Paylaş
Karizmatik ve yakışıklı. Ama kibirli değil, sevimli. Komik, hızlı ve insanlarla eşit ilişki kuruyor.
Ve açık. Politik
bir yanı yok. Lafı evirip çevirmiyor, kafasındaki neyse söylüyor.
Sıkı Beşiktaşlı ve karısına çok âşık. Bütün çocuklarına âşık. Ama galiba kızına biraz daha fazla, ona “Ayşk” diye hitap ediyor. Kız çocukları üzerine yazdığı yazı, kişiliğinin bir göstergesi. İnanılmaz güzel yazmış. Zaten kadınlara karşı pozitif ayrımcılık yaptığını da açıkça söylüyor. Ama bir kadının sadece güzel olması, ekrana çıkması için yeterli sebep değil. İçerik, bilgi,
tecrübe, inandırıcılık arıyor. Ona göre efsane anchor dönemi de bitti.
Erdoğan Aktaş, CNN Türk’ün yeni genel müdürü oldu. Buyurun burada okuyun...
Siz, bu camiada müthiş bir haberci olarak tanınıyorsunuz. Şimdi de CNN Türk’ün genel müdürü oldunuz. Kutluyorum. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
- Çok mutluyum. Neticede, her futbolcu en iyi takımda oynamak ister değil mi? Ben de teknik direktör olarak en iyi kanalın başına geldim.
Hangi kanalın başına gelirseniz gelin, böyle mi diyecektiniz?
- Yok hayır, ben kesinlikle politik biri değilim. CNN Türk gerçekten özel.
Siz “dan” diye söyler misiniz her şeyi...
- Söylerim. Ama bence gerçek iletişim, konuşmayı değil, susmayı bilmektir. Ben susacağım yeri bilirim.
CNN Türk’ün eski genel müdürü Barış niye gitti?
- Kanal D’ye genel müdür oldu. Yani o, Barcelona’ya transfer oldu, öyle söyleyeyim!
Habere âşık birisiniz, bilfiil haberle de uğraşacak mısınız?
- Aksi mümkün değil ki! Star’dayken 3 yıl boyunca yayınlanan bütün haberleri tek tek okudum. Delilik ama yaptım. Öyle bir ülkede ve öyle bir gündemde yaşıyoruz ki haberle ilgilenmemek mümkün değil. Ben Öcalan davasını takip ettim, kararı canlı yayında açıkladık. İki saat sonra başka işleri konuşuyorduk. Gündem o kadar çabuk değişiyor. Bizim gündemdeki haberlerin bir tanesiyle Norveç 6 ay idare eder, hatta bir yıl! Böyle bir durum. Gerçi bir gazeteci için tahrik edici bir yanı da var. Neticede televizyonculuk, içerik üretip bunları yayınlamak. Bu, bir dizi de olabilir, sit-com da, tartışma programı da, haber programı da. Dolayısıyla yayınlanan haberlerle doğal olarak ilgilenmem gerekiyor.
CNN Türk’ün Erdoğan Aktaş’lı döneminde neler değişecek?
- İddialı bir adamım aslında ama iddialı cümleler kuramayacağım çünkü çok iyi işler yapılmış burada! Özellikle Barış Tünay’la kanal epey bir toparladı kendini. Ben bugüne kadar reyting anlamında sorunlu yerlerde çalışıyordum, şimdi daha derli toplu bir yapı var karşımda.
Sizin editoryal bakışınız nedir?
- Demokrat, özgürlükçü ve çoğulcu olabilmek. Burada da bunu yapmaya çalışacağım. Her olayda, mümkün olduğu kadar çok görüşe yer vermek. Bir de, kadına karşı pozitif ayrımcıyım. Kafadan söylüyorum bunu. Herkes sözde öyle ama bazen haberi öyle veriyorlar ki, kullanılan dil felaket! Biz, bu konuda hep dikkatli olacağız. Benim amacım, medyada da bir barış dili oturtmak.
CNN Türk, Gezi olayları sırasında penguen belgeseliyle çok eleştirilmişti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Siz gündemi kaçırsanız da gündem sizi kaçırmaz! İzleyici de sizi kaçırmaz. Türk izleyicisi, korkunç zeki, zaten reytingler de hep bunu gösterir. Televizyoncunun geleceği, sokaktaki insanın elindedir. Uzaktan kumandaya bastı mı kanalınız değişir, sizi izlemez! O yüzden mevzu hem gündemi vermek hem de buradaki görüntüleri insanlara seyrettirebilmek. Penguen yayınlarsınız, penguen izlemek isteyen onu izler. Gündemi yayınlarsınız, gündemi yakalamak isteyen onu yakalar. Polonya doğumlu filozof Zygmunt Bauman’ın bir lafı var: “Anormal olan her şey normalleşince, normal olan her şey anormalleşiyor!” İşte biz, biraz böyle süreçler yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
140 karakterle çok fazla karaktersizlik yapan insan var!
CNN Türk’e başladığınız zaman özellikle sosyal medyada çok şey yazıldı hakkınızda. Bunlara bir yanıtınız var mı?
- Bence bu ülkede ‘sıfat terörü’ var. Herkes birbirine bir sıfat takıyor. 140 karakterle çok fazla karaktersizlik yapan insan var! Ama bunun bir önemi yok. Ben içki içmem, çünkü sevmiyorum. Aaaa demek içki içmiyor, tak bir sıfat! “O zaten bilmem ne cemaati üyesi!” AK Parti’nin bazı politikalarını beğendiğim ve desteklediğim için tak bir sıfat: ‘Yandaş!’ Katışıksız, tartışmasız her koşulda barış isteyen ve talep eden biri olduğum için tak bir sıfat: ‘Solcu!’ Sadece benim için değil, pek çok insan için geçerli bu. Artık herkes birilerini bir şeyci olmakla suçluyor, yaftalıyor. Bu ülkedeki gelenekleri, görenekleri savunan biri olduğum için bana ‘muhafazakâr’ da diyebilirler.
Siz, kendini tutamayıp, yönetici olmasına rağmen sahalara inip, olayları birebir yakından takip etmeyi seven bir yayıncısınız. Bu mesleğin aslı muhabirlik midir?
- Aynen öyle! Çok şükür, muhabir doğdum ve inşallah muhabir olarak da ölürüm! Çünkü hâlâ muhabir olmaya çalışıyorum. Bizler haberden besleniyoruz. Ben genel yayın yönetmeni olduğum bir kanalda, iki kere 1 Mayıs yayınını sokakta yaptım. Çünkü bir gün işsiz kalırsam yapabileceğim tek şey muhabirlik.
Kameranın önüne de geçtiniz, arka planda da çalıştınız. İkisi arasında ne fark var? Birinde izleyiciyle bire bir iletişimdesiniz, öbüründe her şeyi yöneten adamsınız... Hangisi daha cazip?
- Messi ya da Ronaldo değilim, Guardiola ya da Mourinho’yum. Derdim de yıldız olmak değil, yıldız yaratmak ve yönetmek! Ben teknik direktörüm. Çalıştığım kanallarda anchorman olmamı da istediler fakat işin bu tarafını tercih ettim.
Ekran önünü ve kamerayı özlemek diye bir şey var mı?
- Televizyoncunun gerçek işi görünmek değil, göstermek. Bence ‘gazeteci yıldız’ da olmaz. Gazetecinin ürettikleri yıldız olursa, o da yıldız haberler, röportajlar üreten ‘yıldız gazeteci’ olur. Ama bazılarının tek amacı görünmek. Bu yanlış. Biz görünen değil, gösteren yayıncılık yapacağız.
Bir haber, ülkenin ve iktidarın lehine değilse, o gazeteci o haberden vazgeçebilir mi? Haberciliğin namusunda böyle bir şey var mıdır?
- Çok tartışmalı bir konu. Bütün dünya bunu tartışıyor. Benim durduğum nokta şu: Benim işim ülkeyi yönetmek değil, benim işim siyaset yapmak da değil. Benim işim haber yapmak. Ama şunu da biliyorum ki, görüntü, bilgi ve belge gazeteciyi günaha sokar. Orada durur, o sana bakar, sen ona bakarsın. Sonra hep birlikte ekranda izleriz... İlk genel yayın yönetmeni olduğum zaman, arşivdeki plaj görüntülerini sildirmiştim. O zaman da, “İşte gördün mü, bu adam muhafazakâr!” dediler. Oysa alakası yok! O yıllarda magazin haberleri çok revaçtaydı. İnsanlar, eşiyle dostuyla güneşleniyor, boyuna zoom-in, zoom-out. Milletin özgür iradelerinin dışında ve kendi rızaları olmadan yapılmış çekimler vardı. Çok çirkin bir şey bu. Daha da vahimi, herhangi bir plaj haberinde, cart diye o görüntüler giriyordu. Ben de böyle bir şey yapılamasın diye sildirdim.
İhtiyacımız olan en önemli şey ahlak
Gazeteciler genelde daha ‘vahşi’ olur, haberin şehvetine kapılır...
- İyi de hayatın her alanında ihtiyacımız olan en önemli şey: Ahlak. Ama ben ahlakçı bir bakış açısından söz etmiyorum. Dürüst olmaktan söz ediyorum. Kanal yönetirken de, çocuk yetiştirirken de ahlaklı ve dürüst olmalıyız...
Bugünün Türkiye’sinde pek çok dengeye dikkat etmek gerekiyor. Gazetecilik ve basın özgürlüğü açısından da pek parlak bir dönemde değiliz. Bu manzara sizin için ne kadar zorlayıcı?
- Dün bir film seyrettim. “Camın kaderinde kırılmak vardır” diyordu. Ben başka bir şey yapamam, benim işim bu. Elimden geldiğince ahlaklı yapmaya çalışıyorum. Ama simit fırınım olsaydı da, doğru dürüst simit üretmeye çalışacaktım. Bunu yaparken de, “Onu kırmayayım, bunu kırmayayım!” gibi bir şey yok. İlla ki birileri kırılacak. Bak arkamda Doğan Yayın İlkeleri var. O ilkeler belli. Biz yayınımızı bu ilkeler çerçevesinde yapıyoruz, öyle de
yapmaya devam edeceğiz.
Ben onu çok kere sevdim
Sizin mutlu bir aileniz var. Ne güzel, Allah bağışlasın! Aile sizin için en önemli bir şey mi?
- Evet, bence öyle.
Kaç yıldır berabersiniz eşinizle?
- Gülbin’e sorulduğunda, “1200 yıl falan oldu!” diyordur herhalde. Biz, lise aşkıyız. 83’ten beri birlikteyiz. Yani 32 yıl olmuş. Bir ömür. Arkadaştık, sonra muhtemelen dedi ki, “Lokum gibi çocuk, evleneyim!” (Gülüyor) Evlendik. İyi ki de evlendik.
Nasıl bir ikilisiniz?
- Ben işin hep uhrevi tarafındayım. Parayla, pulla alakam yok, anlamam bilmem. Bir de işin kolayı bu, uğraşmıyorum. O ekonomist. Bütün finanstan o sorumlu.
Onun daha analitik bir kafası mı var, siz daha mı duygusalsınız?
- Benim hayatımda tanıdığım çok zeki iki insan var. Biri Gülbin, öbürü Ufuk
Güldemir’di.
Eşiniz Gülbin Aktaş’a hâlâ ilk günkü gibi âşık mısınız?
- Tabii ki hayır! Hiçbir aşk aynı kalmaz. Kalırsa aşk değil, alışkanlık olur. Şöyle cevap vereyim: Ben önce liseli bir kıza âşık oldum. Sonra bir üniversiteliye. Sonra başarılı bir iş kadınına. Sonra yeryüzünde en güvendiğim insana, en yakın arkadaşıma. Derken evlendiğim kadına âşık oldum, hayatı paylaştığım kadına. Hamile kaldı, acayip kıskançlık verici bir şeydi. Ona bakıp bakıp, “Keşke ben taşıyabilseydim” dedim, o tatlı, sabırlı hamile kadına âşık oldum. Sonra ilk evlat, Erçe geldi ve ben artık bir anneye âşıktım. Sonra tekrar hamile oldu, bu sefer iki çocuk taşıyan bir kadına âşık oldum. Siz kadınları, kafadan üstün kılan şey bu zaten. Anne olmanız. Dünyanın geleceğini kadınlar sağlıyor yani. Sonra Ali ve Ayşe dünyaya geldi, ben artık 3 çocuk annesi bir kadına âşıktım... Hepsi oydu. Aşk bir ilişkiyi tekrar tekrar üretebilmektir zaten.
Vay, müthişmiş!
- Yok Gülbin müthiş! Ama hiç hoşlanmaz isminin yazılıp çizilmesinden, haberin olsun!
En çok nesi sizi baştan çıkardı?
- Zekâsı tabii.
Üç çocukla yaşam nasıl?
- Sitcom gibi.
Yaşları kaç şimdi?
- Büyük 21. İkizler 15.
Kızınıza “Ayşk” diyorsunuz... Neden?
- E çünkü âşığım ona!
Erkekler bozulmuyor mu?
- Zaman zaman gönül koyuyor olabilirler. Ama aradaki dengeyi kurduğumu düşünüyorum. Evde 5 kişiyiz. İki kız çocuğu var. Bazen Gülbin’i tanıştırırken, “Büyük kızım” diyorum. Oylama yaptığımızda ister istemez, üçe iki, erkek egemenliği söz konusu. Peki ben nasıl çözdüm sorunu? Ayşe’ye iki oy vererek!
Babam gazete bayiiydi
Siz adım adım ilerlediniz mesleğinizde, hiçbir yere tepeden gelmediniz, tırnaklarınızla geldiniz... Ne kadar zorlu bir maceraydı?
- Yine bir filmde izlemiştim. Dalışlarda, suyun altından aniden yukarı çıktığınızda vurgun yiyormuşsunuz. O yüzden her seviyede, belli bir süre duruyorlar. Benim için böyle şeylere gerek yoktu, çünkü ben her metrede yeterince kala kala yüzeye çıktım.
Ne zaman başladınız mesleğe?
- Liseden mezun olunca dedim ki, “Ben gazeteci olacağım”. O almadı, bu almadı, sonunda Güneş Gazetesi’ne girdim, polis adliye muhabiri olarak. Bülent Denli’ydi şefimiz, acayip korkardık Bülent Abi’den. Ama gazeteciliğin ilk derslerini de ondan öğrendim. Yıllarca polis muhabirliği yaptım, gece de çalıştım, çok da faydasını gördüm.
Nasıl bir tutkuydu sizin için gazetecilik?
- Babam gazete bayiiydi. Gazetecilik de benim çocukluk hayalimdi. Sabahın köründe gazete okumaya başlardım. Lisedeyken kitap almak için Cağaloğlu’na çıktığımda, Hürriyet’in önündeki o kabartmalı heykele bakıp, “Allahım” derdim, “Ben ne zaman burada çalışmaya başlayacağım!” Ben obsesif bir adamım, şöyle ki, sevdiğim her şeyi Beşiktaş’ı sever gibi severim. Ya siyah ya beyaz, arası yok. Gazetecilik de öyle bir tutku ve bu zamana kadar devam etti. Zaten ampul bile değiştiremem ben. Bu işten başka bir iş yapamam.
Kaç yerde çalıştınız Güneş’ten sonra?
- Çook. Gazete Gazetesi, Sabah, Milliyet. Sonra Ufuk Güldemir’le tanıştım. Amerika’dan yeni gelmişti, Amerikalı gibi davranıyordu ve şöyle dedi: “Polis muhabirinin felsefe okumuşuna ilk defa rastlıyorum!” Ben de “Abi burası Türkiye, her şey mümkün!” dedim ve televizyonculuk hayatım başladı. Sene 1993. İyi ki felsefe okumuşum. Ben iletişim fakültelerini anlayamıyorum. İletişim fakülteleri, doktor yetiştirir gibi gazeteci yetiştirmeli. Gazeteciler, pratiğin içinde yetişmeli.
Siz yakışıklısınız ya... Kadınlara hep sorarlar, size de sormak istiyorum: Televizyonculuk gibi bir meslekte fiziğin önemi ne kadar?
- Ertuğrul Özkök kıskanır mı bunun üstüne konuşursak... (Gülüyor) Laf etmesin sonra... Evet, yüzüne bakılmayacak birisi değilim. Televizyonda, izleyiciyle iletişimde bir önemi olsa gerek. Ama doğrusu ben yayıncı olarak bunu çok önemsemiyorum. Ne bileyim mesela, bizde çok güzel kızlar hava durumu sunuyorlardı filan. En azından öyle bir dönem vardı. Ama bakıyorum yabancı kanalların öyle bir derdi yok. Eğer biliyorsa ve bildiğini iyi anlatıyorsa fiziğin çok da önemi yok.
Güzel olması gerekmiyor yani!
- Benim için öyle. İşini iyi yapsın yeter. Güzel erkek, güzel kadın olsun diye bir ölçü yok. O dönem bitti. İzleyicinin algısı da değişti. Bir zamanlar öyleydi, şimdi değil.
Peki ya büyük anchorman’ler dönemi...
- Artık kanalın kendisi yıldız olacak. Bu işin sosyolojisini, çalışanlar daha iyi analizi yaparlar muhakkak ama televizyonculuğun ilk zamanlarında öyle bir kuşak vardı. Pek çok şey değişti. Ben artık şunu istemiyorum: Güzel kadın. Tamam. Güzel çocuk. Tamam. İyi eğitimli. Tamam. Hemen başlasın... I ıh, yok öyle yağma, yeterli değil. Kimse paraşütle bir yerlere inemez. Sahadan geçmesi lazım.
HAKSIZLIĞA KARŞI OLDUĞUM İÇİN BEŞİKTAŞLIYIM
Siz Beşiktaşlı olduğunuz için mi haksızlığa karşısınız?
- Hayır, haksızlığa karşı olduğum için Beşiktaşlıyım!
Beşiktaşlı duruşu nedir sizce?
- Zeki, çevik ve ahlaklı olmaktır!
Sizde Çarşı ruhu mu var?
- Herkeste var. Çarşı, herkesi içine alıyor zaten. Yüz yılı aşkın bir efsaneden söz ediyoruz. Bana mesela, “Niçin Beşiktaş’ı çok seviyorsun” diyorlar. Bir şeyi içinden geldiği için seversin, gerekçesi yoktur. Bizim evde bütün planlar Beşiktaş maçlarına göre yapılır...
Bu aralar iyi gidiyor Beşiktaş...
- Evet ama benimki şartlı bir sevgi değil! Beşiktaş yenilse de olur, benim sevgim azalmaz. Sen Alya’yı düşük not aldığı zaman daha mı az seviyorsun? Ya da yıldızlı pekiyi alınca daha mı çok seviyorsun? Hayır, di mi? Benim Beşiktaş sevgim de bunun gibi bir şey...
Yanlış babaya sarılmamak için eğilip eğilip tabuta bakıyorlardı
Kız çocukları üzerine yazdığınız yazı, hayatım boyunca bu konuyla ilgili okuduğum en güzel yazılardan biriydi. Nasıl bir ruh haliyle yazdınız?
- ATV’deyim. O zaman A Haber’le birlikte yürütüyordum. Haber toplantısındaydık. Afganistan’da düşen uçakta ölen pilotlar için son kez bir tören yapılıyordu. 15 kişilerdi. O sırada tribünden atlayıp babalarına koşan kız çocukları gördüm. O kız çocukları, eğilip eğilip tabuta bakıyorlardı, yanlış babaya sarılmamak için. Onların o halleri kalbime dokundu ve oturdum o yazıyı yazdım...
İşte o yazı...
Nar taneleri, kız çocukları
Kimse bana alınmasın. Kimse kızmasın bana. Özellikle de oğullarım. Hangisini birbirinden ayırt edebilirim ki? Evlatlarım onlar. Ama gelin görün ki kızım farklı. Yapabileceğim bir şey yok. O farklı. Biliyorum, ben de onun için farklıyım. Babayım ben. Babasıyım onun.
Onun babası. Kızım.
Çocuklar arasında ayrımcılık yapmak değildir bu. Kim ne derse desin. Kız çocukları farklı, erkek çocukları farklıdır. Kim ne derse desin. Kızım. Yoksa insanın evlatları arasından birini az, diğerini çok sevmesi değil. Mümkün mü? Şöyle yazıyordu okuduğum bir kitabın kapağında: “Nara sorun, hangi tanesini daha çok sever?” Durum tamamıyle bu. Hiçbirini diğerinden ayırt edemezsiniz. Edemem. Ama kızım farklı (...)
Odamdakilerle konuşurken, o görüntüyü gördüm. Tören bitmiş, askeri kurallar yerine getirilmiş ve artık onlar son yolculuklarına uğurlanacaklar. Yan yana tabutlar. Bir anda koşmaya başlayan kız çocuklarını gördüm. Babalarına koşuyorlardı. Kanım dondu. Durdum.
Yüzüm düştü.
Hiç tartışmam, dünyanın en güzel görüntüsüdür, bir kız çocuğunun babasına doğru koşması. Her adımda saçları bir o yana, bir bu yana salınır. Yüzünde bir mutluluk! Kız çocukları böyle koşar babalarına. Dünyanın en güvenilir insanının kollarıdır koştukları. Kız çocukları böyle koşar babalarına. Gülerler. Kendilerinden emin. Kız çocukları böyle koşar babalarına. Sarılırlar. Sonra, baba mı o sevginin içinde kaybolur, yoksa kız çocuğu mu babasının kollarında, bilemem. Benim hissettiğim, tam bir kayboluş ve sonra yeniden varoluş duygusudur. Kız çocuğu, nar tanesi...
(Erdoğan Aktaş’ın kız çocukları için yazdığı yazının devamını www.aktaserdogan.com’dan okuyabilirsiniz.)
Paylaş