Cumaları Ayşe cısss!

CUMA benim kanlı günüm.

Haberin Devamı

Bilen bilir. Kimse aramaz. Sormaz. Yanıma filan asla gelmez. Vahşi hayvana dönerim. Yırtıcı, huysuz, buluttan nem kapan, her an ısırmaya hazır. Belayımdır yani.
Pazar ilave o gün yapılıyor. İş teslim günü. Ben hep sona kalırım. Vedalaşamam yazıyla, kopamam. Bizimkiler saçlarını başlarını yolar, “Hadi yolla, yolla...”
Çalışırken ne kadar antipatik olduğuma inanamazsınız. Tarifi yok çünkü. Kanırtırım. İnsanları perişan ederim. Yapışırım işime, bir türlü veremem, hiçbir şeyini değiştirmelerini istemem. Defalarca kavga etmişsizdir bizim kattakilerle.
Kaseti çözerim, toparlarım, edit ederim, bir daha okurum, bir daha okurum, bazen yağ gibi akar, kolay olur, ama bazen ayyyy olmaz, benim de içime sinmez. Suçluluktan geberirim. Her cuma benim için sınavdır. O gün, yeryüzünde o röportajlardan önemli hiçbir şey yoktur. Sevgilim de, Alya da bilir, bana dokunmazlar, uzak dururlar.
O gün yemeğe gidemem, partiye gidemem, davete gidemem, Allah korusun cenaze olsa gidemem.
*
Anlatabildim di mi cuma’larımın ruh halini.
Ama bu kadar olsa iyi, bir de hiçbir şeye, “hayır” diyememe halim var. “Cuma günü şöyle bir şey var, senin için zor ama...” dendiğinde, “Yooo niye öyle diyorsun ayarlarım kendimi” derim, diyorum yani.
Tabii yalan.
Büyük yalan.
Ayarlayamam.
Olmaz.
İki ayağım bir pabuca girer, aklımı kaçıracak hale gelirim.
*
Geçen cuma, tam bu tarif ettiğim durumlardan biri yaşanıyor.
İş yetiştirmem lazım, ama bir de uçağa yetişmemiz lazım.
Dubai’ye dönüyoruz.
Hata.
Cuma kımıldatmayacaksın beni yerimden.
8 uçağı ne demek?
6’da alanda olmak demek.
Nişantaşı’ndan kaçta çıkmak demek?
En geç 5’te çıkmak demek.
O gün sırf sevgilimin gözüne girmek için sabahın köründe başladım işe. Ve bir mucize oldu, 5 gibi bitti. Ama tamamen değil. Son dokunuşlar var. Onları yapıyorum. Bakıyorum, ikide bir çalışma odama kafasını uzatıyor.
Sinir oluyorum.
Bana cumaları böyle şeyler yapmamak lazım.
Ama uyarmış, “5’te bu evden çıkacağız” demiş.
Ben de bütün iyi niyetimle 5 gibi bitirmişim, ama işte 5.15 olmuş, 5.20 olmuş, ben farkında değilim.
5.28’de geldi, “Geç kalıyoruz” dedi.
Pasif agresif bir hareket.
O zaten hep böyle yapıyor, her şeyi o başlatıyor, beni geriyor, patlayacak hale getiriyor, onun öfke kontrolü var benim yok, birdenbire dere tepe düz gidiyorum, ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor, suçlu oluyorum.
Onlar şirket olarak bu konuda eğitim alıyorlar.
Bizim şirket vermiyor.
Sazan olan benim.
Anladınız, yine patlıyorum, “Yeter ya! Üzerime gelme artık. Bitmek üzere işte. Elimden geleni yapıyorum. Giderseniz gidin...” diyorum.
Dedim.
Birden o duruyor.
En sakin haliyle, “Peki” diyor.
Arkasından bağırıyorum, “Ne halin varsa gör...”
*
Ama bunca yılımı paylaştığım adamın, tabii ki, çekip gidebileceğine inanmıyorum.
Biz bir aileyiz, insan sevgilisini bırakıp kızıyla gider mi?
Nereye gidecek?
Üçümüzden biri eksikse Dubai’nin ne anlamı var?
Yarım kalırız.
Gitmez.
Gidemez.
Gitti.
*
“Nasıl yani?” diyorum Leman’a, “Ne demek gitti?”
“Ayşe Hanım, aldı Alya’yı ve bavulları gitti. Pasaportunuzu da bıraktı.”
İnanamıyorum.
Aklım almıyor.
Biraz sonra şaşkınlık yerini kızgınlığa bırakıyor.
Ancak gider!
Nah peşinden giderim!
Manyak mı ne, beni nasıl bırakır!
Gerçekten nasıl bırakır!
Uçağa batsın!
Dubai’si batsın!
Evin içinde kaplan gibi, bir oraya bir buraya yürüyorum. Hızla delice şeyler geçiyor aklımdan, gideceğim havaalanına, sarılacağım Alya’ya “Sana güle güle demeye geldim” diyeceğim, ona zehir bir bakış fırlatıp, döneceğim.
Nedir yani? Alt tarafı 28 dakika geç kaldım!
Sinirimden tezgahtaki bütün erikleri yiyorum.
Üç kere ayakkabı değiştiriyorum.
Bir iki kere de kıyafet.
Sinirimden kirpiklerime rimel sürüyorum.
Bir yarım saat daha geçiyor.
6 oluyor saat.
Aşağı iniyorum.
Aksi gibi taksi yok. Yürüyorum, nihayet bir taksi bulup atlıyorum. Adama, “Kocam beni terk etti” diyorum.
“Yapma ya” diyor, üzülüyor.
“Camı açıp sigara içebilirsin, efkarlısındır” diyor, “Hayır” diyorum.
“Abla nereden gideyim havaalanına, sahilden mi, TEM’den mi” diyor.
“Nereden istiyorsan git” diyorum.
Zaten yetişme ihtimalimiz yok.
Ailem beni bıraktı gitti, İstanbul benim için hiçbir anlam ifade etmiyor.
Hayat da umurumda değil.
Öküz öküz oturuyorum arkada.
*
Havaalanında güvenlik kontrolü.
Çantamı makineye koyuyorum, kemerimi de, ayakkabılarıma da, bilgisayarımı da...
Sinirliyim ya, kimsenin beni uyarmasına fırsat vermiyorum.
Suratım nasıl asık anlatamam.
Ve o anda, tam arkadan bir ses duyuyorum.
“Anne?”
O da ne!
Alya’nın sesi...
“Anne, senin ne işin var burada! Sen nasıl bu kadar çabuk geldin? Biz senden önce çıktık evden...”
*
Birden durumu çakıyorum.
Ve kahkahalarla gülmek istiyorum.
Benden erken çıkıyorlar ama benden geç geliyorlar!
Alya’ya dönüyorum, “Eeee Alyacım” diyorum, “Bu da babana kapak olsun!”
“Neyin kapağı anne?” diyor.
Bilmiyor tabii çocuk bu deyimleri.
*
Fakat güzel olanı şu:
Bakıyorum, sevgilim de gülüyor.
Yolda karar vermiştim, kavga etmeyeyim, akıllı kadınlar gibi tavır koyayım, yüzüne bile bakmamayım...
Ne gezer!
Yapamıyorum.
O gülünce içim eriyor, ben de gülüyorum.
Geliyor, işaretparmaklarımızı havada birleştiriyoruz,
Bu bizim barışma şeklimiz, sanki görünmeyen bir düğme var, ikimiz de aynı anda basıyoruz.
Ve bütün kötülükler siliniyor.
Resetleniyor.
Kavga, gürültü, uzaya gömülüyor.
Ve barışıyoruz.
Alya da geliyor, birbirimize sarılıyoruz.
Kavga bittiiiiiii.
Ama bu cuma için söz veremem...
Cumaları Ayşe cıssss!

Haberin Devamı

Milka diye bir kadın

Haberin Devamı

Ne anası ne babası var arkasında.../images/100/0x0/55eaefaff018fbb8f8a0395a
Ne de zengin kocası... New York’ta ve Londra’da havalı okullarda da okumamış.
Kendi başına var oluyor. Ve her gün biraz daha büyüyor.
İşinde daha da iyi oluyor. Marka oluyor:
Milka Karaağaçlı.
Benim takı tasarımcısı arkadaşım.
Ben pembe altın manyağıyım, ince olacak, minik olacak, bütün bileğim onlarla dolu olacak. Bir sürü bilezik, bileklik. Narin, incecik şeyler, minik taşlar da olabilir üzerinde. Fazla taşa param yok zaten.
Hepsi Milka’dan.
Kismet yani. Kısmetim.
Her İstanbul seferinde Milka’ya yapışırım, “Hadi göster, yeni neler yaptın?” Gösterir. Arzu nesnesi benim için onun takıları, bileklikleri, kolyeleri, yüzükleri.
Boynumdaki kanatları ondan aldım. Tuba Ünsal’da gördüm, bayıldım, sonra bütün sevdiklerime aldım. Üzücü olan şu, Milka ne tasarlarsa, millet taklit ediyor, sahtelerini yapıyor, korsanı çıkıyor.
Ortalık, onun imitasyonlarıyla dolu. Ama aynı zamanda, onun için sevindirici olmalı. Başlatan hep o, kaynak o, taklit edilen o. Ve bu kadın, her şeyi kendi yapıyor. Tasarım filan da okumamış, ama müthiş bir sezgisi, duygusu var, hayal ettiği modelleri Kapalıçarşı’da hayata geçiriyor. Şimdi, bugün, Bebek’te, karakolun tepesinde, mavi panjurlu beyaz bir köşkte bir showroom açıyor.
Orayı da kendi yapmış. O kadar güzel ki ama sakın gitmeyin!
Çünkü orası, çat kapı gidilebilecek bir yer değil, Milka da benim gibi işiyle aşk yaşayanlardan, müşterisinin ruhunu anlamak, her birine iki üç saat ayırmak istiyor.
Randevuyla çalışıyor.
Birkaç sene önce başladı bu işe, ama şimdi Los Angeles, Londra, New York ve Dubai’deki bazı butiklere bile mal veriyor. Harvey Nichols’da ve daha bir sürü satış noktasında onun takıları satılıyor, yurt dışında fuarlara katılıyor, ödüller kazanıyor.
Milka koşuyor.
Koş Milka, koş!
(www.kismetbymilka.com)

Yazarın Tüm Yazıları