Anlayışla karşılıyorum...
Çünkü aynı manyaklık bende de var...
Bayılırım çadırlara...
Kamp kurmaya...
NİŞANTAŞI’NIN GÖBEĞİNDE BEN SANA NEREDE ÇADIR KURAYIMNe var ki, şehrin göbeğinde Nişantaşı’nda bir apartman dairesinin içindeyiz!
“Dubai’deki evin bahçesinde olsak tamam ama burada ben sana nerede çadır kurayım?” diyorum.
Duyuyor mu?
Hayır!
Dinliyor mu?
Hayır!
O, kırmızı çadırı kurmanın ve geceyi onun içinde birlikte geçirmenin derdinde...
“Halının üzerine kurarız” diyor, “Lütfen” diyor, “Çok istiyorum” diyor...
Kendimi o halının üzerinde ve minicik kırmızı çadırın içinde bütün gece hayal bile edemiyorum.
Acilen bir formül bulmam, onu ikna etmem gerekiyor.
İyi ne de?
Birden... Allah da yardım ediyor... Dahiyane bir fikir geliyor aklıma...
“Tamam” diyorum, “Tamam, madem öyle istiyorsuuun... İşte buraya kuracağııız ...”
Ve kendi iki kişilik yatağımı gösteriyorum...
PEKİ GEL BİZİM YATAĞIN ÜZERİNE KURALIM“Nasıl yani?! Anne ve babanın yatağının üzerine mi!” diyor.
“Evet” diyorum, “Çadır çadırdır, nereye kurduğunun ne önemi var? Hem sırtımız da ağrımaz... Getir malzemeleri kuralım...”
Minik bir çadır olduğu için, iki kişilik yatağımızın üzerine cuk oturuyor.
Acayip de güzel oluyor.
Ve biz, anne- kız o gece, yatağın üzerindeki kırmızı çadırın içine giriyoruz...
Bizimki, çadıra el fenerini, termosunu filan alıyor.
Yağmurluk da almak istiyor, hevesini kıramıyorum, “Hadi al” diyorum. Anlayacağınız, bütün ‘out door’ şartlarını tamamlıyor! Bir ara, “Keşke baba da seyahatte olmasaydı” diyor... Sadece gülümsüyorum.
Baba, nah girerdi bu çadıra!
ANLATSANA BABAYLA NASIL TANIŞMIŞTINIZEl feneriyle kitap okuyoruz...
Termostan su içiyoruz... Uyumaya yakın, “Hadi anlatsana babayla nasıl tanışmıştın?” diyor...
Artık masal yerine, gerçek hikayeler dinlemeyi seviyor...
Kendinden geçer gibi olduğunda, çenemin altına bir yere kafasını sokuyor, 5.5 yaşında ama hâlâ bebek gibi kokuyor ve uykuya dalıyor.
Biraz bekliyorum, biraz daha, biraz daha...
Tam “Uyudu” diye nefes almak için doğrulup, şehrin göbeğinde iki kişilik anne-baba yatağının üzerine kurduğumuz kırmızı çadırın fermuarını açmaya çalıştığımda...
“Anneee?” deyiveriyor, “N’apıyorsun?”
Suçüstü yakalanıyorum!
“Tüymeye çalışıyorum” diyemiyorum tabii, “Hiiiiç buradayım” diyorum.
“Hadi gel” diye beni geri çekiyor ve sımsıkı sarılıyor...
Ki iyice nefessiz kalayım..!
GAZETECİ Mİ DEDİNİZ YANILIYORSUNUZ !O çadırın içinde kızımla sarmaş dolaş yatarken, yukarıya minnetle bakıyorum...
Teşekkür ediyorum. Şükrediyorum.
İnsanlar beni gazeteci zannediyor...
Ama size gerçeği söyleyeyim mi?
Ben önce sevgilimin sevgilisi ve kızımın maymunuyum!
Alyanoy’u da yok ederlerse, sıra Hasankeyf’e gelecekTrakya Üniversitesi yardımcı doçentlerindensiniz. Ve Alyanoy’da kazı yapan ekibin liderisiniz. Olan biteni baştan sona, bir de sizden dinleyelim...- 98’de Bergama Müzesi Müdürü olarak atandım ve kucağımda Yortanlı Baraj projesi duruyordu. Biliyorsunuz, Yortanlı Barajı, 1800 yıl önceden kalma bu
antik sağlık merkezinin bulunduğu ovaya yapılmak istenen ikiz barajdan biri. Yapıldığı takdirde, bütün o kültür mirası sular altında kalacak. Bu baraj projesi gündemde olmasına rağmen bize Alyanoy’da kazı yapma izni verdiler. 98’in mayısında buğday başaklarıyla kaplıydı, hiçbir şey görünmüyordu, bir şu Roma ılıcası ve köprü vardı, onun dışında hiçbir şey yoktu. Ve biz başladık. 2000 yılında, zannettiğimizden çok büyük bir kültür hazinesiyle karşılaştık. Sponsor bulduk: Philip Morris ve Sabancı. Bakanlık da, her yıl temsilci gönderdi...
Başlangıçta Kültür ve Turizm Bakanlığı destek oldu yani...
- Tabii, tabii ama sadece 8 yıl sürdü. Sekiz yılda, Alyanoy’un yüzde 20’si ortaya çıktı. 400 tane metal tıp aleti bulundu. Dünyada en fazla cerrahi aletin bulunduğu yerin Alyanoy olduğu saptandı. Düşünün, Pompei’den daha fazla. Ve Alyanoy’daki cerrahi aletler üzerine bir doktora tezi yapıldı ve pek çok kitap yazıldı.
Peki o çıkarılan eserler nerede?- Hepsi Bergama müzesinin envanterine kaydedildi. Bir sürü alet edevat ve 10 bin tane sikke. Sayın Çevre ve Orman Bakanımız diyor ki, “Orada çok bir şey yok, bir tek esin perisi var!” Çok yanılıyor. Zaten sayın Bakan, pek çok konuda yanılıyor, bir kere o esin perisi değil, göbeğinde istiridye kabuğu olan bir su perisi...
Bakan aynı zamanda “Orası Alyanoy değil!” diyor...- Orasının Alyanoy olduğunu bize Alman kazı ekibinden Helmut Müller müjdeledi. Bakanın ondan ve literatürden daha fazla bilmesine imkan yok. Biz de kazı yaparken bilmiyorduk. 98 yılında Müller, Aristides’in ‘Kutsal Masallar’ kitabında geçen Alyanoy’un burası olduğu söyledi. Zaten sonra da kanıtlandı, bu konuda kitaplar yazıldı. Aynı zamanda Galenos’un da gelip burada cerrahi müdahaleler yaptığını biliyoruz. Dolayısıyla, çok önemli bir antik hastane, tıp bilimcilerin ve farmakologların da sahip çıkması gerekiyor.
Burası sizin için ne ifade ediyor?- Benim için mi? İkinci çocuğum. 2005 yılına kadar devlet, ekonomik destek sağladı, 2006’da bıraktı. Ama biz yılmadık, devam ettik, o kadar önemli yani. Dört yıldır kazı izni verilmiyor. Zeugma’da bile son haftaya kadar kazı yapıldı. Burada ise dört yıl boşu boşuna bekletildi. İnsan üzülüyor, kahroluyor. Dahası, bütün bu eserlerin su altında kalacak olması daha da kahredici. Resmen katliam ve insanlık suçu...
Sizce sorun ne burada?- Hükümet, “İki tane gavur taşı için bizi uğraştırma” dedi. Ama sadece bu hükümeti suçlamak doğru değil, Türkiye’nin genelinde böyle bir bilinçsizlik var. O zaman, bizim tarihi zenginliklerimizi yağmalayıp kendi ülkelerine götürenlere kızmayalım, en azından kıymetini biliyorlar! Ya biz ne yapıyoruz? Suya gömüyoruz! Türkiye’de yatırım projeleri olmadan önce yüzey araştırılmalarının yapılması gerekiyor. Ondan sonra, baraj projeleri hayata geçsin. Buradaysa, detaylı bir inceleme yapılmadan, barajın gövdesinin temelleri atılmış.
Yöre halkı ne diyor?- İkiye bölünmüş durumda, yarısı kültür varlıklarını korunmasını istiyor, yarısı da baraj yapılsın diyor. Ama onlar açısında normal, onlar yetiştirecekleri domateslerini düşünüyor, gerçi, “Burası sular altına kalınca bizi nereye taşıyacaklar” diye sorgulayan köylüler de var.
Siz de davalar açtınız...- Tabii açmaz mıyız? 12 dava açıldı. Hepsini de kazandık. Türkiye’de belki de kültür varlıklarının korunmasıyla ilgili en iyi örgütlenme yaşandı. Fakat trajikomikti durumumuz, dava açıyorsunuz, Koruma Kurulu’nun kararını iptal ettiriyorsunuz, “Kil yerine kumla kapatılsın” diye kelime oyunu yapıyorlar. Hukukun arkasından dolanmayı tam anlamıyla biz bu vakada yaşadık...
Ama sayın bakan, suyun altında korunacağını söylüyor...
- Dünyanın hiçbir yerinde su altında korunmuş bir kültür varlığı yok. Sayın bakan bir örnek gösterebilirse, ben bu mesleği bırakacağım. Bugün Keban’a gidin, Zeugma’ya gidin. Tatlı su altında kültür varlıkları yok oluyor. Onlar da yok oldu. Ayrıca Alyanoy, bir mihenk taşıdır, bu kadar mücadeleden sonra onlar kazanırlarsa... Burası yok olursa... Sıra diğer tarihi zenginliklere gelecek... Hasankeyf mesela...
Bitmediii... Gelecek haftayı bekleyin... Bu sayfada sizi çok orijinal bir adamla, bir doğa savaşçısıyla tanıştıracağım...İyi bir taklit kötü bir yaratıcılıktan daha mı iyidirDün Demet, yazdığı bir nota bakmak için çantasından Ece Ajandası’nı çıkarttı. Yeni çıkarttıkları ajandalar, Moleskine’lerin neredeyse aynısı. Hepimiz de Moleskine not defterine bayılırız. Gelmiş geçmiş bütün Avrupalı yazarların, ressamların, entelektüellerin kullandığı defter.
Tıpkısının aynısı.
Ben sevdim ve “İyi bir taklit, kötü yaratıcıktan iyidir” dedim.
Ama sonra, “Gerçi taklit dediğimiz şey de, yaratıcılığın önündeki en büyük engel...” dedim.
Size tuhaf gelebilir ama ben iki görüşü de uzun uzuuuun savunabilirim.
Konuştuk, konuştuk ama işin içinden çıkamadık.
Siz ne dersiniz?
İyi bir taklit, kötü bir yaratıcılıktan iyi midir?