Dünyanın şu anda benim bulunduğum tarafında yaşarken, diğer tarafında asla bilemeyeceğin şeylere tanık oluyorsun.
Gibi kendi kendine çıkmış oturaklı bir cümleden sonra...
Sadede geliyorum.
Ben İstanbul’da olsaydım, ‘Dabbawallah’ nedir asla bilemeyecektim.
Bilmem için tesadüfen internette bu kavramla karşılaşmam ya da birinden artık hangi sebeple olacaksa, duymam gerekirdi.
Ha bir de şu var:
Şart mıdır, Dabba ve Wallah’ın ne olduğunu bilmek?
Hayır asla.
Duymamış olanları dövüyorlar mı?
Bildiğim kadarıyla hayır.
Ama ben çok etkilendim, siz de etkilenirsiniz zannettim, ne bileyim.
Burada henüz bilmediğiniz bir şeyden söz ediyorum.
Biraz kulak verseniz ne olur yani...
Ölür müsünüz?
Üstelik belki hayrı bile dokunabilir, çeşitli sohbetlerde eşe dosta hava atmaya bile yarayabilir...
*
Britney Spears’in kocasıyla, 8 milyon Hintli erkeğin nasıl bir ortak özelliği olabilir?
Uzmanlık sorusu, nasıl olsa bilemeyeceksiniz...
Sizi germenin manası yok.
Hepsi, 8 milyon Hintli ve Kevin Federline ev yemeği seviyorlar.
Evet, yanlış okumadınız...
Onların zaafı ev yemeği.
Bizim Türk erkekleri de sever ama ‘Öğlen işe, ev yemeği yolla!’ diye karısının boynuna çöken bir Türk erkeği ben görmedim. Yani şimdiye kadar. Britney Spears’ın kocası onun boynuna çöküyor mu bilmiyorum ama gazetelerde kocasına öğleyin ev yemeği götürdüğünü okuduk.
Hintli erkeklerde de durum çok farklı değil.
Mumbai’de (eski adı Bombay) yaşayan 8 milyon Hintli için, öğlen iş yerinde yemek yemek, söz konusu bile değil. Tercih etmiyorlar. Esnaf lokantasına gitme gibi bir alışkanlıkları da yok. Bir kafede bizim gibi salata-malata yiyerek öğünü geçiştirmek... Haşa! Onlar zaten salatayı yemekten saymıyorlar. İlla ki, karılarının pişirdiği yemeği, tercihan körili pilavı yiyecekler...
Amaaaa...
Taze ve günlük olacak.
Yok, öyle bir gün önce pişmiş bir yemeği kaşıklamak.
Kat’iyen kabul etmiyorlar.
Ne var ki, trafiği İstanbul’dan daha felaket olan Mumbai’de 8’de işte olabilmek için sabahın köründe sokağa dökülüyorlar...
E o zavallı kadın, o yemeği ne zaman, hangi arada pişirecek de kocasına yetiştirecek?
İşte ‘Dabbawallah’lar bu noktada devreye giriyor.
Eşler, yemekleri saat 10-11 gibi makul saatlerde pişiriyorlar. O yemekler ‘Dabba’ adı verilen ısı geçirmeyen metal kumanya kaplarına konuyor. O kumanya kaplarının üzerinde emanetin teslim edileceği adresler yazıyor. Her semtin adı farklı bir renkte yazılıyor, sokaklar için de bir tür kod geliştirilmiş durumda. Ve ‘Dabbawallah’ adı verilen kuryeler, eve gelip emaneti teslim alıyor ve adrese ulaştırıyorlar.
‘Dabbawallah’ aslında bir sistem.
Hintlilere özgü bir kurye sistemi.
Nihai adrese gelinceye kadar, yemek bölge bölge farklı insanlar tarafından taşınıyor.
Birinci kurye, ikinciye, ikinci, üçüncüye vesaire...
Birçok el değiştirerek yemek aç kurt kocanın işyerinde önüne konuyor.
Tam saatinde.
Ve soğumadan.
İlginç olanı da, bu hizmeti her gün 8 milyon Hintlinin kullanması...
Daha da ilginci bu sistemde 8 milyonda bir tek kişide hata yapılması...
Gerçekten inanılacak gibi değil...
Kimse nasıl olur da bu kadar düşük hata payıyla çalıştıklarını açıklayamıyor.
Durumun vahametini kavrayabilmek için durun ve 2 dakika düşünün...
2) Gelenin sipariş ettiğiniz pizza olmaması ihtimali var.
3) Soğumuş olma ihtimali var.
4) Pizzanızın tamamıyla kaybolmuş olma ihtimali var.
Haliyle, ‘Dabbawallah’ların oturttuğu bu sistem tüm dünyada bir araştırma konusu.
Bir ilginç nokta daha: Geçen hafta Richard Branson (hani şu deli patron var ya, çok iyi röportaj olur, Virgin Atlantic Airways’ın başkanı) gitti Mumbai’nin içinde 2. sınıf trenlerde, ‘Dabbawallah’larla seyahat etti, sistemi inceledi.
Demek ki, ders alınacak bir şeyler buldu.
Tamam mı ‘Dabbawallah’ nedir öğrendiniz mi?
Hep kendini anlatıyor diyenler utansın...
Gördüğünüz gibi, bilgi veren yazılar yazmasını da biliyormuşum!
Kurallar işe yarar mı yaramaz mı?
Bu şehirde kurallar var.
Sen de bu şehirde yaşayan biri olarak o kurallara uyuyorsun.
Eşek gibi uyuyorsun.
Sıkıysa uyma.
Seni cezalandırıyorlar.
Öyle kol-mol kesmek yok.
Ama hapse atıyorlar.
Sonra da güle güle deyip, sınır dışı ediyorlar.
Yok yok, şaka değil...
*
Bana tuhaf geliyor.
Çok tuhaf geliyor.
Çünkü ben kural tanımayan bir ülkeden geliyorum.
Bizler her kuralı delmeyi, aşmayı, etrafından dolanmayı, farklı yorumlamayı biliriz.
Hem de çok iyi biliriz. Neredeyse, bu bizim uzmanlık alanımız.
Biz cin fikirliyiz.
Dünyanın en pratik zekalı milletiyiz.
Biz buz kalıbından otomat jetonu imal etmeyi başarmış bir milletin evlatlarıyız!
Yaratıcılığımızın ve şımarıklığımızın sınırı yok.
Tabii cesaretimizin de...
Oysa, Birleşik Arap Emirlikleri’nde durum hiç böyle değil.
Burada kurallardan ve kurallara uyanlardan geçilmiyor.
Bu da beraberinde inisiyatifsizlik getiriyor.
Bir an geliyor, ‘Bu ülkede kimsenin mi medeni cesareti yok?’ diyorsun, ‘Kimsenin mi itaatsizlik ruhu yok?’ Birine bir şey söylüyorsun, ‘Yapamam kurallar...’ diyor, ‘Bozamam kurallar... Hayatta kuralların dışına çıkamam... Tepemdekiyle görüşün, amirimle görüşün...’
Bir ayrıntı var tabii, bu ülkede hizmet sektöründe çalışanlar hep Hintliler, Uzakdoğulular, Pakistanlılar ve Sri Lankalılar, onlar da bir tür yabancı olduğu için kurallara sıkı sıkı uyuyorlar.
Ya lokal Araplar?
Yani gerçekten buralı olanlar...
Onlar tanrı gibi, zaten pek azlar ve zengin oldukları için hizmet sektöründe haşa çalışmıyorlar. Dolayısıyla onların kurallarla ilişkisini bilmiyorum...
*
Valla, aslına bakarsanız benim de kafam karışık.
Kuralların bu kadar katı uygulanması iyi mi değil mi?
İçimden ilk kopan...
‘Değil!’ demek.
İnsanları terörize eder, korkutucu olabilir ve sonu kötüye gidebilir.
Amaaa....
İyi tarafını da unutmamak lazım.
Çünkü kurallar olmadan hiçbir şey olmuyor hayatta.
Mesela, trafik kazaları başka ülkelere oranla hiç denilecek kadar az burada.
Sebebi kurallar.
Hayır, hayır...
Öyle bolcana polis görmüyorsun sokakta. Ama her an takip altındasın radarlarla.
Onların belirlediği bir hız limiti var. Onu aşmayacaksın.
Aşarsan, paşa paşa para cezası ödüyorsun.
Yani ödemek zorunda kalıyorsun.
Ve en önemlisi kırmızı ışığa dikkat ediyorsun...
Geçmeyeceksin.
O kadar.
2 artı 2 eşittir 4.
‘Ay yanlışlıkla geçtim’ yok!
Hele yanlışlıkla geçip bir de kaza yap, ya da bir kazaya sebebiyet ver...
Anında hapsi boyluyorsun.
Her gün gazetelerde böyle haberler yer alıyor.
Trafik kuralları konusunda bu kadar katılar.
Bu kadar netler.
*
Ben şimdi kendime bakıyorum, ben bayağı dize gelmiş bir şoför oldum burada.
Türkiye’de emniyet kemeri takmayan, kaybolan ehliyetini yıllarca çıkarmayan ve pek çok trafik kuralını ihlal eden ben, burada bambaşkayım.
Villaların arasında araba kullanırken 40’ı, Jumeira’daki yollarda 80’i ve TEM’e benzeyen Şeyh Zayed Caddesi’nde 120’i geçmiyorum...
Yaaa...
İşte böyle...
Kim bilir, belki de hepimize bizi gözleyen ‘Büyük birader’ler gerekiyor.
Bazı konularda fazla özgürlük iyi gelmiyor.
Ne dersiniz?
HAMİŞ: Bu ‘kırmızı ışık’ ve ‘Kurallara uyalım’ yazısının son günlerde Türkiye’de gündeme gelen sinyalizyon (kırmızı ışık) sıkıntısıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur...
HAMİŞ 2: İşte bu benim! Kendim bile hayret ediyorum. Böyle bir şeyim.
‘Kurallara uyalım’ yazısını tamamladım, noktayı koydum ya, hemen beynim çalışmaya başladı: ‘Kuralları aşalım!’ yazısını nasıl yazarım? Ve hemen aklıma 2 gün önce yaşadıklarım geldi. Onu da yarın okuyabilirsiniz...