istifa etti.
Ne kadar farklı biriyle karşı karşıya olduğunuzu anladınız herhalde...
28 ŞUBAT BELGESELİ'NİN MÜZİKLERİNİ DE MURAT SUNGAR YAPTI |
* Mehmet Ali Birand’la yakınlığınız nerden...
- 72’de Brüksel’e tayin oldum. Nato’da görevliydim. Yurtdışına ilk çıkışım. Heyecanlıydım. Ama baktım, benden daha heyecanlı bir gazeteci var, haber için ölüp, bitiyor. Mehmet Ali’yle o yıllarda başlayan dostluğumuz hiçbir zaman eksilmedi...
* Birand’ın 28 Şubat Belgeseli’nin müziklerini de yaptınız. Nasıl oldu? Profesyonel anlamda kompozitörlük yapıyor musunuz?
- Uzun yıllar piyano çaldım. Sonra da kompozitörlüğe taktım. İki üç senedir üzerinde çalıştığım 25 dakikalık bir parça var: “Pop senfoni”. 60 kişilik orkestrayla quartet. Daha çok caz ve pop motifli. Gürer Aykal’a dinlettim, “Muhakkak çalalım” dedi. Çaldık. Mehmet Ali de pek beğendi, “Bizim belgeselin müziklerini de sen yapsana” dedi.
28 Şubat=Gerilim müziği
* Peki yaparken hangi duyguyu ön planda tuttunuz?
- Valla, 28 Şubat’ın tatsız tarafı, sürekli gerilim müziği yapmak zorunluluğu! Askerler 10. Yıl Marşı gibi bir şeyle temsil edilirken, araya ilahiler filan giriyor. Yolluyorum Mehmet Ali’nin ekibine, “Efendim biraz daha gerilim olabilir mi?” diye geri yolluyorlar. 6 ay uğraştım. Ama çok severek yaptım.
* Sizce 28 Şubat’ın özelliği neydi? Neden ülkenin siyasi akışını değiştiren önemli bir dönüm noktası oldu?
- İnanır mısınız, o dönemi yaşarken bunun bile farkında değildim. Ben tamamen Dışişleri’yle ilgili konular üzerinde duruyordum. Şimdi geriye doğru baktığımda, ciddi bir müdahale olarak ortaya çıktığını fark ediyorum tabii.
* Siz o dönem hem Tansu Çiller’in hem Necmettin Erbakan’ın hem de Mesut Yılmaz’ın danışmanıydınız...
- Evet, herkes bana “Böyle bir şey nasıl olabilir?” diye soruyordu. Şöyle bir formül bulmuştum: “Türk dış politikasının devamlılığı prensibi çerçevesinde, ben herkese eşit mesafede dururum.” Ama tabii itiraf etmek gerekirse, kolay değildi. Biz Dışişleri olarak, Türkiye’nin yararına olacağına inandığımız politikaları tespit etmeye çalıştık. Gerisi bizi ilgilendirmiyordu, öyle bir haletiruhiye içindeydik. Mesela rahmetli Erbakan’ın Libya’ya bir seyahati var. Sonun bir nevi başlangıcıydı. Orada bir rezalet oldu, Kaddafi tarafından aşağılandı ve o seyahat büyük olay oldu. Oysa gitmesin diye için her şeyi yaptık. Libya Büyükelçiliğimiz, “Sakın gelmeyin” bile dedi. Ama Başbakan, yapacak bir şey yok, gideceğim diyor, gidiyor.
* Siz ondan önce Hindistan’da büyük elçiydiniz...
- Evet, Yeni Delhi’de 4 sene kaldım. Özeldir benim için Hindistan. Hem çok şey öğrendim, hem de orada evlendim.
* İkinci evliliğiniz mi...
- Doğru, 40’larımda ikinci evliliğimi yaptım...
Tek evlilik monoton
* İkinci evlilikte, insan daha iyi bir eş mi oluyor?
- Hatalarından bir şeyler öğrendiği kesin. Haliyle, ikinci eşler daha şanslı oluyor. İki-üç defa evlenenlerin renkli insanlar olduğunu düşünüyorum aslında. Öbürü sanki biraz monoton...
* Yeni evlenmişsiniz ve sizi Ankara’ya çağırıyorlar, öyle mi?
- Evet. Çağıran da Volkan Vural. O önermiş beni, apar topar geldim.
* İnsan gurur duyuyor mu, “Böyle bir göreve seçtiler” diye.
- Elbette böyle bir duygu duyuyor.
* Bu başbakanlar gerçekten çok akıllı insanlar mı?
- Hayır, tabii ki değil. Fevkalade sıradan insanlar. Ama politikacılar genelde öyle Türkiye’de. Yıllarca politika, pek makbul bir meslek olarak da addedilmedi. Çok akıllılar politikaya girmezdi mesela.
Üç Başbakan birden
* Siz çok direkt konuşuyorsunuz...
- Emekli oldum tabii artık rahat konuşabiliyorum.
* Peki danışmanken de başbakanlara düşündüklerinizi olduğu gibi söyleyebilir miydiniz? Yoksa kıvırır mıydınız...
- Yok aslında bütün arkadaşlarımız fikirlerini ve görüşlerini samimiyetle bir-iki kere söylerler. “Aman böyle yapmayalım sayın başbakanım” derler, ama sonunda yapılırsa da, onun istediği şekilde yapmaya amade hale gelirsiniz. İşin kuralı budur.
* Takım çalışması filan yok yani. Son sözü hep başbakan söylüyor...
- Elbette.
* Hadi dedikodu yapalım, üç geçmiş Başbakan’ı birbiriyle kıyaslayalım...
- Üçünü mukayese etmek imkânsız. Elmalarla portakallar.
* Birinin kadın olmasının bir farkı var mıydı? Yoksa siyaset, herkesi erkekleştiriyor mu?
- Bence kadın olmasından ziyade, yapısı, karakteri öyle. Bayan Çiller’in öngörülemeyecek tepkileri vardı. Birdenbire kızar, birdenbire, “Tabii kabul ederim” derdi. Kabinesindeki bakanlar bile, “Hanımefendinin bugün haletiruhiyesi nasıl?” diye sorar, ona göre gelirlerdi. Üçü de farklıydı anlayacağınız, biri sabahları konuşmaktan hoşlanır, öteki öğleden sonra. Sayın Çiller, gece 01’de de telefon edebilir, sabah 06.30’da da. O söz konusu olduğunda sürekli alarmda olacaksınız. Sanırım en zoru onunla çalışmaktı.
Postmodern darbe
* Aynı anda bu insanların eşlerini de idare etmek gerekiyor mu?
- Hayır rahmetli Erbakan’ın hanımını hiç tanımadım mesela. O hiçbir şekilde bu işlere girmezdi. Özer Çiller, arada sırada konuşurdu ama yumuşatıcı biriydi.
* Yıllarca, her şeyi, alttan alta onun idare ettiği yazıldı, çizildi...
- Alakası yok.
* Ne kadar vahim bir durumda 28 Şubat?
- Sonradan baktığımızda şöyle bir manzara görüyoruz. Türkiye’de basının bir kısmı, askerler, sivil toplum örgütleri ve aklınıza gelen bir sürü insan, koalisyon halinde iktidardaki bir partiyi, elemine etmeye çalışıyorlar. Sonunda da bunu başarıyorlar. İş, Erbakan’ın elemine edilmesiydi ama o sırada Çiller de beraberinde gitti çünkü yerine Mesut Yılmaz’ı getirdi sayın Demirel. O yüzden “postmodern darbe.” Vahim tabii.
* Siz hariciyeci olmaya karar vermeden önce gayet sıkı bir müzisyendiniz. Yurdaer Doğulu, Atilla Özdemiroğlu, Durul Gence müzisyen arkadaşlarınızdı. Babanızdan bile daha fazla para kazanıyordunuz. Hiç tereddüt etmediniz mi, “Hariciyeci olmasam mı?” diye?
- Babam Merkez Bankası’nda yüksek seviyede memurdu, evet ben ondan fazla kazanıyordum. Ama tereddüdü Siyasal’a girerken değil, daha önce yaşadım. 15-16 yaşında, “Konservatuvara gideceğim” diye tutturdum, annem dedi ki, “Oğlum sen müzik dâhisi olsaydın git derdim ama değilsin. Türkiye’de piyanoyla para kazanılmaz.” Beni Siyasal’a kanalize eden annemdi. Kuvvetli bir kişilikti Allah rahmet eylesin. Eski operacı ve avukat. Müzik benim için hep hobi olarak kaldı. Piyanomu da her yere götürdüm.
Müzisyenlikte tılsım var
* Peki anneniz, evliliğinize karışmadı mı?
- Müthiş karıştı. İlk evliliğim bitince, “Bak ben haklı çıktım” bile dedi.
* İkinci eşinizi tanıdı mı?
- Tanıdı ve çok tasvip etti.
* Belki de siz müzik kariyerinize profesyonel olarak devam etseydiniz, bugün Türkiye’nin en iyi müzisyenlerinden biri olacaktınız...
- Yok, onlara eşlik eden biri olacaktım. Siz, kaç piyanistin adını biliyorsunuz? Ben hariciyeci olduğum için çok mutluyum.
* Kadınları hangisi daha çok etkiliyor, müzisyenlik mi hariciyeci olmak mı?
- Tabii ki müzisyenlikte bir tılsım var. Hele belli bir seviyeye gelmişseniz, bir akşam bir kalabalıkta şöyle güzelce piyano çalmaya çalarsanız, hafif bir ilgi merkezi olursunuz tabii. Bir de ben gittiğim her ülkede orkestralar kurdum.
Sıradışı olmayı seviyorum
* Bir sürü farklı ülkede görev yaptınız, onların içinde en iz bırakan yer neresiydi?
- Hindistan’daki renkler ve o arkadaşlık bambaşka. Ama yaşam kalitesi derseniz, İsviçre Cenevre. Türkiye elçiliği ikametgâhı da tam gölün üzerindeydi. Gider gitmez bir tekne aldım...
* Peki ya motor merakı...
- Hep oldu. Sıra dışı olmayı seviyorum galiba. “Vay be! Türkiye büyükelçisi motosiklete biniyor” derlerdi, benim de hoşuma giderdi. Hindistan’da bir keresinde, aşçının bir motoru vardı, “Versene” dedim, motora bindim yakında bir pazar gibi bir market var, oraya gittim. Manav motoru görünce, “Yeni aşçı sen misin?” diye bağırdı. “Hayır, ben yeni büyükelçiyim” dedim. Bütün pazar ahalisi yerlere yattı gülmekten, espri yapıyorum zannettiler. Resmi arabayla ertesi gün gidince dehşete düştüler. Hindistan’da motorla pazara gitmek filan deliliktir ama yaptım valla...
Paylaş