Hani vardır ya... ‘Ben bu anı daha önce yaşadım’ duygusu... Deja Vu yani. Pavarotti konserine gidiyoruz, tam evden çıkacakken...
Allahaısmarladık öpücüğü vermek için Alya’nın odasına giriyorum.
Yatakta kıpırdanıyor...
Uyumakla uyumamak arasındaki çizgide direniyor henüz...
Mahmur bir hali var.
Mis gibi bebek kokuyor.
O koku bütün odayı sarıyor, benim parfümümü bile bastırıyor.
Gözlerini aralayıp bana bakıyor.
İşte o anda...
Tam o anda...
Deja Vu devreye giriyor.
Fotoğraf yer değiştiriyor.
Alya ben...
Ben annem oluyoruz...
O yatakta yatan benim.
Gözlerini anne ve babasına dikip, ‘Yine nereye gidiyor bunlar?’ diye düşünen benim. ‘Annem ne kadar da güzel. Siyah bir elbise giymiş, sarı saçlarıyla çok havalı’ diye aklından geçiren de benim...
Daha dün...
Ben o yatakta yatıyordum...
Onun bana baktığı gibi ben anneme bakıyordum.
Sanki o anı hatırlıyorum...
Bu karedeki ‘anne’, şimdi ben mi oluyorum?
Bir yanlışlık olmalı...
Yoksa, ben yaşlanıyor muyum?
‘Üzme Dada’nı?’ diyorum, sanki ben annemmişim gibi, kızımı alnından ve gıdısından öpüyorum. Dayanamayıp bir de ayaklarını ısırıyorum.
Yanına da acil ihtiyaç halinde ulaşabileceği oyuncaklarını diziyorum.
Bu, benim doğumdan sonra zamanında yetişebildiğim ilk sosyal faaliyetim olacak.
Yani inşallah.
Alya’dan kopabilirsem!
Kapısını kapatırken, kendi beynimde bir başka kapıyı, Pavarotti kapısını açıyorum.
*
Luciano Pavarotti, Dubai’de konser veriyor...
Boru değil Maestro Pavarotti o!
Dünyanın en iyi tenoru...
Dünyanın en meşhur tenoru...
Opera denince akla gelen isim...
Opera sanatını pop hale getiren, halka sevdiren o müthiş ses...
Kaçar mı böyle bir konser?
Kaçmaz.
Da...
Bilet nasıl bulunur?
Kolay olmuyor...
Anamız ağlıyor!
Zar zor bulabildiğimiz biletlerin üzerinde de, konser salonuna erken gelinmesi, konserin zamanında başlayacağı, kapıların kapatılacağı yazıyor.
Bir mühim ayrıntı daha:
‘Şık gelinmesi rica olunur...’
Bu lafın bir kadını nasıl zorlayacağını tahmin edersiniz.
Beni daha da zorluyor...
Çünkü bu aralar bedenim de, kıyafetlerimi zorluyor!
Eski kiloma kavuşamadım henüz.
İçine girebilecek bir şey bulursam, mutlaka siyah olması gerekiyor.
Bütün defolarımı gizleyen şöyle askısız uçuşan siyah bir gece elbisesi giyiyorum, üzerime de bir şal alıyorum.
Konser salonunun önünde sonsuza kadar uzanan bir kuyruk var ve kadınlar yerleri öpen uzun tuvaletler giymişler, benim spor bile kaçtığım söylenebilir...
Kuyruk uzun ama seri şekilde ilerliyor, şahane bir yaz gecesi zaten, o ne giymiş, bu ne giymiş, hangi kadın güzelmiş, hangisi rüküşlük abidesiymiş derken, iki sevgili, kendimizi küt diye konser salonunun içinde buluyoruz.
*
Konserin başlamasına birkaç dakika var.
Dubai’de sürekli hissettiğim o şaşkınlığı yine yaşıyorum.
Her şey yabancılaştırma efekti gibi.
Etrafıma bakıp, ‘Ben gerçekten bir Arap ülkesinde miyim?’ diyorum.
Bir yanlışlık var ama nerede?
Şu gördüğüm 4000 kişilik kalabalığın neredeyse 3912’si Batılı...
Bu şehrin geneli de öyle, çoğunluk yabancı...
Dahası kentin anadili İngilizce, herkes İngilizce konuşuyor...
Ezan sesi dışında neredeyse hiç Arapça duyulmuyor.
Gözün alabildiği her şey çok medeni ve çok gelişmiş burada...
Ama ısrarla bir Arap ülkesinde olduğun söyleniyor.
E bir ‘Nasıl yani?’ oluyorsun!
Kafanın içindeki Arap ülkesi kavramını sorgulamaya başlıyorsun...
Maserati ve Bulgari’nin sponsoru olduğu gece Şeyh Muhammed Bin Raşit el Maktum’un himayesinde gerçekleşiyormuş...
Öyle yazıyor elimde tuttuğum broşürde...
Broşürde yazmıyor ama Pavarotti’ye bu konser için 1 milyon dolar ödenmiş.
Bu işin dedikodusu tabii.
Şehir efsanesi olma ihtimali de yüksek.
*
Konser, tam saatinde başlıyor.
Perde kalkıyor...
Ve maestro karşımızda duruyor...
Müthiş bir alkış kopuyor.
Selam sabah yok, Pavarotti direkt meseleye giriyor...
Bazı şarkıları solo, bazı şarkıları da soprano Simona Tadaro ile birlikte seslendiriyor.
O da ne!
Nasıl desem...
Dilim de varmıyor söylemeye ama...
Pavarotti bizim bildiğimiz Pavarotti değil...
Başka bir şey olmuş...
İçim parçalanıyor...
Yaşlılığın gözü kör olsun...
Ama efsane tenorun artık sesi çıkmıyor.
Birlikte sahne aldığı Mavi Ay’daki Cybil Shepard’a benzeyen genç ve güzel soprano, koskoca maestro’yu taşıyor.
Onun kristalize berrak sesi bize bir operada olduğumuzu hatırlatıyor.
Pavarotti ise insanı sadece üzüntülere gark ediyor.
Ben kim oluyorum da, koskaca bir devi, bir efsaneyi, Pavarotti’yi harcıyorum?
Hiç kimse olmuyorum.
Konseri izleyen sıradan bir insanın düşünceleri bunlar, o kadar.
*
Bir kere ayağa kalkamıyor...
Tekerlekli sandalye olduğu hissini veren bir koltukta oturuyor.
Kaşları ve ağzı dışında bedeninin hiçbir yeri fazla hareket etmiyor. Zaten bir ay önce boynundan ameliyat olmuş.
Bir ara ağzına bir hap attığını görüyoruz.
Hep birlikte çok korkuyoruz.
Eyvah adam sahnede mi kalacak?
Kalp krizi mi geçiriyor diyoruz.
O hapı belki sesini açmak için kullanıyor.
Ama biz nereden bilelim.
Panikliyoruz.
Ne var ki, finalde müthiş bir numara çekiyor. Son şarkıyı birlikte söylememizi istiyor. Bu çağın özelliği bu, interaktif yaptığın her şey tutuyor. Konserin sonunda doğru olsa da coşuyoruz.
Bir de bu konserlere ‘veda turu’ (Farewell Tour) denmesini manidar buluyoruz.
Yani bu konserden çıkarttığım ders budur:
Elveda Pavarotti!
HAMİŞ: Yer yokluğundan dün söz verdiğim ‘Kuralları aşmak’ yazısını ertelemek zorunda kaldım. Özür diliyorum.