Tekrarlayın ki, büyüklüğünü, hacmini, gücünü ve etkinliğini hayalinizde canlandırabilesiniz. 12 milyon... Doğal afet gibi bir şey. Önüne geleni yıkar, devirir, siler, süpürür. Başka bir deyişle, iktidar budur. Karşımda duran işte bu gücün tepesindeki adam: Kai Diekmann. İlk bakışta insana öyle bir intiba veriyor mu? Milyar dolarları yöneten bir adam gibi? Ih ıh. Daha ziyade, kültür sanat editörü gibi duruyor. Gözlüklü, bağımsız, "özgür ruh" biri gibi, üzerindeki jean, kazaktan dışarı bırakılmış gömleği ve çizgili paltosuyla gayet bizden biri gibi.... Ta ki gözlerini görene kadar. Yok bir farklılık var bu gözlerde, fıldır fıldır bakıyor. İlk algıladığınız şey, zeka. Sonra merak. Sonra, gazetecilik mesleği neyi gerektiriyorsa o. Konuştukça anlıyorsunuz ki, hiç kimseye o kadar büyük bir imparatorluğu kara gözlerinin hatırına vermiyorlar. Öyle hikayeler anlatıyor ki, insan elinde olmadan şaşırıyor. "Yok artık daha neler!" diyor. Tabii bir de şu soruyu soruyor: "Almanya’nın en çok eleştirilen adamının başına gelenler benim başıma gelse ne yapardım? Bu kadar
hakaretin, bu kadar çamurun altından kalkabilir miydim?" Kai Diekmann, bütün bunları aşabildiği için Kai Diekmann. En önemli özelliklerinden biri de, Bild’e siyaseti getirmesi...
Bir yatak röportajıNe de olsa yarı Almanım. Herhalde o sebeple Hürriyet’in yönetim kurulu toplantısı için İstanbul’a gelen Kai Diekmann’ın onuruna verilen akşam yemeğinde yanında oturuyorum. Of cümle çok uzun oldu. Ama masa da çok uzundu. Ve masanın en başında, Aydın Doğan oturuyordu. Ben hiç alışık değilim böyle yemeklere. Benim için 2 tehlike söz konusu: Ya çenem düşebilir ya çenem kilitlenebilir. Bir tehlike daha var ki, çok uzun zamandır içki içmemiş biri olarak, bir kadehle sarhoş olup, dağıtabilirim. Allah’tan hiçbiri olmadı. Kai Diekmann’la anadilimde konuşmam da gerekmedi. Çok rahat bir adam. Birden her şeyi konuşmaya başladık. Bir kere, iş yerinde aşık oluyor. Anladınız, karısı da gazeteci. Evleniyorlar. 4 yıl içinde 3 çocuk yapıyorlar. Ne zaman tatile gitseler, karısı hamile dönüyor. 3 çocuğunun doğumuna da giriyor. Hepsi normal doğum. Sonuncusunda artık Diekmann, yönetmenliğe soyunup belgesel çekmeye başlıyor, karısı da kıyameti koparıyor. Şu anda biri 4 aylık, biri iki yaşında, biri dört yaşında çocukları var. 1 ve 2 numaradan Kai Diekmann sorumlu. 4 aylığa ise karısı Katia bakmakla yükümlü. Yani adam gündüzleri devasa bir gazetede binlerce insanla uğraşıyor, sonra akşam eve gelince hiç gocunmadan "babalık" artı "dadılık" yapıyor. "Kim takar Bild’in yayın yönetmeni olmamı, benimkiler ağlarsa, gece kalkmak zorunda olan benim!" Bu görüntü bana müthiş geliyor, dahası yemekte yanıma oturan bir adamla, doğum, süt vermek ve çocukların uyku düzeni üzerine derin bir sohbet paylaşmak, doğrusu beni çok mutlu ediyor. Kai Diekmann’la çok çabuk ısınmamızın sebeplerinden biri de, karısı. Ne tür işler yapan bir gazeteci olduğumu öğrendikten sonra, "Sen benim karımın Türkiye şubesisin!" diyor. Yalnız onun karısı duşta röportajlar yaparmış. Benim o seviyeye gelebilmem için biraz daha hamle yapmam gerekiyor. "Tamam" diyorum, "Ben de sizinle yatakta röportaj yapayım..." Duruyor, "Karımın duşa soktuğu insanlara hep acırdım. İnsan nasıl bir salak olmalı ki bu tür bir röportajı kabul ediyor" derdim, "Şimdi anlıyorum nasıl oluyormuş bu işler..."
Kaç yıldır Bild’in yayın yönetmenisiniz?- 5 yıl bitti...
Ve hálá sıkılmadınız...- Bild gibi bir gazetede, başınıza gelebilecek en son şey sıkılmak! Böyle bir şansınız yok...
Kaç satıyor?- 3.8 milyon. Ama 12.5 milyon insana ulaşıyor. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise 3. büyük gazetesi. Diğer ikisi Japonya’da. O gazeteleri inceliyorum, başlıklarına filan bakıyorum. Ama bizden neyi daha iyi yapıp, daha çok sattıklarını bilmiyorum. Çünkü Japonca okuyamıyorum!
Kolunuzun altında Bild var, uçaktasınız. Birileri birinci sayfasında çıplak kadın resmi olan bu rengarenk gazeteyi görüyor. Siz o gazeteyi saklar mısınız, yoksa gururla herkese "Biliyor musunuz, bu gazeteyi ben çıkarıyorum" mu dersiniz?- Tabii ki gururla herkese gösteririm. Zaten Almanya’da gittiğim her yerde bizim gazetenin manşetleriyle karşılaşıyorum. Bild, Almanya’da gündemi belirleyen gazete. Gerçekleri ortaya çıkaran gazete. Sırları çözen gazete...
Ooo, direkt reklama geçtiniz!- Öyle ama. Bir politikacı işini iyi yapmıyorsa, bizim yayınlarımızdan sonra siyasi kariyeri bitiyor. O kadar etkiliyiz yani. Ve biz bu etkiyi diğer gazetelerden farklı yöntemlerle sağlıyoruz. Asık suratlı değiliz, okurlarımızı gerçeklerle buluştururken, aynı zamanda eğlendiriyoruz da.
Daha ciddi bir gazetenin yayın yönetmeni olmayı tercih etmez miydiniz?- Onu da yaptım zaten, Bild am Sontag diye bir gazetenin yayın yönetmenliğini yaptım. İki sene. Hedef kitlemiz, entelektüellerdi. Ama tabii ki işim Bild’de daha zor, çünkü 12 milyon insanın okuduğu bir gazete yapıyorum. Birbirine benzeyen 2 milyon insanı mutlu etmek, çok daha kolaydır.
Peki Bild’de entelektüellerle kavga ediyor musunuz?- Elbette. Sadece entelektüellerle değil, herkesle. Bild, duygusal bir gazete. Provokatif bir gazete. Kutuplaşmadan yana. Üzerine çok konuşuluyor, tartışılıyor ve eleştiriliyor. Ama bu iyi bir şey. Bizim istediğimiz şey. Bir de şu var tabii, entelektüeller Bild’le kavga ediyorlar ama aynı zamanda kitaplarının tanıtımının da Bild’de yapılmasını istiyorlar...
Bu, biraz ikiyüzlülük olmuyor mu?- Yooo. Tam tersine onları haklı buluyorum. Almanya’yı anlamak istiyorsanız, Almanların çoğunluğunun ne düşündüğünü bilmek zorundasınız. O zaman mecburen gündemi bizden takip edeceksiniz. Ben zaten hep şunu söylüyorum: "Almanya’da iki gazete okumanız gerekiyor, Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), çok konservatif ve saygın. Bir de Bild..."
Demek ki, FAZ saygın, peki siz kendi gazetenizi hangi sıfatlarla tanımlıyorsunuz?- Bild’i okuduğunuzda gülersiniz, nefret edersiniz, kısacası kayıtsız kalamazsınız, mutlaka bir şey hissedersiniz. İlginç, provokatif ve heyecan vericidir...
Siz de öyle bir adam mısınız? Bunlar aynı zamanda sizi tanımlayan sıfatlar mı?- Evet, galiba. İster istemez insanın kişiliği yaptığı gazeteye yansıyor. Ben hep kendi okuyacağım bir gazeteyi çıkarmayı hayal ettim. Benim de okurken eğlenebileceğim bir gazete. İşte Bild öyle bir şey. Bir de Bild’de özgürsünüzdür. İstediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Mesela şu ciddi görünen gazeteler, o kadar muhafazakardırlar ki, büyük fotoğraf basamazlar, kendi kalıpları içinde sıkışıp kalırlar. Onlar bizim yaptıklarımızı yapamazlar ama biz mesela entelektüel olabiliriz. Papa öldüğünde, Bild vasiyetini yayınlayan ilk gazeteydi. Sonra günlerce Papa’nın ölümüyle ilgili yayın yaptık. Başka hiçbir gazete yapamadı...
Birinci sayfanızdan kadınları çıkarırsanız ne olur?- Hürriyet’ten kadınları çıkarırsanız ne olursa, bizde de o olur! Ben de size bir soru sorayım: Kadın dergileri de kapaklarına kadın basıyor, sizce neden? Neden sizce erkek fotoğrafları basmıyorlar? Çünkü sadece erkekler değil, kadınlar da kadınları görmek istiyor...
İyi de sizin birinci sayfanızdakiler alenen erotik!- Ama bu, hayatın bir parçası artık. Eğlenme kültürünün bir parçası. Reklamlara bakın, seksi ve erotik. Modaya bakın, seksi ve erotik. Seksi ve erotik olmayan ne var? Vatikan’a hiç gittiniz mi bilmiyorum. Sistine Kilisesi’nin tavanı bile öyle. Tabii ki bir gazetede ciddi haberler olacak ama küçük esprili haberlerin ve bu tür fotoğrafların, kime ne zararı var?
Gazeteciliğe nasıl başladınız? Maceranızın ilginç bir yanı var mı?- Tesadüfe bakın ki, 21 yıl önce ben gazeteciliğe yine Bild’de başladım!
"20 yıl sonra, buranın yayın yönetmeni olacağım" diye geçirdiniz mi aklınızdan?- Yok canım. Hiç öyle hayallerim yoktu. Benim için sadece bir meydan okumaydı...
Nasıl yani?- Alman ordusunda görevliydim. Babam avukat olmamı isterken, ben askere gideceğim diye tutturmuştum...
Ne zorunuz vardı?- Bilmem, o dönemlerde herkes askerliğe karşıydı, silahlanmaya karşı olmak modaydı. Ha öyle mi? "Ben askere gidiyorum" dedim, "Hem de iki sene!" Ben öyle biriydim. Her şeye muhaliftim. Haliyle, askerdeyken bir sürü disiplin problemim oldu, 12 hafta sonunun 10’unda cezalıydım. Dışarı çıkmama izin verilmiyordu. Subayları delirtiyordum...
Ne yapıyordunuz?- Bir soru mu sordular? Özellikle yanlış cevap veriyordum. Dolabımı kilitli mi tutmam gerekiyor, açık bırakıyordum. Dolabı açık bırakmamın arkadaşlarımı hırsızlık töhmeti altında bırakacağını söylüyorlardı. Ben de oturup, dilekçe döşeniyordum: "Lütfen beni acilen bir başka birliğe gönderin, çünkü uyarınızdan sonra burada potansiyel hırsızlarla bir arada olduğumu anlıyorum ve bunu istemiyorum." Sinir oluyorlardı.
Her zaman mı böyleydiniz?- Evet. Bu, benim kişiliğim...
Sisteme karşı olmak mı?- Tam olarak bilemiyorum. Askerlikte mantık aranmaz ya, ben arıyordum. Kuralları delmeye ya da şöyle diyeyim, etrafından dolaşmaya çalışıyordum. Yasayı okuyup ne yasak ne değil öğreniyordum ve kafayı "Nasıl aşarım?"a takıyordum. Mesela, "İki asker ele ele dolaşamaz!" diye bir kural yoktu. Subayları sinir etmek için arkadaşımla ele ele tutuşup dolaşıyordum. Maksat, provokasyon olsun. Sonra çok iyi bir subayla çalıştım, beni basın bölümüne yerleştirdi. Bilemiyorum artık belki de benden kurtulmak için...
Yani gazetecilik hayatınız böyle başladı?- Yok daha öncesi var. Lisedeyken de okul gazetesi çıkarmıştım. Ülkedeki en büyük okul gazetesiydi. 36 bin satmıştık. O da provokatif bir gazeteydi. Ben lisedeyken gençlerin çoğunluğu sol eğilimliydi. Tahmin edeceğiniz gibi ben tam tersiydim...
Hep bir baş belasıydınız yani!- Ben kışkırtmayı, tahrik etmeyi, provokasyonu seviyorum. Bu, baş belası olmaksa, evet öyleydim. Hálá öyleyim. O yıllarda küpe takmak çok zordu. Annem babam bile karşıydı. Evin 50 km yakınına küpeyle girmemi yasaklamışlardı. Ben ne yaptım? Askerde bile küpe taktım. Üzerine flaster yapıştırdım, ama olsun taktım ya. Sonra askerlikte belli bir saç modeli vardı, tanımı netti, arkası şu kadar kısa olacak ve saçlar yüze gelmeyecek. Ama ben, şu öndeki saçımı alıp uzatıyordum, arkaya atıyordum. Çünkü tanımda "Bunu yapamazsın" diye bir şey yazmıyordu. Ama o dönemin en zevkli tarafı, askerler için çıkardığım gazete ve dergilerle uğraşmaktı. Sonunda da şu anki çalıştığım grup, "Gel Bild’de iki hafta bizimle çalış. Bakalım sevecek misin?" dedi.
Yani onlar sizi buldu?- Evet, evet. Benim niyetim tarih ve Alman edebiyatı okumaktı. Ama onlar bana eğitim vermek istediler. Ki gazeteci olmak istiyorsanız, Almanya’da en zor ulaşabileceğiniz eğitimlerden biridir. Her sene 2000 kişi başvurur, sadece 60 kişi faydalanır. Gençsiniz, eğitim alıyorsunuz, bir de üstüne para veriyorlar. Cazip bir durum yani. Sonra beni Bonn’a yolladılar. Parlamento muhabiri olarak. O güne kadar Bonn’da çalışan parlamento muhabirlerinin en genciydim.
Orada da birilerinin belası oldunuz mu?- Yok hayır. Ama orada da ünüm yayıldı. Çünkü bu sefer de uzun saçlıydım, saçlarımı at kuyruğu yapıyordum. Ve küçük yeşil timsah şeklindeki bir tokayla arkadan tutturuyordum. Bu beni farklı kılıyordu. Kafamdaki yeşil timsahı gören beni bir daha unutmuyordu. Mesela Kohl’un karısı beni görünce, "Aaa Beethoven gelmiş!" diyordu. Eğitimim bittikten sonra iki yıl daha parlamento muhabirliği yaptım. Derken gruptan ayrıldım, iki sene Bunte Dergisi’nde çalıştım ve sonra tekrar yuvaya döndüm. Yavaş yavaş yükselmeye başladım. 10 yılda pek çok farklı birimde çalıştım, pek çok farklı sorumluluk aldım... Polis adliye haberlerinden, spor haberlerine, magazinden ekonomiye kadar her türlü haber yaptım...
Peki yaptığınız bu kadar çok şey arasında, en hünerli olduğunuz alan hangisi?- Eğlenceli siyasi haber üretmek. Ama ciddi siyasi haberler de yaptım. Daha çok röportajlar. Putin, Yeltsin, Gorbaçov, Tony Blair röportajları ve pek çok siyasi haber.
Başka farklı siyasi uygulamalarınız da oldu mu?- Oldu. Kohl’e siyasi bir gezide, siyaset dışı bir günlük yazmayı önerdim. Başta tereddüt etti ama sonra bana inandı, güvendi. Sonuçta, solcular benden daha da çok nefret etti. Çünkü Almanya’nın o dönemki Başbakanı’nı kişiselleştirdim. 96’da da Kohl’ün anılarını yazdım. 25 Hafta Der Spiegel’de bir numara oldu. 10 dile çevrildi. Herkes benden bahsederken beni işten attılar.
Hoppala! Neden atıyorlar..- Politik bağlantılarımdan hoşlanmayan bir CEO beni yok etmenin yollarını arıyordu, arkasından iş çevirdiğimi düşünüyordu. Ben de 31 yaşındayım o zamanlar. Başka bir görev teklif etti, maaşı daha iyiydi. Ama kabul etmedim...
Neden?- Amacı beni Bild’den ayırmak, sonra da kafamı koparmaktı. "Ben görevimden memnunum, teşekkürler" dedim. Çok sinirlendi. Diğer bütün gazeteler bu hadiseyi yazmaya başladı, müthiş bir skandal patladı. Ve bir gün bir telefon geldi: "Zamanıdır..." "Neyin?" " Uzaklara gitmenin..." "Peki" dedim, hiçbir şey sormadım ve gittim.
Ayıptır sorması nereye?- Miami’ye. Orada eski bir Ford Bronco kiraladım. Daha doğrusu kiraladık. Karım Katia da -o zamanlar sevgilimdi- benimle birlikteydi. Arabaya bindik ve güneye gittik. 5 ay boyunca yollardaydık. O 5 ay, hayatımın en güzel zamanıydı, ne istediysek yaptık, acayip maceralar yaşadık. Tabii bilseydim bu kadar tehlikeli bir yolculuk olacağını, belki de hiç kalkışmazdım...
Ne geldi ki başınıza?- Neler gelmedi ki? Meksika’da 42 Kızılderili öldürülmüş, biz tam olayların orta yerine düştük. Resmen iç savaş yaşadık. Günlerce sınırlarda beklemek zorunda kaldık. Sonra Guatemala’ya gittik. Ve El Salvador. El Salvador’un başkenti San Salvador’a ulaştığımızda nasıl yorgunuz, günlerdir arabayla yoldayız. Bizi de uyarmışlar. "Eski şehre girmeyin, gece karanlıkta ortalıkta gezinmeyin." Yolumuzu kaybetmişiz, perişan bir haldeyiz. Ve işte o anda gördük, oteli. Şehrin en yüksek binası. Karşımızda dikiliyor, yarısı inşaat halinde ama olsun. 12 katı bitirmişler, geri kalan 13 kat boş ama kim takar? Beyaz çarşaflar ve huzurlu bir gece hayal ediyoruz. Hemen yerleştik. Ve gece 1’i tam 23 geçe, korkunç bir sesle uyandık. Kıyamet günü gibi. Önce o ses ve derken şehir karanlığa gömüldü, sonra da o feci sallantı. San Salvador’da tarihin en şiddetli depremlerinden biri oldu. Tanrı bizi korudu, tesadüf eseri hayatta kaldık...
Devam ettiniz mi seyahate?- İnsan hayatında kaç kere böyle bir seyahate çıkabilir? Tabii ki ettik. Nikaragua, Honduras, Costa Rica, Panama... Panama’dayken aradılar: "Operasyon tamam. Adamı attık. Dön artık..." Önce Bild am Sontag’ın yayın yönetmeni oldum. 2 yıl 3 ay sonra da Bild’in yayın yönetmeniydim...
Hayatımın en büyük hatası
Özel hayatınıza giriyorlar mı? Bir açığınızı yakalamaya çalışıyorlar mı?- Geçenlerde 10 yıl önceki sevgilimle çekilmiş fotoğraflarım yayınlandı. "Madem o, insanların özel hayatlarına dokunuyor, biz de onunkine dokunuruz" demişler ve eski sevgilimle öpüşürken, sarılırken çekilmiş fotoğraflarımızı yayınlanmışlar. Eski sevgilim, eski ev arkadaşının o fotoğrafları birilerine sattığını düşünüyor...
Yani siz ünlü bir star gibi merak ediliyorsunuz...- Bu duruma engel olmaya çalışıyorum. Ama Bild’in yayın yönetmeni olarak özel hayatınız pek kalmıyor. Meşhur olmanın önüne geçemiyorsunuz...
Diyelim ki karınızı aldattınız, yakalayıp sizi de gazeteye basabilirler yani...- Tabii bu fırsatı kaçırmazlar! Allah’tan çok aşığım karıma. Ben gazetelerde nerede olduğumu, neler yaptığımı okuyabiliyorum. Mesela tren istasyonunda çekilmiş fotoğraflarımı yayınlıyorlar, yeğenimi karşılamaya gitmişim, biri fotoğrafımı çekiyor, birilerine ulaştırıyor, onlar da haber yapıyor. Bir başka gün, yine trendeyim, bir meslektaşımla konuşuyorum, ertesi gün bütün o konuşmayı gazetede okuyorum.
Bugüne kadar size en çok koyan iftira neydi?- Benim penis ameliyatı olduğumu, ama operasyonun başarısızlıkla sonuçlandığını yazdılar. E hoşuma gitmedi tabii...
Şaka yapıyorsunuz....- Hayır doğru. 60 bin satan solcu bir gazete...
İsminizi vermeden mi yazdılar?- Olur mu canım, açık açık ismimi de yazdılar. Daha evvel de hakkımda pek çok kez asılsız haber yapmışlardı. Hep "Şunları bir elime geçirebilsem" diyordum. İşte şimdi zamanıydı! Çünkü avukatlarım da bana gaz verdi, "Tazminat davası aç, kesin kazanırız, paralarını alırız..." Amacım da şu: Bana tazminat ödeyecekler, ben de o parayla, gazetelerinin önemli bir hissedarı olacağım. Çünkü gazete, solcu bir proje. Para veren hissedarların desteğiyle yaşıyor...
Tabii herkes bu penis operasyonu haberinin yalan haber olduğunu biliyor... - Bilemem artık. Haberi ciddi gibi yapmışlar. Güya Miami’deki ölü bir adamın penisi takılmış bana, ama çalışmıyormuş! Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, yüz nakli yapıldı, penis nakli yapılacağına inanan salaklar da vardır. Ama tabii onları mahkemeye vermekle hayatımın en büyük hatasını yaptım...
Neden?- Çünkü istedikleri buydu. Davayı Avrupa’nın bütün gazeteleri izledi. Bir karnaval havasındaydı. Herkes dalgasını geçiyordu. Ben gitmedim tabii mahkemeye. Ama ertesi gün bütün gazetelerde fotoğrafım vardı...
E siz de bunu nasıl öngöremediniz ki...- Çünkü avukatlarım beni yanlış yönlendirdiler. Onlar davayı kaybetme ihtimalimin olmadığını söylediler. Gerçi, kaybetmedim ama bir kuruş para da alamadım. Sonuç? İstemeden 60 binlik bir gazetenin bedava reklamını yaptım...
Bir dakika, neden para alamadınız!- Çünkü hakim, "Bild’in yayın yönetmeninin bu tür şok haberlere alışık olması gerekir" diye karar verdi...
O ne demek?- Benim gibiler başka bir insan türü olarak kabul ediliyor. Aslında insanlar benimle değil Bild’in yayın yönetmeniyle kavga ediyorlar.
Neden?- Çünkü en istemeyecekleri şeyi yaptım. Bild’i politik bir gazete haline getirdim. Ve çok etkili bir gazete. Schröder şöyle derdi: "Bu ülkeyi istediğim gibi yönetebilmek için 3 şey gerekiyor bana. Bild, Bild am Sontag ve televizyon." Biraz abartılı tabii, bir ülkeyi yönetmek için daha fazlası gerekiyor, zaten o yüzden gitti. Ama benim Bild’i siyasi bir gazete haline getirdiğim doğru. Eskiden Almanya’da gündem belirleyen yayın organı Spiegel Dergisi’ydi, şimdilerde Bild oldu. Ama tabii benim intikamım da acı oldu!
Nasıl yani?- Söz konusu gazete 25 yaşına girdiği zaman, "Nefret etmeye bayıldığımız düşmanlarımız" listesi yayınladı. Okuyucularının oylarıyla birinci seçilen kişi, gazetenin 25. yılı münasebetiyle bir günlüğüne gazeteyi çıkaracak. Kaderin cilvesine bakın ki, ben seçildim. Bir günlüğüne düşmanlarımın gazetesine gittim, tamamen benim kontrolümde her şey. Ha öyle mi dedim, en nefret ettikleri adam olan Helmut Kohl ile iki sayfa söyleşi yayınladım. Can çekişen sol’u konuşuyoruz. Manşet de "Doğum günü hediyesi olarak size lahana ikram ediyoruz!" Kohl, aynı zamanda Almanca lahana demek. Müthiş sükseli bir iş oldu. Onlara en koyan da, tarihlerindeki en yüksek tirajı almalarıydı...
Peki hakim?- Ha onu unuttum. Arka sayfaya fotoğrafını koydum. "Günün salağı" olarak...
ARTIK TÜRKİYE’Yİ FARKLI DEĞERLENDİRİYORUMHürriyet’le ilk temas nasıl oldu?- "Bütün büyük aşklar, kavgayla başlarmış" ya bizimki de öyle oldu. Hürriyet’le aramızda önce bir anlaşmazlık yaşandı. Biz Vural Öger’i eleştirdik. Bunun üzerine Ertuğrul Özkök, Hürriyet’e açık bir mektup koydu, "Bu tür yayınlar, Türk-Alman dostluğunu zedeleyebilir" dedi. Ben de cevaben bir mektup yazdım: "En son isteyeceğimiz şey, böyle bir şeye sebep olmaktır. Ama AB’ye girmek isteyen Türkiye eleştirilere açık olmalıdır..." Bu mektubu gazeteye basmak yerine, atlayıp elden İstanbul’a getirdim. Ertuğrul Özkök’le ilk o zaman tanıştım. Derken Vuslat Doğan’la tanıştım. Ve ailenin geri kalan fertleriyle. Beni Çırağan Oteli’nden tekneyle aldılar Hanzade Doğan’ın evine götürdüler. Bütün gece Türkiye üzerine, politika üzerine konuşuldu. İtiraf etmeliyim ki, etkilendim, çok etkilendim. Ben en son 88’de gelmiştim Türkiye’ye. Daha katı düşüncelerim vardı. Artık AB-Türkiye ilişkileri konusunda farklı düşünüyorum. Türkiye’nin, İslam ülkeleri içinde tek demokratik ülke olduğuna inanıyorum. Ve mümkün olduğu kadar hızlı AB’ye alınmalı. Tabii Hürriyet’le kurduğum ilişkinin de bunda büyük payı var. Hürriyet’in Yönetim Kurulu’na üye olur muyum diye sordular. Ben de Almanya’da yaşayan 3 milyon Türk’ü düşündüm, benim için önemli bir kitle, memnuniyetle kabul ederim dedim.
Söylüyorum, etkilendim. Ama tabii en çok Ertuğrul Özkök’ten etkilendim. O artık gazetecilikte marka olmuş. Ama beni asıl şaşırtan, bunca zamandır yayın yönetmenliği yapan birinin nasıl olur da haber söz konusu olunca hálá gözleri bu kadar parlar? Bir haber duyduğunda sanki 2 yıllık gazeteciymiş gibi heyecanlanıyor. En az on kere yaşamıştır, ama hayır, ilk kez duyuyormuş gibi ilgiyle dinliyor. Ve belli ki işini yaparken çok eğleniyor. Pek çok açıdan benzediğimizi düşünüyorum.
Simdi Ertuğrul Özkök’le arkadaş olduk. Üstelik mesleki dayanışma içindeyiz. Melesa o Putin’le konuşuyor, Putin’e Schröder’in evlat edindiği Rus çocukla ilgili sorular soruyor, edindiği bilgileri bizimle paylaşıyor. Biz de Kohl’un sevgilisi hakkında öğrendiklerimizi onunla paylaşıyoruz, aynı anda yayın yapıyoruz. Gayet uyumlu bir ilişki. Birbirimizden pek çok şey öğreniyoruz...
Bild tarihinin en yüksek kárına ulaştıBizim ülkemizde, yayın yönetmenleri "işadamı" olmakla suçlanıyor...- "Bütçe, benim harcadığımdır" dediğimiz zamanlar olmuştu. Ama o zamanlar geride kaldı. Genel yayın yönetmeni olarak artık "media manager" olmanız gerekiyor. Çünkü para kazanmazsanız, her şeyi bırakın, özgürlüğünüzü kaybedersiniz. Benim profesyonel olmam lazım. Son 3 yıldır, Bild tarihinin en yüksek kárına ulaştı. Bunda benim işadamı gibi çalışmamın da etkisi var..
Siz orada Tanrı mısınız?- Yok, hayır. Müthiş bir ekibim var. Tıpkı benim gibi yayın yönetmenliği yapmış 7 insanla çalışıyorum...
Demokratik bir lider misiniz, yoksa son sözü hep siz mi söylersiniz?- Duvarıma bir poster yapıştırmışlar. "Benim gazetemde herkes benim istediğim her şeyi yapabilir." Durumum biraz bu. Öyle olması gerekiyor. Çünkü sonuçta her şeyin bedelini ödeyen benim. Şu an gazetede olmamam da durumu değiştirmiyor, yapılan bir hatadan sorumlu olan benim. Çünkü patron benim.
Köşe yazarları bizde gündem belirler. Sizde durum ne? - Bild’de de öyle yazarlar var. İkinci sayfamızda Franz Josef Wagner yazar. Almanya’nın en meşhur yayın yönetmenlerinden biriydi. Onun köşesi "border line"dır. Her an başıma çok büyük felaketler açabilecek kadar sınırda yazar demek istiyorum. Ama o kadar müthiş fikirleri var ki, engellemiyorum da. Ama bugün ne yazdı diye hop oturup hop kalkıyorum. İşin kötüsü ona bu köşenin formatını veren de benim.
Nedir format?- Her gün birine mektup yazıyor. Sevgili Cumhurbaşkanı, sevgili Başbakan, Sevgili Michael Schumacher diye başlıyor. Müthiş sarkastik bir dili var. İnanılmaz yaratıcı yazılar yazıyor. Her öğlen yazı işlerinden biriyle bir saat o günün gündemi üzerine konuşuyor ve kime yazacağına karar veriyor. Ben tabii en çok Mickey Mouse’a yazacağını duyunca rahatlıyorum. "Yaşasın mahkemelerle işimiz olmayacak" diyorum. Ama isimli cisimli birine ya da bir siyasetçiye yazıyorsa, işimiz var demektir...
KATIA VE BENKarım Katia Kessler aslında diş doktoru. Ama mesleğini sadece bir gün icra edebilmiş. Dişçiliğin kendisine göre olmadığını anlamış, muayenehaneden kaçmış, gazeteci olmaya karar vermiş. Ben Bild’e yayın yönetmeni olmadan orada çalışıyordu. Birinci sayfada fotoğrafları yer kalan kızlara esprili yazılar yazıyordu. Yazdıkları Almanya’da kült olmuştu artık. Dile çok hakimdir. Var olmayan sözcükler yaratır. Ben uzaktan onu hayranlıkla izliyor, bir taraftan da "Bu kadın deli, ona bulaşmamak gerekir" diyordum. Aynı zamanda bir köşesi de vardı, bir gün benim adımı geçirmiş, ama adımı yanlış yazmış, çok sinirlendim, bilerek mi yaptı onu da bilmiyorum. Bir partide karşılaştık ve kavga etmeye başladık. "Seni affetmem için bana votka ikram etmen gerekir" dedim. Sonra votka içtik, konuştuk, votka içtik, güldük... Votka içtik, aşık olduk. 5 ay gizlilik içinde sürdürdük ilişkimizi. Ama tabii ortaya çıktı. Biz de zaten artık gizlemeye gerek görmüyorduk. Evlendik ve üretime geçtik. 4 yılda üç çocuk yaptık. Hedefimiz 4’tü. Bakalım. Katia çalışmaya devam ediyor, bu zaman zarfında 2 kitap yazdı. İkisi de Almanya’da bestseller oldu. Bazen evden çalışıyor, bazen ofise gidiyor. Bazen de şimdi olduğu gibi seyahat ediyor. Şu anda kendisi New York’ta ama bavulları Hamburg’da. Bild’in yayın yönetmeni olarak benden yardım istiyor ama ne yapacağımı bilmiyorum...