O derece gerçekçiydi. Babam ve Oğlum’daki unutulmaz rolüyle hafızamıza kazındı. Hazırlıklı olun, bu defa da karşımıza Nazım Hikmet olarak gelecek. Ve hepimiz yine ona ayılıp bayılacağız. Demedi demeyin. Huzurlarınızdan ayrılmadan bir de şunu hatırlatayım, ben onu bir dizide görmüştüm, inanılmaz çekici ve yakışıklıydı. Hiç unutmuyorum, adı da Kamuran’dı. Hafızama kazınmış. Tabii o çekici adamın, o alttan alttan bakan adamın, eski zaman erkeklerine benzeyen adamın, Babam ve Oğlum’daki zararsız deli olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Bazı oyuncular vardır hep aynı rolü oynar, Yetkin Dikinciler onlardan değil, her rolle karşımıza farklı bir tip olarak çıkıyor. Şimdi onu, "Mavi Gözlü Dev" olarak izlemek için sabırsızlanıyorum.Hayatınızda sizi en çok etkilemiş kadın...- Anneannem desem annem alınır, annem desem anneannem! Ama ben, anneannemle büyüdüm. İkisi de sağlıkçı. Anneannem ebe, annem hemşire. İkisi de müthiş kadınlar. Hele anneannem, Yörük’tür. Soyu şamanlara dayanır, şifa
dağıtan bir kadındı...
Di’li geçmiş zaman kullanıyorsunuz, vefat mı etti?- Evet. Ama hálá eli vardır üzerimde, zaman zaman sıkıntıya düştüğümde sırtımı sıvazladığını hissederim, "Anneanne sen misin?" derim. Gelir yoklar beni. Hak etmediğim bir şey gelirse başıma, o hak etmeyen şeyi yapanlar -ben istemesem de- ağır bir tokat yerler. Anneannem devreye girer.
Anneanneniz size kötülük yapanları cezalandırıyor, öyle mi...- Evet, beni koruduğunu düşünüyorum. Üzerimde emeği çok. Öncelikle beni o doğurtmuş. Gerçi, mahalledeki herkesi o doğurtmuş! Biz Aksaraylıyız, Aksaray’daki Arnavut Süleyman, Çerkez Feride, Marik Hanım’ın çocukları... Aklınıza kim gelirse, hep anneannemin eline doğmuş. Oralarda ünlüdür, "iğneci teyze" olarak da bilinirdi. Şırıngasını kaynatırdı. "Nereye anneanne?" "Osman Amcanların torununun ateşi yükselmiş evladım, bir gideyim de bakayım." Hop gider, şırıngasını basar gelir...
Anneniz ondan mı etkilenip hemşire oldu?- Herhalde. Ama kadere ve alın yazısına inanan bir aileyiz. Her şeyin bir sebebi vardır. Annem boşuna hemşire olmamış yani. Annemin adı da Kader zaten. Dedem askerdeymiş, "Müjde Ahmet Efendi, oğlun oldu!" demişler, "Yaşasın! Bütün bölüğün tatlıları benden" yapmış. Sonra ikinci haber gelmiş: "Oğlan değil kızın olmuş!" O da "E ne güzel, bu da benim kaderim!" demiş ve anneme Kader ismini vermiş. Sonra bir oğlu olmuş, o da Kaya Dayım. Hálá annem ve dayım yan yana otururlar. Çocukluğum hepsiyle birlikte geçti. Legal olarak tek çocuk olmama rağmen, fiilen kocaman bir ailede büyüdüm, dayımın üç çocuğu vardı. Hepimiz aynı apartmanda yaşıyorduk. Kapılar hiç kapanmaz, sofralar hep ortak... Kimin nerede uyuduğu belli değil... Zaten dedemi kaybettikten sonra, kuzenimle beraber anneannemizin yanına indik, ben yedi yaşından itibaren onunla yaşadım yani. Beni nedense "Kabak oğlum" diye severdi. Bir de "Çakır gözlü oğlum" diye...
Neden öldü?- Beynine bir şey oldu. Daha doğrusu, bir şey sardı beynini. Doktorlar, dediler ki, "Bunu almaya kalkarsak, beyninin bir bölümünü almamız gerekecek. Normal seyrine bırakalım." Öyle de yaptılar. Hastalığın normal seyrinde öldü. Eşsiz bir insandı. Mezarını hiç ziyaret etmedim. Aklımda, o kanlı canlı haliyle kalsın istedim. Kokusu hálá burnumdadır, gözlerimi kapatınca yüzü gelir gözümün önüne. O kadar severim. Ama sıkıntıya düştüğümde de mutlaka yardımıma koşar.
Anneniz peki?- O da başka muhteşem bir kadın. Hayatımı kurtaran kadın!
O ne demek?- Anneannemden önce, beyninde rahatsızlık olan bendim. İşe bakın ki ben hayatta kaldım, onu kaybettik.
Nasıl yani?- Lisede çok şiddetli baş ağrılarım vardı. Gittikçe artan şiddette ağrılar. Tarifi imkansız, korkunç ağrılar. Açken ağrıyor, tokken ağrıyor, uyurken ağrıyor, uyanıkken ağrıyor. Ağrımadığı zaman yok gibi. Anneminki de sağlıkçı refleksi işte. "Böyle olmaz, bir tuhaflık var, baktıralım" dedi. Baktırdık. Beynimde tümör varmış. "Ameliyat şart, yoksa ölür" dediler. Oldum, kurtuldum...
Bir dakika bir dakika, öyle çabuk geçmek yok!- Lise sondaydım. Ağır bir ameliyattı. Gazi Yaşargil’in yetiştirdiği ekip gerçekleştirdi. Yaşama şansım yüzde 50 idi. Annemin erken teşhisi hayatımı kurtardı. Kaderim böyleymiş. Beynimdeki tümörü aldılar, eksilen dokuyu da bacağımdan aldıkları parçayla tamamladılar. Yamalı bir beynim var anlayacağız! Hani "Kafadan Bacaklılar" diye bir kitap vardır ya, benimki "Bacaktan Kafalılar!" Benim de beyin ameliyatı hikáyem böyle işte, o günden beri hayatı bir başka türlü avuçlarım...
"Kader"inizle ilişkiniz de bir başka türlü herhalde...- Haklısınız öyle. Annem bana aşıktır, ben de ona aşığım. Bütün anne-oğul ilişkileri gibi. Hiç tartışmayalım bu aşkı, kabul edelim, başımızın üzerine koyalım. O kadar düşkündür ki bana, yıllardır ondan ayrı bir evde yaşıyorum, mutlaka gelip bulaşıklarımı yıkar, yoksa içi rahat etmez. Cihangir’de oturuyorum, evimin temizliğini de o üstlenir. Kalkar Aksaray’dan gelir, tabii kadınımızı getirir, kendi leğenlerini, fırçalarını ve bezlerini de. Foşur, foşur evimi temizlerler. Bir de "Oğlum bir gün olmaz" diyor hem çarşamba hem cumartesi getirecekmiş kadını. Kolaysa, itiraz et! Dünya tatlısıdır, her sarılmamızda, "Yine mi uzadın sen?" diye sorar.
Babanız peki?- Asker emeklisi. Ama askerlikle yakından uzaktan alakası olmayan bir adam. Üniforma dışında gerçekten bir ilgisi yoktu. Beşiktaş Genç Takımı’nın umut vaat eden futbolcusuyken, Nurettin Amcam, "Topçu olup, hayta mı olacaksın?" demiş, babamı Kuleli’ye yazdırmış. O da asker olmuş, ne var ki, ruhunda askerlik filan yok. Emekliliği geldiği gün ayrıldı zaten.
HAYATI AKLINDA TUTMAYA ÇALIŞAN BİR ADAMIMHafızası güçlüdür. Formül-mormül hatırlamam ama içimde bir yerlere değmiş birini asla unutmam. Detaycıyım. Ölçülüyüm. Alçakgönüllüyüm. Ben uzun soluklu bir adamım. Öfkem bile uzun solukludur. İçime sinmeyen bir şeyler mi konuşuldu, yaşandı... Bende bir şey eksik kalır, beş dakika sonra, 10 gün sonra, üç buçuk yıl sonra; o, birdenbire çıkıverir. Onu halletmeden başka bir konuya geçemem. Benimki de öyle bir öfke işte. Halledemezsem devam edemem. Samimiyetsiz hiçbir şey yaşayamam. Aşklarım da uzun soluklu, ilişkilerim de. İlk aşkımla evlendim. 6.5-7 yıl sürdü. Böyle bir adamım. Hayatı aklında tutmaya çalışan bir adamım. Bir gün bir yerde hayatın biteceğini biliyorum, ona göre yaşıyorum, her gün ölümü kendime hatırlatıyorum. Bir sonum olduğunu bildiğim halde, sonsuzluk duygusu içinde yaşıyorum. Şu duvarlara, taşlara yaptığım işlerle çentik atmaya uğraşıyorum, kendimce kalıcı olmaya çalışıyorum...
NAZIM’I OYNAMAKTAN DAHA BÜYÜK BİR ONUR VAR MI?Nazım Hikmet’i oynamak bir oyuncu için ne ifade eder?- Başka oyuncuları bilemem, benim için çok şey... Bu hayata bu dönemde gelmişim, Nazım Hikmet ölmüş, onun filmi yapılıyor, bana da "Sen Nazım’ı oyna" diyorlar. Bundan daha büyük bir onur olabilir mi? Çok hoş bir adam, çok güzel bir adam. Kim ona benzetilmeyi istemez? Bana "Mavi Gözlü Dev" filminin senaryosunu verip, "Bizim Nazım’ımız olur musun?" dediklerinde hem sevindim hem de korktum. Rolün hakkını verememekten korktum. Oynarken tipimden çok duygularıma benzetmeye çalıştım. İzleyin, bakalım siz ne diyeceksiniz. Elimden gelenin en iyisini yaptım.
İSTANBUL’DA KİMSE BİLMİYORDU AMA DİYARBAKIR’DA İNANILMAZ ŞÖHRETTİMTiyatroya nereden nasıl bulaştınız?
- İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okurken, Yıldız Kenter kanıma girdi. Sosyal faaliyet olarak, tiyatroyu seçtim ve o bana "Sende yetenek var, bu işe devam et. Felsefeni evde okursun, bizim sana ihtiyacımız var" dedi. İyi ki demiş...
Tiyatroda sizi baştan çıkaran, aklınızı başınızdan alan nedir?- Benim var oluşa dair sorularım var. Yanıtlarını bulamıyorum o ayrı ama hep arıyorum. Felsefe okumayı istemem bilinçliydi yani. Bana şöyle geliyor, ne kadar insan o kadar da öykü var. Beni baştan çıkaran bu. Benim, bu beden altında anlatmak istediğim öyküler var. Hem bana ait, hem başkalarına ait öyküler. Tiyatro işte bu amacıma aracılık ediyor.
Meşhur olmak filan derdiniz değildi yani...- O kadar da uzun boylu değil, olmaz mı? Oğuz Aral -herkes onu karikatürist olarak bilir, ama konservatuvarda hocamızdı- ilk derste hepimizi sahneye çıkarttı, tek tek sordu: "Neden tiyatrocu olmak istiyorsunuz?" diye. Kimi, "Ben insanı, insana, insanla, insanca anlatmak istiyorum" gibi laflar etti. Kimi "Oynamak, benim için en değerli şey" dedi. Kimi ise "Sahnede kendimi tamamlanmış hissediyorum" filan dedi. Ve Oğuz Aral da bize döndü, "Hepiniz yalan söylüyorsunuz!" dedi, "Hepiniz ışığın altında olmak istiyorsunuz, alkışları duymak istiyorsunuz. Onun için buradasınız. Şöhret olmak için!" Tabii ki söylediğinde bir gerçeklik payı vardı.
Ama herkes şöhrete ulaşamıyor. Ya da bazıları daha erken, bazıları daha geç...
- Doğru, kimi internet Mahir olarak şöhret oluyor, kimi de bir kazaya feci şekilde kurban gitmiş biri olarak, yani cesediyle. Şöhretin de türleri ve tanımları var. Mesela ben Diyarbakır’da acayip bir şöhrettim ama bildiğiniz gibi değil. İstanbul’da kimse bilmez ama Diyarbakır’da sokakta yürüyemiyordum, ünlü olduğum için. Hiçbir dükkanda, hiçbir lokantada para ödetmiyorlardı. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’ndaydım ve Diyarbakır halkı sanılanın aksine tiyatroya son derece meraklıdır, oyunları defalarca izlerler. Sonra da bir lokantaya gidince, "Vayyy, buraya kadar gelmişsiniz İstanbullardan, şehrimizi güzelleştiriyorsunuz, lokantamıza gelince sizden para alacağım, öyle mi? Asla!" derlerdi..