Dünyaya kazık çakmak istiyorum

Büyüyor muyum, yaşlanıyor muyum?

Neyse ne.

Bana bir şeyler oluyor.

"Ölüm şıkkı", artık her zamankinden daha fazla aklıma geliyor.

Ve beni daha fazla korkutuyor.

* * *

Neden?

Çünkü şu andaki, şu kesitteki, şu boyuttaki kendimi seviyorum.

Ve dondurmak istiyorum.

Bu adamın sevgilisi olmayı seviyorum.

Bu kızın annesi olmayı.

Bu yazıları yazan kadın olmayı.

Hiçbir yere gitmek istemiyorum.

Çivi çakmak istiyorum.

Yapışıp kalmak istiyorum.

Masasını terk etmek istemeyen memur gibi, masayı iki elimle iki ucundan yakalayıp, ayaklarımı geriye doğru açıp, her türlü kaba kuvvete karşı, masayı bırakmak istemediğimi ilan etmeye çalışıyorum.

O masa, benim hayatım.

Vazgeçmeye niyetim yok.

Ama günün birinde vazgeçmem gerektiğini biliyorum.

İşte şimdiden, o "günün birinde" için endişeleniyorum.

* * *

Ben eskiden böyle değildim.

Çünkü kaybedecek bir şeyim yoktu.

Şimdi "aile" oldum.

Korkuyorum, bana ait şeyleri kaybetmekten korkuyorum.

Geç kavuştuğum şeyleri.

Biliyorum her şeyin bir sonu var, mutluluk ömür boyu sürmüyor.

"Sonsuza kadar mutlu yaşadılar" diye bir şey var ama sadece masallarda.

O yüzden zamanı durdurmak istiyorum ya, bitmesin diye.

Diyelim ki evden çıkacağız, bir yere gideceğiz, maaile bir seyahate mesela, kendime diyorum ki, "Ayşe, bu anı unutma, iki hafta sonra hatırlarsın, kim bilir ne kadar çok şey yaşadıktan sonra, yine aynı noktada olacaksın..."

Eve dönüp yine aynı noktaya ve duruşa geldiğimde, "Aman Allah’ım!" diyorum, "Ne kadar çabuk geçti iki hafta..."

Hayat da böyle işte, korkutucu derecede çabuk geçiyor.

O yüzden o kadar manasız ki, saçma sapan şeyleri kafaya takmak.

"Hangisi esas sorun?" diyorum kendi kendime.

Hayatın elimizden kaçıp gitmesi mi, yoksa bir gün anlamsız gelecek şeyler için debelenmek, üzülmek mi?

* * *

"Bizim başımıza gelmez"
dediğimiz her şeyin, pekala başımıza gelebileceğini bilecek kadar büyüdüm.

O yüzden daha sıkı sarılıyorum sevgilime.

Kızımın gözünün içine bakıyorum, "Keşke hiç büyümese" diyorum, Teneke Trampet’teki çocuk gibi kalsa...

Ben artık yaşlı insanlar gibi düşünüyorum, konuşuyorum, olgun.

Ve artık daha çok ağlıyorum.

Acılarda, hastalıklarda, kazalarda...

"Dağlara taşlara" diyorum.

Kızımı okula götürürken çaktırmadan sağ ayakla girmesi için uğraşıyorum.

Yakında ona kurşun döktürmenin yollarını da ararım!

İçim titriyor benim. Kızıma, kocama, bütün sevdiklerime. Onlara bir şey olacak diye aklım çıkıyor. Düşüncesi bile gözlerimin dolmasına sebep oluyor. Korkuyorum. Filmlerde ağlıyorum. Katıla katıla. Sevgilim gülüyor, "Doğumdan sonra sana bir haller oldu" diyor. Doğru söylüyor. Sonunda kendi halime gülecek kadar ağlıyorum.

Ama yanlış anlamayın, sadece acılar değil...

Mutluluk da beni ağlatıyor.

Sevdiğim insanların başına iyi şeyler mi geliyor, ağlıyorum.

Nálán, "Uzun zamandır bana olan en iyi şey bu! Delirdin mi niye ağlıyorsun?" diyor, elimde değil ağlıyorum.

Oyun oynayan çocuklar, uyuyan çocuklar, dilenen çocuklar, ağlayan çocuklar, gülen çocuklar... Sokaktaki hayvanlar... Bazen mis gibi güzel bir hava... Sabahları tıraş olan sevgilimin aynadan bana çapkın çapkın bakması... Ay devam etmeyeyim, benim içim şişti!.. Hatta karınca yuvaları...

Anasını satayım, hepsi ağlama hissi uyandırıyor bende.

Safi duygu oldum ben.

Hamilelikten sonra böyle kaldım.

Çok yaratıcı bir fikir de ağlatıyor beni...

Güzel bir resim, güzel bir yazı, güzel kurulmuş bir cümle, güzel bir dize, güzel bir müzik, güzel bir sevişme...

İyi bir sevişmenin üzerine ağlamak da komik tabii...

İşte böyle.

Daha az duygusal olmanın yolu var mı?

Ya da zamanı durdurmanın...

Aslında bu dünyaya kazık çakmanın...

Biliyorsanız haber verin...
Yazarın Tüm Yazıları