Paylaş
O bir sufi. Ve ben onu çok seviyorum. Beni nereye götürdü biliyor musunuz?
Aşiyan’a... Kendi mezarına...
Bu adam, 20 yıl önce kendine Aşiyan’da nefis manzaralı bir mezar satın alıyor ve 8.5 ay orada yaşıyor. Çünkü o dönem o bir alkolik ve ona, “Sirozsun, bir yıl ömrün kaldı!” diyorlar. Ama oradan, alkol tedavisi olmaya karar vererek çıkıyor.
Bugün artık, ağzına bir damla bile içki sürmeyen biri... Farklı, sıradışı, kalıplara sığmayan biri... Sadece toplumun değil, kendi sınırlarını da zorlayan biri...
Bu adam, iki buçuk sene sokaklarda yaşadı. Ama aslında Yeniköy’de bir yalıda doğmuştu. Beni, toplumun alışılmış kurallarını yerle bir eden, tabu yıkan hikâyeler büyülüyor. Hele içinden bir ‘iyilik’ çıkıyorsa...
Ali Denizci, bütün bu yaşadıklarından sonra, ‘Derviş Baba, Deliler, Abdallar, Meczuplar ve Âşıklar Kahvehanesi’ni kurdu.
Gittim, gördüm. Müthiş bir yer. Büyük dayanışma ve yardımlaşma var. Felsefeleri de, “Görüyorsam, duyuyorsam sorumluyum!”
Her ay ihtiyacı olanlara düzenli yiyecek yardımı yapıyorlar, evsizlere ev kiralıyorlar, Suriyeli çocuklara Türkçe öğretiyorlar, mahallenin delilerini alıp yıkıyorlar, onlara bakıyorlar, kimin ne derdi varsa koşuyorlar...
Onlar vermeye inanıyor, almaya değil.
Çünkü onlar diyorlar ki, “Sevmek gerekiyor. Hem kendini hem başkalarını. Ve başkalarına yardım ettikçe aslında kendine yardım ediyorsun...”
Huzurlarınızda Ali Denizci...
İnsanın aklını uçuran bir hayat hikâyen var. Sekiz kere evlenmişsin, 42 yaşında pilot olmuşsun, 29 kere alkol tedavisi görmüşsün. Şimdi herkese yardım eden bir sufisin. Şu hikâyeyi bir baştan anlatır mısın, sen kimsin, nesin?
- Bir zamanlar kartvizitime, ‘Galaksiler arası koordinatör, kompozitör, maestro, ekselansları, kardinal, imam, hahambaşı, merkez valisi ama en çok profesyonel serseri’ yazdırmıştım.
*Süpermiş! Kartviziti eline alan ne yapıyordu?
- En güzel tepkiyi veren başka bir serseri oldu. Kartıma baktı baktı, “Seninki çok uzun!” dedi, kendininkini uzattı. İsmi yazıyordu ve altında tek bir kelime: ‘Deli.’ E haklı... Yaşamı çok ciddiye almamak gerekiyor. Geçenlerde metroda yanıma biri oturdu. “Abi, bu gemi hangi gezegene gidiyor?” dedi. Ne güzel! Bütün zırdeliliğiyle, bu dünyada yaşayabilen bir adam. Oysa biz, kendimize o kadar çok şey yüklüyoruz ki yaşayamıyoruz! Kendini çok önemsememek lazım. Bu yaşamın sanal olduğunu bilip, buradaki görevlerini yerine getirerek, asıl yaşama doğru ilerlemek lazım...
Paran yoksa sen bir hiçsin laflarıyla büyüdüm
*Harika da... Biz önce geriye gidelim. Nasıl bir ailede büyüdün?
- Kültürlü, eğitimli ama temel korkusu sahip olduğu parayı kaybetmek olan bir ailede. Yalıda yaşıyorduk ama sokağa düşmekten korkuyorduk! Ya varlığımıza bir şey olursa? Ya parasız kalırsak? “Paran yoksa, kimse seni adam yerine koymaz. Sefil olursun, sokağa düşersin. Paran yoksa sen bir hiçsin!” laflarıyla büyüdüm...
*Neciydi baba?
- Müteahhit. Bizim geleceğimizi planlamıştı bile. Ben inşaat okuyacaktım, ortanca kardeşim makine, küçük kardeşim de finans. Yeter ki aile şirketi devam etsin. Aman parasız kalmayalım! Ama ben planları bozdum. Önce ateist, sonra komünist oldum. Hiç hoşlarına gitmedi tabii. 17 yaşında evden ayrıldım, siyasi düşüncelerim yüzünden cezaevinde yattım. Hızlı yıllardı, biz modern Robin Hood’lardık, piyasada ilaç bulunmuyordu, ilaç kamyonlarını soyuyor, ihtiyacı olanlara ilaç dağıtıyorduk.
*Sonra?
- Benim hikâyem uzun, İsveç’te mimarlık eğitimi bile aldım. Sonra ticarete atıldım, epey de para yaptım. Ama beni kesmeyen bir şeyler vardı. Bitmek tükenmek bilmeyen korkularım vardı. Alkole başladım. Ben her şeyi dibine kadar yaptım hayatta. İçkiyi de öyle içtim. Öyle bir noktaya gelmiştim ki, ellerimin titremesini durdurup sigara yakabilmek için bir ufak votka içmek zorundaydım. Kronik alkoliktim.
Evden çıktım ve sokaklarda yaşamaya başladım
*Bu, aslında hep sana yüklenen korkular yüzünden değil mi?
- Tabii ki. Ailemin, çevremin, kendimin... Alkolik, kendisiyle ve yaşamla yüzleşmeye cesareti olamayan insan. Bütün bağımlılar öyle. Ben de bağımlıydım. Sonra bir gün evimden çıktım, Hisar’da oturuyordum ve bir daha eve dönmedim, sokaklarda yaşamaya başladım.
*Neden insan böyle bir şeyi tercih eder?
- Bir tür reddiye! Bana yükledikleri her şeyi reddettim. “Paranız da, evleriniz de, şaşaalı hayatlarınız da batsın!” dedim. Çevremdeki varlıklı insanlara bakıyordum, para var, her bir halt var ama habire korkuyorlar, bir şeyler biriktiriyorlar. Rahat ve huzur yok. Bir de sokakta yaşayanlara baktım, e valla çok da mutsuz görünmüyorlardı. Üstelik hiçbir şeyleri olmamasına rağmen. Hiçlik, güzeldir. Kaybedecekleri bir şey yoktu. Belki hayatımdan başka kaybedecek bir şeyimin olmamasını istedim. “E öyleyse hadi” dedim, kendimce bir meydan okumaydı.
*Ne kadar sürdü?
- Üç buçuk sene.
*Sokakta yaşayınca n’oluyor?
- Hiçbir şey olmuyor. Gayet güzel yaşıyorsun. Bu topraklarda sokakta yaşayan hiç kimse aç kalmaz. Herkes yardım ediyor. Din, dil, ırk, etnik köken, mezhep ayrımının sadece kafalarda olduğunu, pratikte olmadığını görüyorsun. Çok yardımsever bir milletiz biz, iyi kalpliyiz. Çok derinlerde bir yerde, bir gün bizim de o duruma düşebileceğimizi biliyoruz.
*Kimler yardım etti mesela sana?
- Ben Boğaz hattında içmeyi severdim. Sarıyer-Kumkapı arası içen nöbetçi sarhoştum! Ünlü-ünsüz pek çok insan üç buçuk yıl yardım etti. Sakıp Sabancı’dan Vehbi Koç’a, Güneri Cıvaoğlu’ndan Mehmet Ali Birand’a kadar hepsinden içki parası almışlığım var.
Kayahan ve Müzeyyen Senar sabit müşterilerimdi!
*Nasıl karşılaşıyordun onlarla?
- Mesela Emirgân’da kaldırımda yatıyorum, aaa rahmetli Sakıp Bey, korumalarıyla sabah yürüyüşüne çıkıyor. Biraz sohbet ediyoruz, sonra “Ver bir içki parası!” diyorum, veriyor. Sezen Aksu’dan da almışlığım var, Kayahan’dan da...
*Peki nasıl görünüyorsun o sırada?
- Korkacakları gibi! Aylardır yıkanmamışım. Pislik içindeyim. Saç sakal birbirine karışmış. Kat kat giyinmişim. Kısa bir palto. Dışarıdan görüntüm 70-80 kilo ama soyunduğum zaman 40-50 kilo sağlıksız bir insan bedeni. Kayahan ve Müzeyyen Senar sabit müşterilerimdi. Kayahan’ın tekneye giderdim. Bir büyük rakı alır çıkardım, biraz da meze...
*Onlar anlıyorlar mıydı senin eğitimli, kültürlü bir adam olduğunu?
- Ne eğitimi, ne kültürü... Bir önemi yok ki. İnsansın sen, onlar da bana öyle bakıyorlardı! Çok konuşmaya da gerek yok. Her şey belli. Yardım ediyorlardı.
Kaybetmekten korktuğumuz için sürekli biriktiriyoruz
*Ailen?
- 24 saat içen biriydim, kimseyi istemiyordum. Senede bir kere filan yakaladıklarında hamama götürüyorlardı, sonra da check up’a. Son sefer yine götürdüler. Nöroloji, nöroşirürji falan filan derken, beynimle bayağı uğraştılar. Hani normal insanlar gibi yaşamayı reddediyorum ya, akli dengem yerinde mi, değil mi? Tomografiler filan normal çıktı. Rahatsız, huzursuz ve uyumsuz bir adamdım ama tırnak içinde normaldim. Sonra başka testler yaptılar, karaciğerime baktılar. O da ne! Siroz olduğum ortaya çıktı. Gözlüklü bir doktor vardı, elindeki filmi gösterdi, “Bak” dedi, “Ölüyorsun...” “Ne kadar yaşarım?” dedim, “Bu şekilde devam edersen en fazla bir yıl...” dedi.
*N’aptın peki?
- Çok sevdiğim bir ortağım vardı; İlyas. İlyas’a dedim ki, “Bana şöyle deniz gören bir mezar satın al!” Benim estetik kriterlerim olduğunu da bilir, Aşiyan’dan aldı, en önden, en güzelinden, oh bütün Boğaz ayaklarımın altındaydı.
*Eeee?
- E’si orda içmeye devam. Sekiz buçuk ay mezarlıkta yaşadım.
*Korkmuyor muydun?
- Ölülerden mi? Yok canım. Ölülerden ne korkacaksın, yaşayanlardan kork! Tabii bu arada okumaya devam ediyorum. Kat kat giyinmiş bir serseri düşün, sakallar göbeğinde, mezarında ‘Tutunamayanlar’ okuyor. Sabahları da Radikal ve Yeni Gündem, Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri’yi de severdim...
*Peki sonra?
- Sekiz buçuk ay böyle devam etti. İçkim, sigaram, gazetem, kitabım hep geliyordu ama kimin getirdiğini bilmiyordum. O kış inanılmaz kar yağdı. Ben en uçtaki mezardayım, yanım uçurum, bana tek gelen yol var. O yolda karda ayak izi yok, kedi, köpek izi bile yok. Ama benim içkim, sigaram sürekli geliyor. Sanki ilahi bir güç bana bunları getiriyor. Ve şunu anladım, sekiz buçuk aydır ben buradayım, hiç aç kalmadım. Peki neden korkuyorum? Anladım ki korkular sanal, onları ben yaratıyorum. Yaşadığım dünyada, çocukluktan beri her şeyi yüklenmişim ben. Hep kazanmam gerektiği öğretilmiş. İnsanlara hoş görünmek, onları kazanmak, başarılar kazanmak, sonra para kazanmak...
*Sonra bunları kaybetmekten korkmaya başlıyoruz...
- Aynen öyle! Kaybetmekten korktuğumuz için de sürekli kazanmaya çalışıp biriktiriyoruz. Ne kadar çok biriktirirsek, o kadar varız zannediyoruz. Halbuki aslında ne kadar çok biriktirirsen, o kadar yoksun! Gerçekten var olan, Tanrı’ya ve kendine inanan birinin biriktirmesi için bir neden yok. Korkuları da yaratan biziz işte! Devrim yapmak istiyorsan kendini devirmekle başlayacaksın. *Mezarlıkta buna karar verdin ve sonra tedavi mi oldun?
- Evet. Bütün korkularımın benden kaynaklandığını fark ettim. Bu sefer kendi isteğimle tedavi olmaya gittim. Sekiz buçuk ayın sonunda doktor, “Üç ayla bir yıl arası yaşarsın!” dedi, hâlâ o süreyi kullanıyorum, 20 sene oldu. Sonra da bir daha hiç alkole elimi sürmedim. Alkol adına kullandığım tek şey ıhlamur kolonyası. İçmiyorum tabii.
Bir bilge kişi peşine düştüm ve buldum
*Peki sufilik nereden çıktı?
- Korkularını aşıp, dünyadaki bedeninin ötesine geçtiğinde ve rızkın Allah tarafından herkese gerektiği kadar verildiğini fark ettiğinde, zaten sufi olarak yaşamaya başlıyorsun demektir. Ben bir bilge kişi peşine düştüm. Ve buldum...
*Arayan herkes bulur mu?
- Samimiyse bulur.
Egonu, nefsini ve kibrini temizlemen gerekiyor
*Derviş Baba, Deliler, Abdallar, Meczuplar ve Âşıklar Kahvehanesi nereden çıktı? Bir iyilik hareketi midir?
- Öyle de diyebiliriz. Ustama, sokaktaki insanların durumunu anlatıyordum, beş katlı bir evim vardı, tanımadığım insanları eve alıyordum. O da bana, “Ya evladım” dedi, “Senin bu dünyadaki varoluş nedenin belki de organize halde tüm bu insanlara yardım etmek. Neden böyle bir şey denemiyorsun? Musa Dede’yi de al, Balat’ta bir Deliler Kahvehanesi aç...”
*Musa Dede’yle nereden tanışıyorsunuz?
- O da farklı boyutta, ustayla birlikte kendi gerçeğini keşfetmek için orada bulunuyordu. Ben Kova burcuyum, yükselenim Akrep, ay burcum Başak. Musa Dede Başak burcu, yükseleni Akrep, ay burcu Kova. Yani benim aynadaki yansımam. Benim ak dediğime, Musa Dede kara der. Ama biz ikimiz, paslı çiviler gibi birbirimize sürtünerek çok şey öğrendik. Ve Derviş Baba’yı hayata geçirdik.
Başkasına yardım etmenin amacı kendine yardım etmektir
*Kaç senedir var?
- Yedi senedir. 18 metrekare ufacık bir dükkân olarak başladık. Musa Dede, ben ve mahallenin sarhoşları, delileri hep birlikte sıvalarını yaptık, parkelerini çattık. Sonra da ihtiyacı olan herkese yardım ettik. Önce delilerle başladık. Onları hamama götürdük, üstlerini başlarını değiştirdik, karınlarını doyurduk. Sonra Sulukule yıkımında evsiz kalan, parkta yatan insanlara yardım ettik. 33 aile için Balat’ta ev kiraladık. Evler bitti, dükkânlar tuttuk, içlerini döşedik...
*Nasıl?
- E duyan herkes, “Biz nasıl yardımcı olabiliriz?” diyordu. Ya da ailesinden birileri vefat ediyordu, eşyaları bize bağışlıyordu. Şu an 20 bin gönüllümüz var. Şubeleştik. Balat’tan sonra, Cihangir ve Kadıköy şubelerimiz açıldı. Şimdi Bakırköy’ü açıyoruz. Küçükmustafapaşa’da külliye kuruyoruz.
Sufiliğe geldiğinde yıkman gereken bir şey kalmıyor
*Suriyeli çocuklara da Türkçe öğretiyorsunuz...
- Evet, gönüllülerimiz isteyene İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça öğretiyor...
*Ve bunları da yaparken siz aslında kendinize yardım ediyorsunuz...
- Kesinlikle! Başkasına yardım etmenin amacı, kendine yardım etmektir. Yaşar Abi’nin karnını doyurduğunda “Ben yaptım!” diyorsan, kibrin devam ediyordur. Onun karnını Allah doyuruyor, sen vesilesin. Yaşar Abi’ye destek olurken, kendinle yüzleşmen, egonu, nefsini, kibrini temizlemen gerekiyor.
*Sonra usta mı oluyorsunuz?
- Öyle bir hedefimiz yok. En büyük hedef ‘hiç’ olabilmektir. Mülkün sahibi Allah’tır. Bizim cennet-cehennem hesabımız da yok. Hani cennet tasvirleri vardır ya, nehirler akar, huriler-muriler, palavra onlar. Ruhun bedeni, cinsiyeti, nefsi yok ki; nehre, köşke, huriye ve Nuri’ye ihtiyacı olsun! Her şey insanın yüreğinde. umreyi de, Kâbe’yi de yüreğinde yapman, dergâhını yüreğinde oluşturman gerekiyor.
*Ve sen, ateizmden bu noktaya kadar geldin, öyle mi?
- Elhamdülillah. Yaşamımın uzun bir döneminde ateisttim. Türkiye’de genelde kafası çalışan adamlar ateist oluyorlar. Ben önce agnostiktim, sonra ateist oldum. Sufiliğe geldiğinde yıkman gereken bir şey kalmıyor. Artık yapman, kendini tamamlaman gerekiyor.
TAŞIN UCUNDAN TUT, YOKSA...
*Bu röportajı okuyanların aklında en çok ne kalsın istersin?
- Gördüğün, duyduğun her şeyden sorumlusun! Ya taşın ucundan tutarsın ya da sırtını döner, gidersin. Sırtını dönüp gidiyorsan hiçbir şeyden şikâyet etmeye hakkın yok. Ne Suriyelilerden ne parasızlıktan ne de ülkenin yönetiminden... Devrim yapmak istiyorsan önce kendini devirmekle başlayacaksın!
DELİ GİBİ SEVMEK LAZIM
Derviş Baba henüz açılmamıştı. Balat’ta bir kahvede oturuyorum. İçeri biri girdi. Bildiğin deli. Oturdu yanıma, “Çay ısmarlasana” dedi. Ismarladım. “Adın ne?” dedim. “Ercan” dedi. “Ne iş yaparsın Ercan Abi” dedim. “Pantolon ve sandalye yapıyorum” dedi. “Nasıl yapıyorsun?” dedim. “Bakış açısıyla, atom bombasını birleştiriyorum. Pantolon ve sandalye oluyor!” dedi. “Başka bir şey yapmıyor musun, örneğin ceket ya da gömlek?” “Onun henüz yöntemini bulamadım” dedi. “Peki” dedim, “Bakış açısıyla, örneğin nötron bombasını birleştirsen olmuyor mu?” “Sen manyak mısın abi!” dedi. “Eyvallah!” dedim. Sonra 15 dakika hiç konuşmadı. Derken birden “Sevmek lazım” dedi, “Ama deli gibi sevmek lazım. Sadece kuşu-böceği-çiçeği değil, yaratılan her şeyi, taşı-toprağı sevmek lazım. Bunun için de mangal gibi yürek lazım. O yürek bir tek Ercan’da var. O yüzden Ercan deli...”
Paylaş