Paylaş
Pek çoğunu solluyor, o listede 14. sıraya oturuyor…
İnsan haliyle, kim bu Nazan Eckes oluyor.
O bir Türkalman…
Çünkü ne Türk ne Alman…
(Ya da hem Alman hem Türk.)
Tamam daha çok Alman ama temeli Türk.
En iyisi Afroamerican gibi, Türkalman demek…
Nazan Eckes, Almanya’ya çalışmaya giden birinci kuşaktan bir işçinin kızı.
Ve hatırı sayılır bir başarı öyküsü…
Almanya’da çok sevilen, çok aranan bir televizyon sunucusu.
RTL’in ağır toplarından, 10 yıldır orada çalışıyor.
Cumartesi geceleri ‘Let’s Dance’ (bizim ‘Yok Böyle Dans’ın benzeri) bir yarışma sunuyor.
Almanların ekranda en çok görmek istediği isimler arasında ön sıralarda.
Bir sürü markanın reklam yüzü.
İlk eşi Claus Eckes, Almanya’nın en tanınmış reklamcılarından biri. Nazan, ‘Eckes’ soyadıyla tanındığı için kullanmaya devam ediyor.
Şu anda ise ressam Julian Kohl ile birlikte…
Düsseldorf, Köln ve Viyana arasında mekik dokuyor.
Ben neden röportaj yapıyorum?
Kitabı ‘Guten Morgen Abendland’ (Günaydın Batı) bestseller oldu. Entegre olmayı gerçekleştirmiş bir Türk ailesinin hikâyesi, ürünü Nazan Eckes.
Yakında Türkçeye çevrilir.
Zaten Nazan, Türk kanallarına da iş yapmak istiyor; eğlenceli, dinamik ve sıra dışı buluyor.
Bir de çok sevdim.
Nefes kesen bir güzelliği var o ayrı ama aynı zamanda çok gerçek, çok enerjik ve çok kendi gibi… Rol kesmiyor konuşurken, ‘ben çok önemli biriyim’ yapmıyor, bir de üşengeç değil, bu fotoğraflar için atladı İstanbul’a, Point Otel’e geldi…
Cem Talu orada çekti.
Güle oynaya bir çekim gerçekleşti.
Bild sizi, ‘Almanya tarihinin en etkin 50 kadınından biri’ seçti. Romy Schneider’i, Prusya Kraliçesi’ni filan geride bıraktınız, 14. oldunuz. İnsan tabii merak ediyor, Nazan Eckes kimdir, neyin nesidir? Öncelikle, siz Türk müsünüz, Alman mı?
- Sadece Türk değilim ama sadece Alman da değilim. İki kültürden yeni bir şey doğdu. Ben işte ona aitim. Hem Türklüğü hem Almanlığı içimde taşıyorum. Ama tabii Almanya’da doğdum, Alman okullarına gittim, Türkçeyi biraz kırık konuşuyorum, okumakta zorluk çekiyorum. Birinci dilim Almanca, Almanca düşünüyorum…
Hiç fena değil Türkçeniz! Kendinizi gayet iyi ifade ediyorsunuz. Anne- baba ne zaman göç ediyor Almanya’ya…
- 60’lı yıllarda. Ver elini Köln. Babam, 20’li yaşında Eskişehir’den gidiyor, Bayer’de işçi olarak çalışmaya başlıyor, kimya teknisyeni. Fakat açık fikirli bir adam, aynı dönemde gelen 120 işçinin arasında bir tek babam hemen Almanca öğreniyor. Cebinden paralar ödeyip kurslara gidiyor. Almanya’da başka türlü gelişemeyeceğini anlıyor çünkü...
Anneniz?
- Onlar ayrılmaz ikili! Gülsen ve Necmettin. Babam, anneme defter- kitap alıyor, evde Almanca öğrensin diye, o da öğreniyor. Babam kadar mükemmel konuşamasa da, yine de iyidir Almancası.
Sizin evde nece konuşuluyordu? Almanca mı Türkçe mi?
- Türkçe. Aksi takdirde ne ben ne de kardeşlerim asla Türkçe öğrenemezdik.
Kaç kardeşsiniz?
- Üç. Ben en büyüğüyüm, kız kardeşim Belgin ve şu anda Avustralya’yı gezmekten olan -okulunu bitirdi, kendine iki ay izin verdi- erkek kardeşim Cüneyt.
Nasıl bir çocukluk hatırlıyorsunuz?
- Çok varlıklı değildik ama sürünmüyorduk da. Annem ve babam uyumlu bir çifttir, hem kendi aralarında hem de etraflarıyla. Almanya’ya da uyum sağladılar, bizim de sağlamamız için uğraştılar. Biz, diğer çocuklar gibiydik, modern giyinen, okul gezilerine giden, Almancayı aksansız konuşan…
En çok kimin bunda rolü var, anne-baba?
- İkisi de. Ama babamın en çok sevdiğim tarafı, çocuk büyütme işini sadece anneme bırakmamış olması. Bizimle yemeklere çıkardı, hayvanat bahçesine giderdik, sirke giderdik, saatlerce gezerdik, babam kardeşimle benim saçımızı tarardı, fön çekerdi, tokalarımızı takardı. Gerçekten çok ilgilenirdi. Şimdi düşünüyorum da, bir Türk erkeği için fazlasıyla açık fikirli. Babamla hep çok gurur duydum. Kendi çabasıyla bir yerlere ulaştığı için, Almanya’yı düşman olarak görmediği için... Bize de bunları öğretti, “Eğer benim gibi işçi olmak istemiyorsanız kendinizi geliştirin” dedi…
Hayatınızda babanızın rolü çok önemli demek.
- Hem de nasıl! Ama annemin de var. O da bizi sosyal açıdan çok geliştirdi. Bizim ailede, “Sadece Türklerle görüşeceksiniz!” diye bir şey yoktu. Arkadaşlarımızın çoğu Almandı. Ama onlar için arkadaş, arkadaştı, milliyetin bir önemi yoktu. Onları eve davet ederdik, annem partiler organize ederdi, pastalar, börekler, çörekler yapardı. Arkadaşlarımız da bayılırdı bize gelmeye. Babam da kendimize güveni pompaladı. “Güçlü olun, kendinize güvenin, kimseye muhtaç olmayın, kendi paranızı kendiniz kazanın!” Sosyal faaliyetler, insanlara açık davranma, değişik kültürlerden korkmama… Bunlarıysa annemden öğrendim. İkisi de insanın arkadaş olmak isteyeceği tiplerdir, tanısanız çok seversiniz.
ASLA EV KADINI OLAMAZDIM
Anneniz hiç çalışmadı mı?
- Modernler, açıklar, ama birinci jenerasyonlar… Kendi içinde çelişkileri var. Neyin ne olduğunu onlar da pek bilememişler, bocalamışlar. Babam, annemin çalışmasını istememiş. Evet, bir taraftan konservatif bir şey, bana biri, “Çalışmayacaksın, ev kadını olacaksın!” dese kudururum. Kabul etmem. Ama annemin evde olup, bizimle bu kadar ilgilenmesi de bizim için iyi oldu. Yine de bazen düşünüyorum, keşke o da çalışabilseydi, kendisi değişik bir şekilde ifade etme şansını elde edebilseydi…
Türklük, sizde ne kadar altı çizilen bir şeydi?
- Almanya’da yaşayan bir işçi ailenin çocuğu olarak gün geliyor şunu fark ediyorsun: Alman gibi Almanca konuşuyorsun, Alman okullarına gidiyorsun, Alman arkadaşların var ama Alman değilsin. İtalyan, İspanyol, Fransız da değilsin, oralardan olmak iyi bir şey, yüzleri ışıldıyor, “Aaa öyle mi?” yapıyorlar, ama “Türküm” deyince yüzlerinden gölge geçiyor. Bu noktada yine babam devreye giriyor. O, öyle bir şey yaptı ki, ben hayatım boyunca Türküm demeye hiç çekinmedim. Her zaman kendime güvendim, insanlara Türkiye’yi anlattım, bayramda evimize çağırdım. Beni televizyondan tanıyanlar, “Nazan Eckes mi? O çoktan Almanlaşmış gitmiş!” der. Bir de beni ailemle birlikte görseler, ne kadar Türk olduğuma inanamazlar!
TÜRKİYE’DEN TEKLİF GELSE, DENEMEK İSTERİM
Türkiye geldiğinizde neleri yadırgıyorsunuz?
- Almanya’da insana saygı diye bir şey var. Hastanede, doktorda… İkinci sınıf muamele görmüyorsunuz. Türkiye’de ise, paran varsa iyi, herkes size süper davranıyor, yoksa yandın!
Çok aşıksınız, ama “Evinin kadını olacaksın Nazan!” diyor adam. Kıskanıyor, hayatınızı kısıtlıyor. Böyle maço biriyle birlikte olabilir misiniz?
- Asla! Ya o beni boğar ya ben onu…
Türk televizyonlarını izleme şansınız oluyor mu?
- Yeni yeni izlemeye başladım. Alman televizyonundan çok farklı, mesela şovlar deli dolu. Almanların disiplini yok ama bu durum çok hoşuma gidiyor. Almanya’da en fazla bir buçuk saat sürer, Türkiye’de üç saat devam ediyor. Diziler de öyle, çok renkli. Başka bir duygu var Türk kanallarında…
Türkiye’den teklif gelse, çalışmak ister misiniz?
- Neden olmasın, burayı da keşfetmek isterim…
‘Dance With Me’yi sunuyorsunuz, siz de dans ediyor musunuz ekranda?
- Bir ara yapmıştım, eğlenceliydi…
TÜRKİYE’YE GELDİĞİMDE EN SEVDİĞİM ŞEY YEMEK YEMEK
Türkçe şarkılar dinler misiniz?
- Çok az. Ama bilmediğimden, takip etmeye de vaktim yok. Annem, Göksel’in bir CD’sini getirmiş. Eskiden Athena’yı severdim sonra Mor ve Ötesi dinledim ama şimdi popüler ne var bilmiyorum…
Siz sokağa çıktığınızda imza istiyorlar mı?
- Gittiğim yere bağlı. Havaalanlarında hemen tanıyorlar. Çoğunlukla imzalı kart istiyorlar. Ama alışverişe filan giderken şapka takıyorum tanınmamak için, o zaman rahat oluyor.
Türkiye’ye iner inmez ne yapmaktan hoşlanırsınız?
- Yemek yemekten...
Hangi yemekleri seversiniz?
- Sarma, dolma, köfte, balık…
HİÇ TÜRK SEVGİLİM OLMADI
Hangi özellikleriniz Türk, hangi özellikleriniz Alman?
- Disiplinli bir tipim, randevuma asla geç kalmam, işten kolay kolay kopamam. Bunlar, Alman taraflarım. Gülmeyi severim, hayatı severim, her şeyi çok ciddiye almam, bunlar da Türk taraflarım. Canlıyım, enerjiyim, doğalım… Zaten bu özelliklerim sevildi. Almanlardan çok, Türkleri tanımlayan özellikler bunlar.
Ha peki bu başarıda, aklınızın yüzdesi kaç, güzelliğinizin kaç?
- Yarı yarıyadır. Güzellik size kapı açabilir, değişik şanslar tanıyabilir. Ama bu kapıdan geçtikten sonra, “Ee hadi göster bakalım kendini” gibi bir durum oluyor. 10 senedir bu mesleği yapıyorum, özellikle de son 4-5 senede bayağı büyük bir başarı elde ettim. Eğer hırslı, disiplinli biri olmasaydım, kafam da çalışmasaydı, güzellikle hiçbir şey olmazdı. Bir de tabii ciddiye alınmak istiyorsanız benim sektörümde uymanız gereken kurallar var…
Nedir onlar?
- Benim bikinili fotoğraflarım filan yok. O şekilde de bir kariyer yapabilirsiniz ama herkes sizi bir gün konuşur, ondan sonra unutulup gidersiniz. Bu konularda dikkatliyim.
Almanlar sizin en çok neyinize bayılıyorlar?
- Saçlarımı beğendikleri kesin, onlara egzotik geliyor. İki senedir Pantene’in yüzüyüm. Ama sanırım en çok doğallığımı seviyorlar, cumartesi akşamları ‘Gala Şov’u sunuyorum, dekolte bir kıyafetle görüyorlar beni, ama aynı zamanda Paris Dakar’a katılıyorum, üstüm başım toz, makyajsız kamera karşına çıkıyorum.
Çok da seksi buluyorlar sizi…
- Mesleğin getirdiği bir şey. Şova seksi kıyafetlerle çıkmam gerekiyor. Bundan kompleks filan da duymuyorum, seksi denmesini bir iltifat olarak algılıyorum, ama çok da ciddiye almıyorum.
Çevrenizde daha çok Alman mı Türk mü var?
- Daha çok Alman ama en samimi arkadaşlarımın çoğu Türk.
Medyada zorlandınız mı? Alman medyasında da insanların gözünü oyarlar mı? Rekabet acımasız mıdır?
- Olmaz mı? Her an kendinizi geliştirmeniz gerekiyor, “Aman bir yerlere ulaştım, bir az keyif yapayım” diye bir durum yok, sonsuza kadar çalışacaksın. Yoksa güm! Stresli, insan ruhunu yıpratan bir şey. Fakat yaptığım işi çok da seviyorum. 10 sene geçti ama insanlar hâlâ benden bıkmadı, çok şükür!
Neden ilk eşinizin soyadını kullanıyorsunuz?
- Çünkü Nazan Üngör’den daha kolay geliyor Almanlara. Bir de öyle tanındım. Eski kocamın bir itirazı yok. Ayrıldım ama iyi anlaşıyoruz, hâlâ kontağımız var…
Türk sevgiliniz oldu mu?
- Olmadı.
Eski eşinizle hiç Türkiye’ye geldiniz mi?
- Yedi sene evli kaldık, bir kere geldik. Benim ex kocayı en iyisi fazla konuşmayalım.
Neden?
- Avusturyalı sevgilimle ilişkimiz çok ciddi, okumasını istemiyorum, belki kırılır.
A bakın bunu ancak bir Türk söyler! Bir Alman böyle hassasiyet göstermez. N’olacak ki onun da hayatında biri yok muydu…
- Vardı. Ama ben ileriye bakan biriyim, ne geçmişi fazla düşünüyorum ne de üzerine fazla konuşmak istiyorum.
Bu sevgiliyle evlenmeyi düşünüyor musunuz?
- Evet, ama bakalım teklif edecek mi?
Size, “Evladım bu adamla evlen, öyle birlikte yaşama” filan diyen yok mu, ya da “Hadi artık çocuk yap, zamanı geldi…”
- Beni bir tek ailem ilgilendirir. Onlar beni ben olarak kabul ettikten sonra sorun yok. Ben ne yaptıysam kendim yaptım şu hayatta. O yüzden kimin hakkı olabilir ki benim hayatım üzerine bana ukalalık etmeye?
MESUT ÖZİL POLİTİKACILARIN YAPAMADIĞINI YAPTI
Mesut Özil sizin için ne ifade ediyor?
- Politikanın yapamadığı şeylerden birini yaptı, insanları birleştirdi. Türkler ve Almanlar bir olduk. Müthiş bir şey…
Türklere gol atması peki…
- Ona tapmamız alkışlamamız gerekirken, yuh çekilmesine çok kırıldım ve hatta biraz utandım.
Almanya’da yaşayan aklınıza ilk gelen başarılı Türk’ü söyleyin…
- Özgül Özkan. 2010’de çok gündemdeydi, Almanya’nın ilk Türk bakanı. Tanıştım. Röportaj da yaptım. Olağanüstü biri. Rol model işte o. Almanya’da okumuş, politikaya girmiş, dört dörtlük modern bir Türk kadın…
Kitabınız Türkçeye çevrilecek mi?
- Bilmem, umarım. Burada satışlar devam ediyor. Okuma turlarına çıkıyorum.
Sizce neden bu kadar tuttu bu kitap?
- Almanlar, yıllardır burada Türklere birlikte değil, yan yana yaşıyorlar. Birbirlerini tanımayarak. Bense bu kitapta bir Türk ailesinin hikayesini anlatıyorum. Oturma odamıza davet ediyorum, “Bakın biz böyle yaşıyoruz, bu yemekleri yiyoruz, bu bayramları kutluyoruz, şunları konuşuyoruz…” diyorum. Belki de bunu sevdiler, oturma odasına alınmayı...
NAZAN ECKES NASIL BAŞARDI?
Siz nasıl yırttınız? Tesadüf? Şans? Hırs? Hangi motivasyonla bu başarıyı gerçekleştirdiniz?
- Ailem birinci jenerasyona ait olmasına rağmen Türklerle çevrili fasit dairenin içinde kalmadı. Türk bakkalı, Türk camisi, kısacası Türkiye’nin kopyalanmış hayatını yaşamadı. Birinci avantajım bu. İkincisi, Alman okuluna gittiğim için, Türk kadınının aşırı baskı altında olduğunu çok erken fark ettim. Çoğunun meslek sahibi olmadığını, sosyal hayata katılamadığını… Bunlar gözümün açılmasına sebep oldu. Bir tarafta, hayatı çocuk bakmakla, ev süpürmekle, yemek pişirmekle geçen Türk kadınını görüyordum, öbür tarafta da okuldaki Alman kadın öğretmenlerimi… “Bütün Türkler işçi oluyorsa, ben olmak istemiyorum” dedim, tabii yanı başımda babamın sesi vardı, “Fabrikada çalışmak istemiyorsan, oku, başarılı ol, eğitim al…” Aldım.
Sorgulayan bir çocuk muydunuz?
- Hem de nasıl! “Yok kızım, bu böyle gelmiş, böyle gidecek!” mi dediler bana. “Neden?” derdim, “Neden yapamazmışım? Neden gidemezmişim!” Annemle babamı deli ederdim sorularımla. O yüzden hep söylüyorum, onlar beni yetiştirdi ama ben de onları yetiştirdim.
Türkiye’ye hangi sıklıkta gelirdiniz?
- Her yaz. Bütün hayatımız Türkiye’de geçireceğimiz o altı haftaya endeksliydi. Bütün sülale için, “Egzotik Üngörler”dik. “Bizim Alamancılar yine geldiler!”
ANNEM ‘NOEL’İ KUTLAYAMAZSINIZ’ DEDİĞİNDE ANLAYAMADIK
Almanya’da büyürken her şey toz pembe miydi?
- Tabii ki hayır. Mesela Noel... Küçük çocuğuz. Annem bir gün, “Noel Baba diye biri yok. Zaten dinimizde de yok. Noel’i kutlamayı unutun!” dedi. Şok! Perişan olduk. Nasıl olur? Herkes, bütün arkadaşlarım Noel’i kutlayacak ben kutlamayacağım, “Noel hediyen neydi?” diye soracaklar. Cevap veremeyeceksin. Öyle acı ki! Bir anda bir başka gerçeği fark ediyorsun: Onlardan farklı olmak istemiyorsun, ama farklısın. Onlarla eşit olmak istiyorsun ama değilsin…
Ne oldu sizinkilerin muazzam uyum kabiliyetlerine…
- Almanya’daki Türk ailelerinin bir korkusu var: Çocukları ya kendi kültürlerini unuturlarsa? Bizimkilerin de zaman zaman kafası karışmış, ne yapacaklarını bilemez olmuşlar. “Neyi öğretip, neyi öğretmememiz gerektiğini bilmiyorduk” diye itiraf da ediyorlar zaten. Ona bakarsanız, bizi Kur’an kursuna da yolladılar…
Nasıl yani?
- Bir tanıdığımız vardı, Mesude Teyze. Tatlı bir dindardı. Ona gönderdiler bir süre. Ben sekiz, kardeşim altıydı. Az buçuk bir şeyler öğrendik ama konsantre olamadık, devamı gelmedi.
Nasıl oldu? Almanlar mı sizi aralarına aldılar, siz mi girdiniz?
- Ben, ben girdim. Farklı olduğumu kabullenmek istemedim. Tamam kültürüm, evde konuşulan dil farklı ama bunların benim hayatımda bir sorun yaratmasına izin vermedim. Ana okulundan beri bütün çevrem Almandı, zaten onlarla büyümüştüm, uyum sağlamam zor olmadı. Ha evet, teanager’ken biraz problem yaşadım, ama herkesin başına gelenlerden... Bu arada ben özel bir örnek değilim, ben RTL’de çalıştığım ve medyanın göbeğinde olduğum için devamlı gündemdeyim ama benim etrafımda benim gibi tamamen Almanya’ya uyumlu, bir sürü avukat, tasarımcı vesaire Türk arkadaşım var. Gündemde onlara yer yok ama birilerini öldüren, Almanca öğrenmeyi reddeden, kızını döven Türkler hep manşette. Ama gerçek şu; Almanya’daki Türkler, aslında medyanın göstermeye çalıştığı kadar geri kafalı değil…
Üçüncü jenerasyonda daha mı az problem var? Almanya’ya en fazla entegre olan üçüncü jenerasyon mu?
- Yok, maalesef öyle değil. Üçüncü jenerasyon bugün 16-17 yaşında olan gençler. Çoğu, eğitim ve meslek açısından kendi geliştirmemiş durumda, sosyal açıdan da problemliler. O gençlere bir şekilde ulaşmak gerekiyor…
Siz peki kendinizi hiç iki arada bir derede kalmış hissetmediniz mi?
- Hissetmez olur muyum? 19 yaşlarında, “İlle de Türk olmak istiyorum” diye bir şeyler başladı bende, hatta Türkiye’ye dönmeye niyetlendim. İki ay kaldım, sonra vazgeçtim. Okulumu bitirdikten sonra da medyaya girdim ve hep devam ettim. Çalışmaktan sorgulamaya vaktim olmadı, bugünlere geldim.
Paylaş