Dalga mı geçiyorsun! Ne evlenmesi, ne çocuğu! SEN SAKATSIN! BAKIMA MUHTAÇSIN!

Üç genç adam... Eşleri yanlarında... Çocukları da... Çocuklar ortalıkta fink atıyor... Onu bunu kurcalıyor, “Baba bana bak!” diye bağırıyor, koşup gelip kucaklarına çıkıyor? Her şey bir mutlu aile fotoğrafına uygun...

Haberin Devamı

Tek fark, baba tekerlekli sandalyede...
Onlar, üç genç gazi, 21 yaşında Güneydoğu’da askerlik yaparken, bir şekilde sakat kalıyorlar, belden aşağıları tutmuyor...
Üçünün de ortak noktası, teslim olmamaları... Cesaretleri... Hayata asılmaları... Ve sevdikleri kızlarla evlenebilmek için verdikleri mücadele... İki tanesi kızları kaçırmış bile... Çünkü kendi aileleri dahil, bu toplumdaki herkes engelliler diye onları yarım insan olarak değerlendiriyor...
Oysa gerçek, bizim zannettiğimiz gibi değil, onların da tutkulu aşkları ve cinsel hayatları var... /images/100/0x0/55ea283cf018fbb8f86ebbd1
Bir ortak noktaları daha var: Hepsi, aynı doktor, Hacettepe Üniversitesi öğretim görevlisi Tarık Aksu sayesinde baba olmuşlar?

Nerelisiniz?

- Maraş, Kahramanmaraş...

Askerden önce ne iş yapıyordunuz?
- Tekstil sektöründeydim. Askere, 20 yaşında, güle oynaya, davulla zurnayla gittim...

Askerlik sizin için ne ifade ediyor?
- Giderken mi? Döndüktün sonra mı? Değişti çünkü biraz. Giderken ‘vatan borcu’ diye gittim, ödemek için, görev bilinciyle, gururla, isteyerek...

Döndükten sonra?
- Biraz hayal kırıklığı oldu. Benim gibi düşünen insanların azınlıkta olduğu gördüm.

Acemi birliğiniz?
- Bilecik. Sonra Doğu’ya gönderdiler. Mardin’de, bir sınır karakolunda görev yaptım...

İnsan, şok yaşıyor mu?
- Yaşamaz mı? Çok zor şartlar. Sırtında 35 kilo teçhizat, arazide, dağ bayır yürüyorsun. Yemek yiyemediğin günler oluyor. Aç, susuz, yorgun. Ama yapacak bir şey yok, herkes aynı durumda. Neticede korkunç bir şey yaşanıyor orada...

Eğitiminiz yeterli miydi?
- Doğu’ya giderken mi? Değildi. Nasıl olsun ki? Üç ay sonra gönderiyorlar. Düşman, bölgeyi bizden daha iyi biliyor, araziyi tanıyor, alışıklar...

“Şehit olabilirim” düşüncesi geçti mi beyninizden?
- Geçmez mi? Her gün! Her gün, “Bugün mü öleceğim acaba?” diye soruyordum kendime. Aklıma ölümüm gelmişti ama sakat kalacağım gelmemişti...

O sınır karakolunda göreviniz neydi?
- Arazi taraması, çatışma, yol araması taraması, operasyon? 6.5 ay sonra bizi merkeze çektiler...

Rahatladınız mı?
- Yoo, benzer şeyler Mardin merkezde de devam ediyordu. Deneyimli tim olarak göreve gidiyorduk.

Bu son olay nasıl oldu?
- Şırnak’a askeri sevkiyat vardı, biz de zırhlı araba içinde koruma sağlıyorduk. Ne olduğunu anlayamadım, birden bire, içinde bulunduğumuz araç, takla attı, 25 metre sürüklendi. Dört asker yan yanayız, dört tane de karşımızda var, takla atarken arabanın içindeki demirlere çarpa çarpa bir hal olduk. Gerisini hatırlamıyorum, 15 gün sonra Diyarbakır Askeri Hastanesi’nde gözlerim açtım, omuriliğim kırılmış...

CAYIR CAYIR YANDI/images/100/0x0/55ea283cf018fbb8f86ebbd3

Nasıl olmuş ki kaza? Hava yağışlı mıydı?

- Hayır, günlük güneşlikti. Şoför acemiymiş, daha yeni gelmiş, diğer şöförler de izinliymiş, onu görevlendirmişler. Tabii zırhlı arabayı kullanmak kolay değil. O kazada herkes hasar aldı ama benimki kalıcı hasar. Boynumdan aşağısını hissetmiyordum...

O nasıl bir duygu?
- Tarifi yok. Bir kere aklın almıyor nasıl olabildiğini. 20 yıl boyunca, bir bedenin olmuş, gövden, kolların, karnın, bacakların? Kazadan sonra hiçbiri yok, hissetmiyorsun. Bacaklarımı çekemiyorum, öylece duruyorum, boynundan aşağısı olmayan bir canlı gibiydim. Ama Allah’tan, mizaç olarak bağıran, çağıran, isyan eden biri değilim, sakinim. Yine öyleydim, bedenim cayır cayır yanarken bile...

Bedeniniz mi yanıyordu? Nasıl bir yanma o?
- Karıncalanma gibi? Canım yanıyordu ama yapacak bir şey yoktu, durumu kabullendim. “Nasıl yaptın?” diye sormayın, tevekkül, zaten böyle durumda başka neye sığınacaksın ki? Allah’a sığındım, “Allah-u Teala, sen verdin bu rahatsızlığı bana, bir bildiğin var muhakkak” dedim. İçime kapandım. Derken bir sabah uyandım, sanki vahiy geldi, içimden bir ses, “Mustafa, mücadele et” dedi, “Mücadele et!” O an karar verdim, pes etmemeye, savaşmaya, gidebileceğim yere kadar gitmeye...

Sonra?
- Sonra, GATA’da bir yıl tedavi gördüm. Bir yıl sonra, “Sen bir hava değişikliğine memleketine git” dediler. O an korktum, çünkü GATA’da hayat güzeldi, bir düzenim vardı, Maraş’ta beni nasıl karşılayacaklarını bilemedim. Bir de memlekette, bizimkilerin durumu sefalet, yük de olmak istemedim.

Eşinizle tanışıyor muydunuz o dönem?
- Yok, daha değil. Ama kafamda, “Evlenmeliyim, kendime bir hayat kurmalıyım” fikirleri dolaşıyordu. GATA’da kendime güvenim de gelmişti, bir sürü işi kendi başıma yapabiliyordum. İnsan tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş birine, neleri yapabileceğini bilmediği için acıyor, üzülüyor, aslında bizler bir sürü şeyi kendimiz halledebiliyoruz. Ama toplumda, engellilerle ilgili, aşılması güç önyargılar var. Nitekim memlekete gidince, baktım kendi ailemde bile var.

Nasıl yani? Örnek verin?
- Dedim ki annemle babama, “Ben kendime yetiyorum, artık evlenmek istiyorum!” “Dalga mı geçiyorsun!” dediler, “Sen sakatsın! Ömür boyu bakıma muhtaçsın! Kim ne yapsın seni? Yanında durmaz, kaçar, seni aldatır?” Baktım, evden ayrılıp bir hayat kurmamı da istemiyorlar. Benimle birlikte gazi maaşı de gitmesin diye. Bunu fark edince çok üzüldüm. Ama bizimkilere kızamıyordum da. Kırsal kesimde böyle bakıyorlar: “Engelliysen bitti, 3-5 yıl daha yaşarsın hastane köşelerinde, o da şanslıysan, sonrası yok, senden kalan parayla da ailen geçinir.” Seni insandan saymıyorlar, gözlerinde bir zavallıdan başka bir şey değilsin. Buna benzer şeyler söylediler bana. Ben de baktım suratlarına, “Bu söylediklerinizin hiçbiri olmayacak” dedim, “Allah izin verirse aile kuracağım, beni seven bir eşim olacak, çocuklarımız olacak, mutlu olacağız?” Hayretler içinde yüzüme baktılar...
/images/100/0x0/55ea283cf018fbb8f86ebbd5
Peki ne oldu?
-Pılımı pırtımı topladım, tekrar Ankara’ya geldim. Anladım ki, o zihniyet değişmedikçe bana memleketimde hayat yok. Ve burada, Ankara’da yeniden hayata başladım: Basketbol oynadım, tenis oynadım. Engelliler takım oluşturduk, Türk Silahlı Kuvvetleri adına müsabakalara katıldık. Vücudum güçlendi. Sonra bir gün yine Maraş’a gittiğimde Nesibe ile tanıştık. Onun görür görmez içimden, “Tamam budur, o benim eşim olacak” diye geçirdim. Ama beni reddedeceğini de biliyordum.

VERMEDİLER KAÇTIK

Neden?

- E çünkü ailesi izin vermez. Nitekim vermedi. Beni beğeniyordu, çok da iyi anlaşıyorduk ama korkuyordu, onların sözünden çıkmak istemiyordu. Açık açık söyledi, “Engellisin diye vermiyorlar!” Biz uzun süre gizli gizli görüştük. Bir gün hiç unutmuyorum, o, kız kardeşim ve ben Maraş Kalesi’ni geziyoruz, kardeşime dedim ki, “Sen kaybol, bizi yalnız bırak!” Nesibe’ye nasıl bir hayatımız olacağını anlattım, aldığım maaşla aile kurabileceğimizi söyledim, zorluklardan da bahsettim ama onu hep çok seveceğime, son nefesimi verene kadar başımın tacı yapacağıma söz verdim. “Eğer bunlara tamam diyorsan gidelim” dedim. Sonra yüzüne baktım: “Gidiyor muyuz, kalıyor muyuz?” Gülümsedi ve yanıtladı: “Gidiyoruz!” Arabaya atladık, ver eline Ankara. Yıldırım nikahı. 18 yaşındaki dünyalar güzeli Nesibe karım oldu...

Aileler ne yaptı?
- Kıyamet koptu tabii. İki taraf da düşmanlık yaptı!

Neden?
- Gül gibi kızları bir engelliye vardı diye! Ama biz onlara hiç aldırmadık, evimizi kurduk, aile olduk...

NESİBE BUDAK: Hamile kaldım, ‘Başkasındandır!’ dediler

Hiç mi tereddüt etmediniz?
Nesibe: Başta ettim, engelli biriyle evlenmek, bir insanın ömür boyu sorumluluğun üzerine almak gibi geldi. Ama sonra Ankara’ya gelince bir de ne göreyim, her /images/100/0x0/55ea283cf018fbb8f86ebbd7şeyini kendi yapıyor zaten. Biz engellileri yanlış tanıyoruz, onları ‘muhtaç’ zannediyoruz, oysa hepsi değil. Benim eşim bana yardım eder, bana sofralar hazırlar. Ama yapmadıklarını bırakmadılar bize! Müthiş bir önyargı var. Acıyorlar. Neden vardın ona? İstiyorlar ki o hep muhtaç olsun, hastane köşelerinde yaşasın, aile kurmak onun neyine. Sürekli, “Yapamazsın, edemezsin!” Oysa biz, ikimiz bir hayat kurduk sıfırdan. Burada başka engelli dostlarımız da var, kendi halimizdeyiz, dedikodudan uzak. Mustafa, gerçekten de beni, bana söz verdiği gibi, hep el üstünde tutar. Ben bir sürü kadından daha rahatım, anlayışlı, sevgi dolu bir kocam var. Asla memlekete dönmek istemiyorum. Orada bana, eşim engelli diye göz bile koydular. Mustafa’yı akıllarınca, erkekten saymıyorlar, hor görüyorlar, “Bunlar yatakta ne yapıyorlar?” diyorlar...

Siz ne diyorsunuz?
Nesibe: Her şeyin bir yolu, yöntemi var. Bizim de cinsel hayatımız var. Normal bir erkekten benim eşimin hiçbir farkı yok. Dört dörtlük.

Öyle mi Mustafa?
Mustafa: Valla, benim sertleşmede sorunum yok. Direkt algılama olduğu için. Ben gözle yaşıyorum.

Belli ki birbirinize çok düşkünsünüz, hemen anlaşılıyor bu, ne güzel!
Mustafa: Ben önceleri sadece beğeniyordum ama sonradan fena aşık oldum.
Nesibe: Dünya bir tarafa, Mustafam bir tarafa. Bir gün yatalak bile olsa, hep başımda olsun isterim. O benim evimin direği...
Mustafa: Arkadaşlarımız örnek aile olarak gösteriyor bizi. Çok şükür mutluyuz. Bir de mutluluğumuzu taçlandıran bir oğlumuz var...

Nasıl karar verdiniz?
Nesibe: Tarık Hoca, gaziler arasında pek meşhur. Bize ondan söz ettiler. Geldik, hemen tüp bebeğe başvurduk. İlk denemede tuttu. Eşimin değerleri çok güzeldi, benim de yaşım gençti.

Peki siz hamile kalınca, aileler ne yaptı?
Nesibe: İnanabiliyor musunuz, “Başkasındandır!” dediler. Allah’tan oğlum tıpa tıp babası, hık demiş burnundan düşmüş. Hamileliğimde kimse yüzüme bakmadı. Yavrumuzu da sevmediler.
Mustafa: Kısacası her konuda destek yerine köstek oldular. Mücadelemiz hâlâ devam ediyor...

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Profesör Tarık Aksu
Gazileri baba yapan doktor


Askerlerle ilişkiniz nasıl başladı?
- Onlar beni buldu./images/100/0x0/55ea283cf018fbb8f86ebbd9

Neden size geliyorlar?
- Hekim yönlendirmesi değil, hastanın kendi tercihi. Bizim teknik yapımız daha iyi olabilir, belki de ondandır. En ufak bir ısı değişikliği bile sonucu etkileyebilir. Ya da bir partikül olayı bitirebilir.

Gaziler için ne yapıyorsunuz?
- Bu insanların temel sorunu, omurilik yaralanması. 20’lerinin başında askere gitmiş oluyorlar. Büyük çoğunluğu da mayın mağduru, felçli kalıyor. En büyük hasar da belden aşağı bölgelerde meydana geliyor. Bu nedenle üreme organlarının fonksiyonları ve anatomik yapıları ciddi şeklide bozuluyor. Normal yolla, çocuk sahibi olma şansları kalmıyor. Birçoğunun tek şansı, TESE ve TESA ile sperm bulunup, mikroenjeksiyon ve embriyo transferi. Yani bu gazilerden ileri teknoloji yöntemleriyle bulunan spermleri laboratuvar ortamında eşinin yumurtasıyla dölleyerek embriyo oluşumu sağlıyoruz.

Kaç gaziyi baba yapmışsınızdır?
- Hatırladığım kadarıyla 30-40 olmuştur. Bu gençlerin bayıldığım bir yönleri var: Ben onları hiç depresif görmedim. Çok gururlu ve güçlüler. Eşleri de ciddi bir biçimde gerçeği kabullenmiş. Evlendikleri kadınlar da, kocaları gibi güçlü anlayacağınız. Her açıdan çok uyumlular. Bu çiftler, sadece birlikte yaşamak konusunda değil, cinsellik açısından da çok uyumlular. Tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalmaları, seks hayatlarının olmayacağı anlamına gelmiyor.

DEVLET ÜÇ DENEMEYİ İKİYE İNDİRDİ

Pahalı bir yöntem değil mi? Ödeyebiliyorlar mı?
- İşte bu problem! Eskiden üç denemeye izin vardı, şimdi devlet ikiye indirdi. Tek embriyo kısıtlamasına gelince, bu, dünyanın hiçbir yerinde yok. Sadece bizde oldu. Doğrusu iki embriyo ama belli bir yaşa kadar; 35’in üzerindeyse üçle sınırlandırılmalı.

Evlat sahibi olmak isteyenler engel tanımıyor

Bu alandaki en yetkili isimlerden birisiniz. Sizi kısaca tanıyalım?

- 1959 Ankara doğumluyum. Hacettepe Tıp Fakültesi mezunuyum. Mecburi hizmetten sonra yine Hacettepe’de kadın doğum ihtisasına başladım. Tüp bebek olayı, Türkiye’de ilk kez 87’de Ege Üniversitesi’nde Refik Çapanoğlu Hoca ile başladı. 80’li yılların sonlarına doğru da Ankara’da Zekai Tahir’de uygulandı. Sonra biz de Hacettepe olarak girmeye karar verdik. Rahmetli Hüsnü Kişnişçi, bölüm başkanımızdı. Timür Gürgan, Bülent Urman ve ben ile bu işe giriştik. Bülent, Kanada Vancouver’a gitti, Ben ABD’de Norfolk’a. Oralarda 17 ay çalıştıktan sonra gelip, 1992’de, Hacettepe’de tüp bebek bölümü kurduk. O günlerden beri de bu işlerin içindeyim. İki yıl önce de bu butik hastaneyi kurduk. Adı HRS Ankara Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi.

Burada ne yapıyorsunuz?
- Hem hastalara hizmet veriyoruz, hem insanları eğitiyoruz, hem de araştırmalar yapıyoruz. Şu anda Türkiye’de içinde genetik laboratuvarı olan üçüncü hastaneyiz.

Siz bu tüp bebek meselesine kafayı neden bu kadar kafayı taktınız?
- Çocuk olayı başka türlü bir şey. 20 yıldır bu işle uğraşıyorum, rahatlıkla söyleyebilirim ki, evlat sahibi olmak isteyenler hakikaten hiçbir engel tanımıyorlar. Mesela bizde donör olayı yasak. Ama ne tekliflerle geliyorlar, “Kimin olursa olsun kabul ediyoruz” diyorlar.

Bir ara Kıbrıs furyası vardı?
- Devam ediyor. Türk vatandaşlarına kapandı dendi ama sonra yine biraz gevşedi. Çünkü çok talep var. Kısırlığın ana çözümlerinden biri tüp bebek. Bu yolla genetik problemleri olan çocukları da saptayabiliyoruz. Henüz anne rahmine yerleştirmeden önce, embriyo halindeyken, o parçalardan birini alıp genetik olarak sağlıklı mı değil mi, problem var mı yok mu diye bakıyoruz.

Ama özellikle kız ya da özellikle erkek bebek talepleri de oluyordur herhalde?
- Doğrudur, erkek bebek sahibi olmak isteyenler oluyor.

Kızdan vazgeçenler, özellikle erkeği seçenler?
- Zaten birkaç isim var belki biliyorsunuzdur, Hakan Şükür, Mehmet Ali Erbil. Bunlar çocuklarına bu yöntemle kavuşan isimler?

Yarın: Gazi Hayati Figengil

Yazarın Tüm Yazıları