Beni kadınlardan başka kimse yönetemedi şimdiye kadar

Her mesleğin kendine göre avantajları vardır. Benimkinin de var. Ben mesela, olaya röportaj süsü vererek, istediğim hemen herkesle tanışabiliyorum. Böyle bir lüks var mı?

Yok. Resmen o merak ettiğim insanların hayatına sızabiliyorum. Onların hikayesini dinleyebiliyorum. Ezel Akay da, merak ettiğim isimlerden biriydi. Filmleri ilgimi çekiyordu, üstelik adamın o kadar farklı bakan gözleri vardı ki, kayıtsız kalmak imkansızdı. Sezar’ın formülünü uyguladım: Gittim, buldum, konuştum. Eğlenceli, hoş ve çok etkileyici biri...

Siz hayata nerede başladınız?

- Bursa’da.

Hangisi baskın karakter? Anne mi, baba mı?

- Oooooo, dominant olan annem! Babam maçoydu ama biz kesinlikle anaerkil bir aileydik. Babam, banka müdürü, yokluktan gelen bir adam... Annemse, mülti-yetenek bir sanatçı. Konservatuarın üçüncü sınıfına kabul edilen bir müthiş bir soprano. Aynı zamanda maraton koşucusu ve tiyatro oyuncusu. Ama evlilik yüzünden, hayallerini gerçekleştiremiyor, sanat aşkı içinde kalıyor...

Kaç çocuk?

- Üç kardeşiz: Eren, Ender ve Ezel. Az kalsın, Ebed olacakmışım! Allah beni korumuş da, son anda o tuhaf isimden vazgeçmişler.

Babanız hayatta mı?

- Hayır, 15 sene önce öldü. Annem de, tamamen bize döndü. Hani "İlgilenmekten vazgeçse, hepimiz rahat edeceğiz!" noktasına kadar her birimizle ayrı ayrı ilgilendi. Hálá gücü yettiği ölçüde, hayatımıza müdahale eder. Şahanedir.

Kardeşler ne iş yapar?

- İkisi de sanatçı. Annemin genleri... Eren, sosyolojiye girdi, sonra heykel bölümüne kabul edildi, orada devam etti. Ender de sıkı bir müzisyen, Avusturya’da müzik okudu. Benim bütün filmlerimin ses tasarımı yaptı. Aynı zamanda Firuze’nin ve Hacivat ve Karagöz’ün film müziklerini...

Nasıl bir çocukluk sizinki?

- Çalışmaktan çok hayal kuran, her işi son anda yetiştiren, ağzı laf yapan, hikayeler anlatan ve yetenekli olduğu tahmin edilen bir çocuk... İyi bir çocukluk yani. Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdim, Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği’ni kazandım ve İstanbul’a geldim.

EVLİLİĞE İNANMAM

Bir taşralı olarak İstanbul’a kapağı atmak...

- Ben hiçbir şeyi çok abartmam hayatımda. İstanbul’a gelmeyi de abartmadım. Ama Boğaziçi’ndeki bütün kulüplere üye oldum. Seramikten müziğe, spordan tiyatroya kadar... Öyle bir açlığım vardı. Üniversiteye 78’de başladım. Bütün gençlik hareketlerinden arkadaşlarım oldu ama ben hiçbir örgüte üye olmadım...

Neden? Hiçbir yere ait olamayan tiplerden misiniz?

- Tuhaf bir şekilde bütün örgütlenmelerle, doğal bir mesafeye sahibim. Belirgin bir inançla filan da alakam yok. Makine mühendisliği, politik tartışmalar, tüm bunlarda rasyonellik çok ön planda. Zaten ben rasyonel bir dünyada yetiştim. Analitik bir kafa kazandırdı bana bütün bu süreç. Ama benim kafam, mistik bir alanda daha iyi çalışıyor. Rasyonel süreçlerin hepsi bir dil oyunu gerektiriyor. Bir kavramı bileceksin ve anlatabileceksin. Böyle bir formasyonum var ama bunların birçoğu benim için yalan aslında. Ben açıklayamadığımız bir başka alanda, hayal kurma alanında iyiyim...

Bu mu en belirgin özelliğiniz?

- Belki de. Bir de iyi bir aile babasıyım...

Nasıl yani?

- Büyük aile ile yaşamayı severim. Aile derken, karı-koca ve çocuklardan oluşan aileyi kastetmiyorum, yanlış anlaşılmasın, ben evlilik gibi şeylere inanmam. Hayattaki tek aile modeli de, o değildir zaten. Büyük aile benim için arkadaşlarımla, dostlarımla, iş yaptığım insanlarla, şirketimizin çalışanlarıyla, kısacası sevdiklerimle kurduğum dünyadır. Ve o aileyi kollayan, koruyan bir aile babasıyım ben...

SÖZ VERMEYE İNANIRIM


Oyunculuk?

- Boğaziçi’nde okuyuncaya kadar oyunculuk, yönetmenlik, tiyatro hiç aklımda yoktu. Ama tiyatro kulübünde Brecht’i filan öğrendik. Çok hoşuma gitti. Oyunculuk da ilgimi çekti. Beni sahnede görenler, "Bu adamda garip bir şey var ama ne?" dediler ki bu, bir oyuncu için iltifattır. Bir iki profesyonel deneyimim de oldu. Ve sonra sevgilimin peşinden Amerika’ya tiyatro okumaya gittim. Sevgilisinin peşine takılıp, başını belaya sokmak gibi bir gelenek vardır bende. Beni kadınlardan başka kimse yönetemedi şimdiye kadar...

Kapılıp giden bir tipsiniz yani!

- Yooo hayır. Ama ben söz vermeye inanırım. "Seni seviyorum" demek de, benim için söz vermektir. Ben bir kadına "Seni seviyorum" dersem, değişmez, verilmiş bir sözdür, giderim peşinden. O anlamıyla sözüne sadığım. Amerika’da tiyatro mastırı yapmaya başladım. Günde 18 saat filan çalışıyordum. Öğleye kadar aşçılık yapıyordum. Sonra antika halı tamiri yapan bir halıcının dükkanına gidiyordum, sonra da eski eşya tamiri yapan bir marangoza yardım ediyordum. Akşam okula, gece de tiyatroya...

Bünye nasıl dayandı?

- Dayanamadı tabii! Yatağa düştüm. Birlikte aşçılık yaptığımız zenci arkadaşım bana vitaminleri dayadı, "Sen bu ülkede insanlar niye bu kadar vitamin tüketiyor zannediyorsun!" dedi. Haklıymış, üç iş yapanlar, ancak böyle ayakta durabiliyorlar. Bir an geldi, yetti Amerika, sıkıldık ve döndük...

Ve?

- İş aramaya başladım. Ama sen misin arayan, kati suretle bulamıyorum. Bankada müfettiş filan bile olmaya razıyım. Sonunda bir reklam ajansı "Madem Boğaziçili bu çocuk, bir şans verelim" dedi. Ajansın sahibi, eski İstanbul Reklam geleneğinden gelen bir reklamcıydı, kendi reklam filmlerini kendisi yönetirdi. Ondan pek çok şey öğrendim, birçok projesinde yönetmen asistanlığı yaptım. Sonra kendi kanatlarımda uçmaya karar verdim. Tuncay Önder’in yönettiği "Hanımlar sizin için" programına yapım asistanı arıyorlardı, başvurdum, beni işe aldılar. Ama sonra kovdular.

BENİM SETİMDE HER ŞEY OLUR

Neden?

- Makyajcı kıza asıldığım için.

Nasıl yani?

- Zampara bir adam olarak tanımışlığım yoktur ama öyle denk geldi. Zaten Boğaziçili çocuklarla televizyon dünyası arasında kötü bir ilişki vardır.

Kıza aşık mı olmuştunuz?

- Yooo ama tatlı bir ilişkimiz oldu. Ben ne bileyim, setlerde böyle şeylerin yaşanmaması gerektiğini... Hálá "Benim setlerimde böyle şeyler olmaz" diyemem. Tam tersine setler hayatın parçasıdır. Her şey olur. Sonra yakın bir arkadaşımla Yavuz Özkan’ın bir filminde yapım asistanlığı yapalım dedik, oradan da kovulduk.

Bu sefer neden?

- Detayları çok da hatırlamıyorum. İktidar mücadeleleri... Bir arkadaşımızı korumaya çalıştık, başrol oyuncusuyla ilişkisi vardı. "Başrol oyuncusuyla bir asistan nasıl ilişkiye girer? Ancak yönetmen girer" gibi bir şeyden hır çıktı, kovulduk. Sonra işte, ailem saydığım arkadaşlarımla birlikte bir yapım şirketi kurduk. Ben tanıdığım, sevdiğim insanlarla iş yapmayı severim. Ortam domestik olmalı. Oldu. Ve bugünlere geldik. Amerikalıyla Türk arasındaki fark şuymuş: Amerikalı, "bussiness plan" (stratejik plan) yaparmış. Türk ise ihaleye girer alır, ondan sonra ekibini toplar, "Ne yapacağız şimdi?" dermiş. Ama bütün Anadolu kaplanlarının macerası böyle başlamaz mı? Bizde o gelenekteniz, bizimki de böyle başladı. Şu anda da kocaman bir aileyiz. Hacivat ve Karagöz’den sonra yine keyifle alacağımız projelere imza atacağız...

Fahişelikten daha eski bir meslek

Sinema yönetmenliğinin gerçek adı, "hikaye anlatıcılığı"dır. O yüzden, benim filmlerimde, yönetmen ibaresi yoktur, "anlatan Ezop" yazar. Bence biz film milm yönetmiyoruz, biz hikaye anlatıyoruz. Budur yaptığımız iş. Birtakım şeyler talep ediyoruz, kimseye "Şunu, bunu yap" demiyoruz, "Ben bunu istiyorum" diyoruz ve talep ettiğimiz o değişik unsurları bir araya getirip, seyirciye aktarıyoruz. Hikaye anlatılıcılığı, çok önemli bir şeydir, toplumsal olarak ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir. Üstelik fahişelikten daha eski bir meslektir. Bir zaman gelmiş, insanlar bir arada yaşamaya başlamışlar, bir ağacın tepesine yıldırım düşmüş, ortaya bir işaret noktası çıkmış, adamın biri, o yıkık ağacın üstüne çıkmış ve başlamış bir hikaye anlatmaya. Hemen etrafında toplanmışlar ve can kulağı ile onu dinlemeye koyulmuşlar. Sonra da bu onun vazifesi haline gelmiş. Bugün yönetmenlerin yaptığı da bence bundan hiç farklı değil...
Yazarın Tüm Yazıları