Sevil Avcıoğlu kişisel tarihimde bir ilktir. İlk defa burjuva bir kadınla, bir solcunun aşkını dinledim. Ve çok etkilendim. Farklılıkları beni büyüledi. Güldürdü, hüzünlendirdi... Dünyanın en komik kadını Sevil Avcıoğlu. Televizyona çıksa, herkesi gülmekten kırar geçirir. Aşırı doğal. Ve süzgeçsiz konuşuyor. Kalbindeki ağzında. Sevmemek olanaksız. Bir de kendini olduğundan az göstermek için özel çaba sarf ediyor. Mütevazı. Çılgın bir cumhuriyet kadını aslında. 35 yıl
önce ayrıldığı eşine haksızlık edildiği için, parmak kaldırıp söz hakkı isteyen bir kadın. Okuyunca anlayacaksınız...
HAMİŞ: Sevil Avcıoğlu, eşinden ayrıldıktan sonra, Hariciye’ye geri dönüyor, bir sürü ülkede Türkiye’yi temsil ediyor, aynı zamanda annelik yapıp iki oğlunu yetiştiriyor. Şimdi emekli, İstanbul Nişantaşı’nda ve Ankara’da yaşıyor.
Doğan Avcıoğlu ile nasıl tanıştınız?- Ankara’da, Siyasal Bilgiler’de öğrenciydim. Niyetim hariciyeci olmak ve Paris’e kapağı atmaktı. Dame de Sion mezunuydum, hayat doluydum, neşeliydim...
Çok da güzel...- Öyleymişim ama farkında değildim. O zaman kimse söylemiyordu, şimdi söylüyorlar. İş işten geçtikten sonra! Siyasalda 15-20 kızız. Ben ve Sevin (Fatin Rüştü Zorlu’nun kızı) yapışık ikiz gibiyiz. Hiç ayrılmıyoruz, hemen göze çarpıyoruz, çünkü süslü püslüyüz, İstanbul’dan gelmişiz, yabancı okul mezunuyuz. Ama bakma, biz de şaşkınız: Rahibe okulundan çıkmışız, ortalık oğlan kaynıyor, neye uğradığımızı şaşırmışız...
Hemen mi aşık oldunuz Doğan Avcıoğlu’na?- Yok, yok, son sınıfta tanıştık. Bir gün elimde bir dergi var, bir arkadaşım (Deniz Baykal) sordu: "Ne okuyorsun?" "Paris Match" dedim, "Yön çıktı, onu okusana!" dedi. Allah Allah, nasıl bir dergi acaba dedim, deyiş o deyiş. Kapağında, "Toprak işleyenin, su kullananın" yazıyor. "Amerikan emperyalizmi zehirdir, Coca Cola da." İlgimi çekti. Tabii biz hocalar ne anlatıyorsa, o kadarını biliyoruz. Marksizmi doğru dürüst anlatan da olmamış. Yön’ü elime alınca çok etkilendim. Bir de iyi kalplilik var, fakirlere çok acırım. Küçükken bizim ailenin evlatlıkları vardı, onları okutmadılar. Hep çok üzüldüm onlara. Bu duygularla kalktım gittim. Tabii bir de okulda diğer oğlanlar peşimde koşarken "Doğan Avcıoğlu senin yüzüne bile bakmaz!" dediler ya, iyice hırs yaptım. Yön’ün kapısını çaldım, kapıyı Nimet Hanım açtı. Dedim ki "Yardım etmeye geldim." O da "Doğaaaaan" diye seslendi, "Bir kız seni görmek istiyor!" Ben de topuklular filan. Saçlar maçlar yapılı, o zamanlar Juliette Greco makyaji vardı. Gözlerin etrafı simsiyah boyanırdı, ruj yok... Egzistansiyalist takılıyoruz...
Sizi görünce tepkisi ne oldu?- Biraz şaşırdı. Bu da kimin nesi, ne işi var gibilerinden. Ben de onu inceliyorum bu arada. Benden yaşlı, orta boylu, tıknaz bir adam. Gary Cooper değil ama tuhaf bir karizması ve ışığı var. Sesi de güzel. Çok gülmüyor ama güldüğü zaman gamzeleri ortaya çıkıyor. Bence neden geldiğimi hiç anlamadı ama iş olsun diye elime bir çeviri verdi. Sophia Loren ve Gina Lollobrigida kitlelerin afyonudur, halkı gerçek dertlerinden uzaklaştırır türünden bir şeyler. Sonra da beni eve bırakmak istedi.
Beğendiği için mi?- Galiba. Evin yakınında indim. Ben de onu beğenmiş olmalıyım ki, oturdum takır takır o çevirileri yaptım ve götürdüm. Beni bu sefer yemeğe çıkarmak istedi. Zannediyorum bir erkekle ilk defa baş başa yemeğe çıkışım. 21-22 yaşındayım.
BÜYÜK İDEOLOĞUN KAPRİSİ GİBİ GÖRDÜLER
Sonra ne oldu, ilişkiniz nasıl ilerledi?- Sayesinde önce dünya görüşüm değişti. Korkak olmasam dağa çıkardım bunlarla. Kardeşim (Doğan Yurdakul) ve arkadaşları Şule (Perinçek), Sırma (Ersanlı) dağa çıktılar mesela. Ne yalan söyleyeyim, ben hep biraz dışında durdum çünkü konforu seviyordum. Hapse düşemem, dayak yiyemem, itilip kakılmak istemem. Halkı seviyordum ama o kadar da değil! Doğan bir süre sonra, "E ne düşünüyorsun?" dedi. "Okulu bitirip diplomat olacağım" dedim. "O zaman gel ders çalışalım" dedi. "Şunları şunları sorabilirler." Resmen bana bir iki ay ders çalıştırdı. Ve kazandım. Benden önce 4-5 diplomat hanım vardı, ben altıncı filandım.
Ne güzel!- Sonra "Çalışacak mısın?" dedi, "Tabii" dedim. "Peki biz ne olacağız?" dedi. Aman Allah’ım evlenme teklif ediyor diye düşündüm. Çünkü o ana kadar evlenmenin e’si yoktu, evlilik feodal bir ilişkidir diyordu. Acayip sevindim. Yanılmamışım, bir süre sonra geldi teklif. Atladım üstüne.
Demediniz mi hani feodal bir şeydi, niye evlenmek istiyorsun?- Yok canım adamın kafasını niye karıştırayım? Aslında çapkın bir adamdı. Ben nikahlı ikinci eşiyim. Nikahsızları saymıyorum. Okumak için Paris’e gitmiş, orada yıllarca bir Fransız kızla yaşamış, sonra İngiliz bir sevgilisi olmuş, hiç boş durmamış. İlk eşi de ODTÜ’de asistanmış...
Siz onun hayatına giren diğer kadınlardan farklı mıydınız?- Evet, beni büyük ideoloğun kaprisi gibi değerlendirdiler. Hiç ciddiye alınmadım ve bunu da hep hissettim. Etrafındakiler Doğan’a topuzlu, gözlüklü bir kız yakıştırıyordu. Ve hiç evlenmesin istiyorlardı. Çevresinin ondan beklediği 24 saat çalışmasıydı. Ama biz, her şeye rağmen Bursa’da, annesinin babasının evinde evlendik. Orada ne kadar varlıklı bir aileden geldiğini öğrendim. Baba başöğretmen ama anne toprak ağası. Oğulları "Yurtdışında okumak istiyorum" demiş, onu Sorbonne’a yollamışlar. "Evlenmek istiyorum" deyince de itiraz etmediler, beni de kabullendiler. Evlendik. Ve ertesi gün, balayında ilk düş kırıklığımı yaşadım.
Nasıl?- Bunun bir arabası vardı, Opel, adını da Jacqueline François koymuştu. Siyah bir araba. Bu arabayla Ege sahillerinde balayına çıktık. Sabah uyandığımda gördüğüm manzara şuydu: Doğan, benden önce kalkmış, denize girmiş, kahvaltısını yapmış, önünde dünyada çıkan ne kadar gazete, dergi varsa yığılı, onları okuyor ve notlar alıyor. Ağzında da bir sigara. Zaten ateşe ihtiyaç duymazdı, zincirleme yakardı. Dudağının köşesinde, neredeyse izmariti koymak için kül tablasında oyuk olur ya, ondan olacaktı. Küller ve dumanlar içinde bir adam. Benimle konuşmuyor, etmiyor, sadece okuyor, yazıyor, çiziyor. Halbuki flört ederken en azından akşam yemeklerinde konuşuyordu. Durmadan sosyalizm de anlatmıyordu, hafif konularda da fikir beyan ediyordu. Ama birden değişti adam. Gamzeleri de çıkmaz oldu. Ve daha balayındayız. Ben de evleneceğiz diye yıllık iznimi istemişim. Dışişleri’nde izinle evlenilirdi. Dilekçeni verirsin, adamın adını soyadını yazarsın, onlar da araştırma yapar, sana bir yanıt verirler. Bana yanıt manıt vermediler, biz de apar topar evlendik. Müşerref Hekimoğlu yazınca ortaya çıktı, ben de izinsiz evlendiğim için kovuldum.
Sonra?- Topladım çantamı eve geldim. Doğan, "İş bulup çalış" dedi. Asalak karı istemez. "Tabii ki çalışacağım" dedim. Ve ondan sonra, gündelikçi kadınlar gibi nerede iş bulduysam çalıştım. Odalar Birliği’nde çalıştım. Sonra bir sürü sendikaya girdim, ne yazık ki sonunda hep kovuluyordum. Çünkü Doğan onların aleyhine yazıyordu. Adamlara "sarı sendika" diye yazdı, ben daha deneme dönemindeyim, paldır küldür attılar beni, "Kocana da selam söyle" dediler.
BİR TÜR HİZMETÇİLİK YAPIYORDUM
Peki nasıldı evdeki düzen?- Gündüzleri işe gidiyorum, o evde kalıyor. Bir çalışma odası yaptım, sevmedi. Yemek masasını tercih etti. Masanın bir köşesinden başladı, sonra yayıldıkça yayıldı. Yemek yiyecek yerimiz kalmadı. Bir sürü de insan ağırlıyorduk. Yaşar Kemal’den Kemal Tahir’e, Çetin Altan’a kadar. Bir de Yön’ün çekirdek kadrosu, İlhami Soysallar, Mümtaz Soysallar, İlhan Selçuklar... Annem de onlara bayılıyor, Doğan’a müthiş saygısı var. Bir de Doğan ona "Hanımefendi" diye hitap ediyor. Annem koşa koşa yardıma gelirdi, evlatlıkları vardı, onları da getirirdi. Zaten evlendiğimiz gün, bize bir vale ayarlandı, alışveriş yapıyor, sofraya hizmet ediyor, yemek yapıyor. Tabii büyük dedikodu oldu, "Adam bak, hem solcu hem erkek uşak çalıştırıyor" diye. Hayat biçimiyle ideolojinin aynı olması gerekiyordu o dönemde.
Gurur duyuyor muydunuz onun eşin olmaktan?- Duymaz mıyım? Duyuyordum tabii.
Doğan Türkiye’yi kurtaracaktı, ben de onun hayatını kolaylaştıracaktım. Ben evin konforunu sağlamakla yükümlüydüm. Yeter ki o rahat çalışsın. Kafası rahat olsun, gelenler ağırlansın, hizmette kusur olmasın...
Bir tür hizmetçilik yani...
- Evet. Kocalık beklemeyeceğim, en az kocalıkla yetineceğim. Zaten çok az uyuyordu, geri kalan bütün zamanını da çalışarak geçiyordu. Bir kız arkadaşım bize geldi, evdeki hali gördü ve dedi ki: "Nasıl dayanıyorsun? Seni alayım gidelim bu evden." Gerçekten de Doğan kendi kendine yaşıyor, okuyor, yazıyor, çiziyordu...
Çok büyük bir yalnızlık değil mi bu?- Tabii ama o dava adamıydı, başka türlüsünü beklemem saflık olurdu. Ben de anneme yapıştım. Tiyatroya, konsere onunla gidiyordum. Doğan da itiraz etmiyordu, yeter ki ayak bağı olmayayım. Ama mutlu da değildim.
Çocuk yapmaya ne zaman karar verdiniz?- Aslında vermedik. Hamile kaldım ve kıyamet koptu. Doğan istemedi. İstemediği gibi etrafı da istemedi. Komintern gibi toplantı gerçekleştirildi, neredeyse oylama yapılacak: Sevil doğursun mu, doğurmasın mı? "Çocuklar Doğan’ın ayaklarına zincir olur" deniyor. "Tarihi misyonu var adamın, hadi evlendin neyse, bir de çocuk mı yapmak istiyorsun! Hayatta olmaz!" Ben de inat ettim "Aldırmayacağım işte" dedim. İlk çocuğum böyle doğdu. İkinci çocukta iyice delirdi. Yine oralı olmadım, doğurdum. Ve sözümde de durdum, çocuklarımla hep ben ilgilendim. O çok sevdi ama babalık yapmadı. Kendine bile bakamıyordu. Pabucunu bile ben alıyordum, ayağına olan kalıyordu, olmayanı geri götürüyordum. O sadece okuyor, yazıyor, sofrasına adamlar geliyor, onlarla konuşuyordu...
Çok kavga ediyor muydunuz?- Hayır. Çünkü Doğan kavga etmezdi. Bana "matkap" derdi. Duvarı zırrrrr deler ya matkap, çok konuşuyorsun anlamında. Faturaları ödeyeceğim, her şeyi yapacağım ve sesimi çıkarmayacağım. Çarşambadan çarşambaya konuşma hakkım vardı. Dergi baskıya girince, o zaman "Tamam söyle şimdi" diyordu. Ama aradan o kadar zaman geçmiş oluyordu ki, ne söyleyeceğimi unutuyordum.
Peki sonra ne oldu?
- Akşamları eve gelmemeye başladı. Hissediyordum bir şeyler oluyor. Ama ne bilmiyorum. Ve öğrendim ki hayatında başka bir genç kız varmış. Dergide çalışan bir kız. Bu bana çok ağır geldi. "Sıradan bir aldatma ne var bunda, iki çocuğum var, otururum oturduğum yerde" deyip geçebilirdim. Yapmadım. Ben onun davası başarıya ulaşsın diye kendimi silmişim, egomu yok etmişim, o genç bir kadınla taze bir ilişki yaşıyor.
Ne dediniz ona?- Hesap sordum: "Bir şey duydum, doğru mu?" "Böyle bir soruya cevap vermem" dedi. Ben de bunu "Evet" olarak kabul ettim. Ve koptuk. Çocukların biri 3 yaşındaydı, diğeri 5...
Sonra tekrar görüştünüz mü?- Tabii hep dost kaldık. Çocuklar alındı verildi. Ama çok kısa bir süre yaşadı. Hep 100 yaşına kadar yaşayacağım derdi, oysa 57 yaşında kanserden gitti...
HASAN CEMAL, DOĞAN AVCIOĞLU’NA HAKSIZLIK EDİYOR
Son zamanlarda Doğan hakkında bir sürü şey yazıldı. İki oğlum var, neden onların babası sadece cuntacı ve darbeci diye anılsın? Haksızlık bu. Ben Yön ve Devrim dönemini biliyorum, o ilgisiz bir baba, zor bir eş olabilir ama müthiş bir dava adamıydı. Hayatını buna vakfetti. Hasan Cemal aleyhinde yazıyor ama onun hakkını veren arkadaşları da var. Zaten Hasan o zamanlar çok küçüktü. Bu toplantıları filan bilmezdi. O toplantılar yapılsa bile o götürülmezdi. Gazetelerden kupür kesip arşivliyordu, görevi bir tek buydu. Çekirdek kadroda olduğunu ve Doğan’ın yapmak istedikleri içinde olduğunu sanmıyorum. Ama tabii ölmüş bir adamın kendini savunacak hali yok, atıp tutuyorlar. Şu hale bakar mısınız, onu savunmak bana kalmamalıydı ama kalıyor işte...
HER ŞEY OLMAK İSTERKEN HİÇBİR ŞEY OLAMADIM
Hayatta hiçbir şeyi tam yapamadım. Büyükelçi de olamadım, evliliğimi de sürdüremedim, siyasete de giremedim. Hepsi yarım yarım. Cyrano de Bergerac’ın bir lafı vardır, çok hoşuma gider: "Her şey olmak isterken, hiçbir şey olamadım." Ben oyum işte. Kafası kesik tavuk gibi koşturdum ortalıkta.