Kimi yakışıklığından, kimi yazılarından, kimi siyasi tahlillerinden, kimi televizyon programlarından, kimi kadınlarla ilişkilerinden, kimi aldığı yüksek transferlerden söz eder. Ama herkes bir şekilde söz eder. Hedefe ulaşmak için, durmadan geçemeyeceğiniz bir durak gibidir Güneri Cıvaoğlu. Bu meslekte kısa deyişle, duayendir. Hiç yaşlanmayan bir duayen. Akranlarını sinir etme pahasına, her zaman dinamik, her zaman aktif, her zaman önde, her zaman söyleyecek bir şeyleri olan biri olmayı sürdürüyor. Bir de üstüne sempatisini ve çekiciliğini koyun. Gerisini buradan okuyun...
Ben hayatla sevişiyorum. Herkese de tavsiye ediyorum. Üç yolu var bunun: 1) Anı yaşamak. Hayattaki en önemli
şeylerden biri bu, belki de en önemlisi. 2) İşler çok kötüye de gitse, "Bu da geçer" diyebilmek. Elinden geleni yapacaksın, ama elinden gelenden hiçbir halt olmuyorsa, o zaman da her şeyi akışına bırakacaksın. Hayatının en mutlu anını düşünüp, "Bu da geçer yahu!" deyip, gülümseyeceksin. 3) Zevk aldığın her şeyi yaşayacaksın. Tabii bütün etik kurallar içinde, kimseye zarar vermeden...
Kendinizi ilk hatırladığınızda neredesiniz?- Babamın yanına uzanmışım. Babamın elinde Hürriyet Gazetesi var. Bana dünyanın dört bir tarafına gidip röportajlar yapan Hikmet Feridun Es’in bir yazısını okuyor. Bir eliyle gazeteyi tutuyor, bir eliyle de saçlarımı okşuyor ve şöyle fısıldıyor: "Bir gün inşallah buraları sen de göreceksin oğlum!" Belki de bilinçaltıma gazetecilik serüvenini başlatan sözler bunlar...
Nasıl bir aile sizinki?- Şimdi moda herkesin ailesinde bir paşa var. Bizimki hakiki paşa! Babamın babası, Nadir Paşa. Doktor Paşa. Sarışın, yeşil gözlü hoş bir adammış. Çok çapkınmış. Babaannemi delirtirmiş. Emekli olduktan sonra Maçka’da bir ev alıp yerleşmişler. Civardaki herkese bedava bakıyormuş. Rum, Ermeni ve Yahudi madamlar ona baygınlarmış. Para almadığı için de Doktor Paşa’ya hediyeler veriyorlarmış. O da babaanneme "Eda Hanım" dermiş. "Bana Madam Marula’nın getirdiği semaverle bir çay yapar mısın? Ve lütfen, Madam Anahit’in gönderdiği o güzelim Beykozlar’la servis yapıver." Tabii kadıncağız acayip sinirlenirmiş...
İstanbullu bir aile mi?- Evet, evet. Ama büyükbabam, mesleği gereği Osmanlı vilayetlerinde ve Anadolu’da görev yapmış. Haliyle babam da öyle. En uzun Şam’da kalıyorlar. Zavallı babam, liseyi iki kere okumuş. Üniversite yok çünkü babası da onu yanından ayırmak istemiyor. Sonra babamı Almanya’ya gönderiyorlar. Tam eğitimine başlayacakken, savaş patlıyor, babam gerisin geri Türkiye’ye geliyor. Oradan da İş Bankası’na geçiyor. Annem orada kambiyo servisinde çalışıyor. Annemle babam, o vesileyle tanışıyor. İş Bankası’na ait Fethi Bey Köşkü’nde tenis oynarlarmış. Nişanlarını Celal Bayar takıyor...
Belli ki varlıklı bir aileymiş...- Yok o kadar da değil. Babam üst düzey bir bankacı, annem ev hanımı. Ne kadar varlıklı olabilirler ki? Babam devlette üst noktalara geldi ama üniversite bitirmediği için, hiç genel müdür olamamıştı. Bu da zannederim onu üzerdi. Ancak emeklilikten sonra bir özel sektör bankasında genel müdür olarak noktaladı kariyerini. Çok çalışkan bir adamdı, birkaç işi bir arada yapardı. Ama gün geldi, tek maaşa kaldık. O zaman aileme katkıda bulunmak üzere ben de çalışmaya başladım. Gazetecilik böyle başladı. ODTÜ’de mimarlık okumak istiyordum, kazanmıştım da, ama tercihimi hukuka kullanmak zorunda kaldım.
Neden?- E devam mecburiyeti yoktu. Ben de babamın huyunu aldım, onun gibi 3 işte birden çalıştım. Bu alışkanlığım hálá sürüyor. Gazetecilik, televizyonculuk, dergicilik hepsini birden yaptım. O zamanlar TRT yeni kuruluyordu, sabah karanlığında 5’te gidip TRT’nin 3 haberlerini hazırlıyordum, oradan çıkıp Akis’e gidiyordum ve sonra Derya Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordum. Ve bir orgeneral kadar maaş alıyordum. Ama harcayamıyordum. Çünkü sadece uyumak için zaman buluyordum. Eski bir arabam bile olmuştu. Bakma doğuştan, zenginmiş gibi bir imajım olduğuna, bugünlere çalışarak geldim...
Babanızdan farklı olarak siz üniversite tahsilini tamamladınız mı?- Evet hukuku bitirdim. Gazetecilikte ilk yıllar sınavlara giremedim. Okul 8 senede bitti. Sonra da iktisat doktorası yapmak için Strasbourg’a gittim. Tamamlayamadım. Avukatlık ruhsatım var. Ama yapmıyorum. Eşim de hukuk mezunu. Eski Büyükelçi Faik Zihni Akdur’un kızı.
İlk günden beri gelecek vaat eden bir gazeteci miydiniz?- Galiba. Epey ödül aldım. Ama en değerlisi, çalışma odamın duvarında asılı olan ve altında dönemin Başbakanı İsmet İnönü imzası taşıyandır.
Peki, o dönem daha mı itibarlıydı gazetecilik?- Evet. Oysa şimdi, muhalefet de, iktidar da gazetecilere düşman. Hepsi medyaya çullanarak prim yapıyor. Ama burada bir akıl dışılık var, çünkü gerçekte medya siyasetten siyaset de medyadan beslenerek büyür. Bu gerçeği görmüyorlar. Medyaya saldırmakla kendi iletişim kanallarını kirletiyorlar. O zaman kendi verdikleri mesajlar nasıl gidecek? Yazık, sadece bağırmak zorunda kalıyorlar.
GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİ GENÇ İŞİDİRBen genel yayın yönetmenliğinin genç adam işi olduğuna inanıyorum. 40 yaş üstü, 60 yaş altı gibi. Ama Ertuğrul’un (Özkök) durumu başka. O zaten Yayın CEO’su gibi, aslında resmen adı olmayan özel bir konumda. Zaten kendisi de anlatıyor. "Yayın yönetmenliğinin yüzde 50’si gazete yapmaksa, yüzde 50’si de başka sosyal sorumlukları üstlenmektir" diyor. O, başka işleri yaparken aynı zamanda da bazı resimleri değerlendiriyor, bazı başlıklara karar veriyor. Yani bir mutfak şefi gibi bütün lezzetleri o seçiyor...
SEN KENDİNİ VERİRSEN BU MESLEK DE SANA HER ŞEYİ VERİR
Akis Dergisi’nde işe kabul edilince, doğru Metin Toker’e götürdüler beni. Bir yaz sonu sıcağıydı. Toker tenisten gelmişti, üzerinde ipek bir gömlek ve tiril tiril bir pantolon vardı. Air conditionlu bir salon. "Sen" dedi "Nişanlı mısın, sözlü müsün, evli mi?" "Efendim, hiçbiri. Bekarım" dedim. "İyi iyi. Şimdilik bekar kal. Bu meslek insana her türlü olanağı verir ama sen de kendini ona verirsen" dedi. "Bunu yapabileceğini hissediyor musun?" "Evet" dedim. Böylece gazeteciliğe kaptırdım. Üniversiteyi ancak 8 senede bitirebildim. Ama daha 1. senenin sonunda "Yılın gazetecisi" ödülünü almıştım.
GAZETECİLİĞİN STANDARTLARINI YÜKSELTTİMGazetecilik hayatınızda "En sevdiğiniz dönem" diye tanımlayabileceğiniz bir dönem var mı?- Güneş yılları.
Neden?- Orada mesleğim adına yeni bir şeyler yaptım da ondan.
Ne gibi?- Gazeteciliğin standartlarını yükselttim. Bir gazeteci, birilerini yemeğe davet edebilir. Bu gayet normaldir. Anormal olan, o parayı nasıl ödeyeceğini düşünmesi. Güneş öncesi, durum böyleydi. Hep şöyle bir anekdot anlatılır: Büyük ve saygın bir meslek büyüğümüz, bir gazinoya dostlarını getirmek ve hesabın altına imza atmak zorunda kalmış. Gazete de o parayı, 4 taksitle maaşından kesmiş. Çok üzülmüştüm bu olaya. Ve o zaman kararımı vermiştim, birlikte çalıştığım insanların hayatını elimden geldiği ölçüde kolaylaştıracağıma. Zannediyorum kolaylaştırdım da. Ne mi yapıyordum? Kadromuzu oluştururken "kendi alanlarında en iyi üç"ten birini seçiyordum. 1. gelmiyor mu, 2. gelir, o gelmiyor mu 3. gelir. Mutlaka en iyilerle çalışıyordum. Onları işyerinden koparmanın vicdan riski ağırdı. Ya gazete tutmazsa, ya dağıtımı engellenirse? Böyle ihtimaller de vardı. O zaman eski işlerine dönemezlerdi. İşsiz kalma riskleri bile vardı. "Kaç para alıyorsun?" "40 lira." "Peki. Birkaç yıl boyunca ayda 40 lira faiz getirecek bir meblağ hesabına yatırılacak. İşsiz kalırsam, bana ne olacak, aileme ne olacak diye bir sıkıntın olmayacak." Çoğu insan, o paraların kafadan ve keyfi verilen transfer ücretleri olduğunu sanır. Oysa, her biri için ayrı ayrı böyle ince ayarlı rakam saptamaları vardı. Bu söylentileri, arkadaşlarımız onur sorunu yaptılar. Öyle çalıştılar ki Güneş çıktığından itibaren 1. oldu. Eminim o dönem "Başımıza iş aştı" diye homurdanan gazete sahipleri olmuştur.
Şu anda tekrar yayın yönetmenliği söz konusu olsa, koşarak kaçar mısınız?- Kimse bana bunu söylemez de, söylese de yapamam...
Özgürlüğümün elimden gider, "Uğraşamam" mı diyorsunuz?- "Niye bugüne kadar kitap yazmadın?" sorusuyla paralel bu. O kadar okuyacak şey, görecek yer var ki, onlardan çalıyormuşum gibi geliyor. Genel yayın yönetmenliği, bir sürü ayrıntı demek. Kaprislerle uğraşmak demek. Çalışanların sorunlarıyla ilgilenmek demek. "Bana ne" diye genel yayın yönetmenliği yapılamaz. Ailelerinin sorunları bile, senin sorunun oluyor. Sonra bir sürü haber var, benimle ilgisi olmayacak, o konulara eğilmek gerekecek. Haberi kaç sütun verelim, promosyon olarak ne verelim, kitap mı, CD mi, Pokemon mu? Bunlar, benim önümde kalan yaşam mesafesinde, oturup da uğraşmak istemediğim şeyler. Çünkü okumak istediğim kitaplar; görmek istediğim filmler, tiyatrolar; gitmek istediğim yerler; sohbetine doyamadığım dostlar ve yaşayacağım sevgim var...
Bu meslek için neler yaptığınıza inanıyorsunuz?- 1) Gazeteciliğin standartlarını yükselttim. Ertuğrul ve Mehmet Yılmaz "Bizim sendikamız Güneri Cıvaoğlu’dur" der. 2) Yazılarıma hiç tekzip gelmedi. 3) Biri meczup, diğeri öyle sayılan 2 kişi hariç yazılarım, programlarım nedeniyle hiç mahkemeye verilmedim. Hiçbir mahkûmiyet almadım. Etik kurullarına şikayet edilmedim. Yalan yazmadım. Hakaret etmedim.
SERDAR TURGUTYıllar önceydi. Güneş’in Ankara bürosu. Serdar Turgut henüz muhabir. O "New York’tan geldi, ekonomi yapmış" dediler. Serdar’la özel ilgileniyordum. Fakat benden sonra gelen bir yönetim, "Bu, Güneri Cıvaoğlu’nun adamı" diyerek Serdar’ın işine son vermiş. O da bir yazısında benim hiç bilmediğim anekdotu anlattı. Onu atmışlar ama ben cebimden maaş vermeye devam etmişim. Üstelik ben de işsizdim o ara. Kelin merhemi gibi bir durum.
GÜLAY GÖKTÜRKBir davetteydik. Ali Kırca ile laflıyorduk. Gülay Göktürk yanıma geldi. "Beni hatırladınız mı? Ben..." dedi "12 Eylül’de aranıyordum. Polisler beni almaya geldi. Siz gazetenin başındaydınız, Hadi kaç" dediniz. "Ama her ay gel, maaşını al." Hiç hatırlamıyorum, böyle demişim. Üstelik lafta kalmamış, bir süre maaşını almaya devam etmiş. O zamanlar ihtilal koşullarında gazetecilik çok zora girmişti.
KÖŞE YAZARLIĞI SEVDİĞİN BİRİYLE AYNI YATAĞI PAYLAŞMAK GİBİDİRKöşe yazarı olmanın en zor tarafı her gün yazmak derdidir. Ama bu mesele karışıktır: Her gün yazmak, gerçekten derttir ama 3 gün yazmadığın zaman da, kurdeşen dökersin. Biri sana "Haftada 4 gün yeter, her gün yazma artık" derse de "O ne demek?" der ve karalar bağlarsın. Yani biz hem şikayet ederiz, hem de bu işi bayıla bayıla yaparız. Köşe yazarlığı, okuyucuyla devamlı birlikte yaşamaktır. Köşe yazarlığı sevdiğinle aynı yatağı paylaşmaktır...
KADIN DEDİĞİN RAVYOLİ DOLGUNLUĞUNDA OLMALIKadınlarla aranız hep iyi miydi? - Fena değildi. Ama öyle abartıldığı kadar değil. Benim için sadece aşk ya da seks ilişkisi değildir ki kadınlarla ilişki. Ben onlarla ahbaplık etmekten de hoşlanıyorum. Yemeğe gideceğiz değil mi? Sırf erkek olalım istemem. Askerlik şubesi gibi, hiç çekilmez. Fransızlar bile mason locasından ayrılıp, işin içine kadınları da dahil edebilmek için başka bir masonik teşkilat kurdular.
İsteyip elde edemediğiniz bir kadın oldu mu?- Çoook. Üstelik, isteyip başka, uğraşıp başka. Uğraşmak hiç olmadı hayatımda. Telefon dahi etmedim kimseye. Zaten erkek, kadını seçmez; kadın erkeği seçer. Erkek sadece seçilmek için konu mankeni gibidir...
Peki kadınlar neden seçiyor sizi?- Herhalde şefkat için seçilmişimdir.
Şaka yapıyorsunuz!- Yoo. Daha çok genç yaştan bir kadına, kadınlığını hissettirdiğimi anladım. Ama içimden gelerek. Tavuskuşu gibi "Ben ben" de demem. Ama kadınlar beni seçiyor diye de bir şey yok...
Nasıl kadınlardan hoşlanırsınız?- Ben gittiğim yerlerde, dostlarımda ve sevdiğim kadında "neşeli bir huzur" aradım hep. Bedeninin ölçülerinden daha önemlidir bu. Artık bu konularda konuşmamın sakıncalı olmadığı dönemdeyim. Kadınlar çok şikayetçi olsalar da hafif selülitli bir beden, kadına kemik ya da tam tersi kas yığınından daha fazla yakışır. Örneğin Demi Moore’u beğenirdim. Sonra Striptease’i seyrettim. Sirk cambazı gibi, her tarafı adale içinde. Bence itici oldu. Kadın, İtalyanların dediği gibi biraz ravyoli dolgunluğunda olmalıdır. Dokunduğunda yumuşaklığını, kadınlığını hissedeceksin. Jöle gibi değil tabii. O yüzden her tarafını botokslatan, adalelerini şişirten ya da raşitik androjen kadınlar itici geliyor...
HİÇ KİMSENİN HANIMEFENDİSİNE DİL UZATMADIM
Birilerinin adamı gibi algılandığınız oldu mu?- Yok hayır, algılanmadım. En yakın ilişkide olduğum Demirel’di. Tercüman’ın Genel Yayın Yönetmeni’yken, onunla her gün telefonda konuşurdum. Güneş’in Genel Yayın Yönetmeni olunca da konuşmaya devam ettim. Süleyman Bey’in yasaklı olması da durumu değiştirmiyordu. Çünkü onun önemli bir özelliğini herkes bilmez, "think tank" gibi bir adamdır. Gündeminizi tayin ederken "O depoda ne var?" diye bakmakta fayda görürdüm. Ondan çok şey öğrendim. Mesela, "Ben hiç kimsenin hanımefendisine dil uzatarak siyaset yapmadım" derdi. Ben de hiç kimsenin hanımı ya da ailesi üzerinden gazete yazısı yazmadım. Kimsenin karısına, kızına mesela rüküş demedim. Öyle bulurum ama demem ve yazmam.
FAVORİ MEKANLARIİstanbul’da ilk adreslerim Loft ve ağabeyi Borsa ile Saray, Sultanahmet köftecileri. Neşeli huzur hissettiğim yerlerden biri de Mangerie. Sahibi Elif de öyledir. İnsana huzur verir. Mehmet Gürs’ün bütün mekanlarından özellikle de Mikla’da vardır o neşeli huzur. Sonra, Balıkçı teknesi Takanik. Ve Yeniköy’deki Swiss Restoran. Altında bir kavı var, orada şarap içer, müzik dinler ve sohbet ederiz. New York’a her gidişimde Trattoria del Arte’ye, Londra’ya gittiğim zaman da San Lorenzo’ya uğrarım. Paris’te Saint Germain’de her bar, her lokanta bana uyar...
EFSANE 1BORNOZLA...Her şey, bir tükenmez kalemle başladı. İsmail Cem’le çıkarmak istediğimiz gazetenin notlarını alıyoruz. Adı Güneş olacak, Bild tarzı bir gazete. Ama güler yüzlü bir gazete. Tiraj raporu bile gülen bir güneşle verilecek. "Taklit etmeyelim, direkt Bild’in sayfa sekreterlerinden birini getirtelim" dedik. Hoş bir hanım geldi. Toplantıda enerjisi hissediliyor. Ben önem veririm bu tür şeylere, kadın enerjisi olmalı. O çizdi gazeteyi. Gazete çıkana kadar 3 ay gün ışığı görmedik. Benim arkada bir odam vardı, penceresiz, küçük bir de banyosu vardı. Orada yatıp kalkıyorum. İşte o ilk günlerden birinde, yeni uykuya dalmıştım ki, yazı işleri müdürü merhum Teoman Orberk’le, Ender, bir baskı arızası problemi için sabahın ilk saatlerinde geldiler. Üzerime bir ropdöşambr aldım, içeri çalışma odama geçtim. Bu kadar. Sonraları, yazı işlerini toplantısına bornozla indiğim yolunda bir söylentiye kadar uzanan öykünün aslı budur...
EFSANE 2ISTAKOZ YARIŞTIRIRDI Milliyet’ten Çetin Altan’ı transfer etmiştik. Hep beraber Altınyunus’tayız. Rakı içiyoruz. Çetin Altan dedi ki, "Ya Güneri, bir hastalığın var mı senin?" "Yok" dedim. "O zaman uydur. Kanserim-manserim var de." "Niye?" dedim. "Ulan" dedi. "40 yaşına gelmeden gazete sahibi oldun. Bu yaşta en çok satan gazetenin ortağısın. İnsanın parası olur gazete yapar ama kalemi olmaz. Senin kalemin de var, yazıyorsun. Görgün var. Elin ayağın düzgün. İyi bir eşin, ailen var. Kadınlar tarafından beğeniliyorsun, spor yapıyorsun, teknen var. Sana bakan illet olur. Yaşatmazlar seni bu Babıali’de. Bari bir hastalık filan icat edelim de canım iyi has da adam hasta desinler, seni rahat bıraksınlar" dedi. "Ne diyecekler ki? Hırsız diyemezler. Gay diyecek halleri de yok" cevabını verdim. "Küçümseme onları. Bana da hem sosyalist, hem viski içiyor, olur mu hiç diye takmışlardı. Çok çektim o laflardan" dedi. "Bulurlar bir şeyler" diye ekledi. Ve masadaki ıstakozu gösterdi, "Mesela buna takarlar", "Nesine takacaklar ki?" dedim. "Ne bileyim. Bulurlar bir şey" diye uyardı. Güldük geçtik. O gün o masada oturan biri, bunu başka birine anlatıyor, o da başka birine. Ve gerçekten de hakkımda "Istakoz yarıştırır, kaybedeni de yer!" lafı çıkıyor. Ama ben severim böyle matrak şeyleri. Soranları hiç bozmuyordum, "Karidesleri de üstlerine koyuyorum ki, onlar da ıstakozlara süvarilik etsinler" diyordum.
EFSANE 3İTHAL DİYET DONDURMAO hikaye de şu: Tansiyon nedeniyle diyet yaptığım bir dönemdi. Show TV’nin Genel Müdürü’ydüm. Yeniköy’de ithal diyet dondurma satan bir yer vardı, ben de oradan dondurma aldırıyorum. "Yurtdışından diyet dondurma getirtiyor" lafı çıktı. Hatta, kulüp başkanlarından biri ziyarete geldi. "Bu senin dondurmadan değil mi? Özel getirttiğinden" dedi. Pek güzel bulduğunu söyledi. İnsanlar inanmak istedikleri şeylere inanıyorlar.
EFSANE 4KADINLARLA ARASI...Yoo, sanıldığı gibi değil. Ama öyle algılanıyorum. Bu da iyi mi kötü mü bilmiyorum. Çünkü genellikle imaj, insanı esir alıyor. Ben de bakıyorum kendime: Düşünüyorum, 2-3 iş yapıyorum gün boyu, hatta gece de çalışıyorum, bir çizgim var, ilkelerim var, ama kadınlarla arası fazlasıyla iyi olan, hedonist biri gibi algılandığım da oluyor. Oysa, ben hayatı memelerinden emip sömüren bir adam değilim, hayatı yanağından öpen bir insanım. Hedonizm ile iyi yaşamak birbirinden farklıdır. Ben kaliteli yaşamaya gayret ediyorum.
EFSANE 5YÜKSEK ÜCRET VE TRANSFERZaman zaman gerçekten en yüksek olanaklarla ödüllendirildim. Hálá kullandığım 28 yıllık yaşlı Jaguarım gazeteyi birinci yaptığım için bana patronlar tarafından hediye edildi mesela. Evimi de öyle aldım. Daima yüksek ücretler aldığım doğrudur. Üstelik patronlar da bilirler ki, son kuruşuna kadar vergileri ödenmiş ücretler aldım. Yüksek maaşlarda vergi, kimi patronları rahatsız edecek kadar ağır geliyordu ama bu çizgiden hiç çıkmadım. Ancak bunlar sadece açılan bir kapıdır. Benden sonraki kuşaklarda o olanakları çok kez katlayan, çok daha büyük rakamlara ulaşan meslektaşlarım oldu ve oluyor. Dünyada da bu böyle.
YA JACK NICHOLSON’A BİR ŞEY OLURSA Pek çok insan sizi Jack Nicholson’a benzetiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?- Paris’te yürüyüş yapıyordum. Eşofman tişört var üzerimde. Biraz da kilolu olduğum bir dönem. Öyle sallapati dolaşıyorum. Arkamdan bir kadın İngilizce sesleniyor: "Affedersiniz, affedersiniz..." Durdum. Biraz mahcup, biraz heyecanlı "İsminiz ne?" dedi. Benim de muzipliğim tuttu "Tahmin edin" dedim "Jaccckkkk?" dedi. Kocasını çağırdı: "John, bak kim var burada." Adam da gayet kibar, "Nasılsınız Mr. Nicholson?" dedi. Harvard’da tıp doktoruymuş. Baktım ki işin tadı kaçacak, "Ben size şaka yaptım" dedim, kendimi tanıttım. Fakat o akşam o çiftle yemek yedik, çok da iyi vakit geçirdik. Böyle bir tane sağlam karıştırma oldu. Benzetme ise sürekli oluyor. Valla, Jack Nicholson’a bir şey olursa bütün karizmam çizilir. Uzun ömürlü olsun!