Ayşe'nin Gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Hırsızla pazarlık yapan işadamı

Demek ki, ben önemsiz biriyim.

Demek ki, yeteri kadar ünlü değilim.

Demek ki, pazarlık yapmaya bile değmezim.

Beni kimse ciddiye almıyor.

‘‘Dur şunu bir arayayım, ne vaziyetlerde’’ demiyor.

*

Bakın aylar oldu.

‘‘Balkondan Gelen Hırsız’’ım bir daha beni ne aradı ne sordu.

Alındım tabii.

Oysa, ben yatak odasında çok da giyinik olmayan bir vaziyette, iki seksen yatarken, beyefendi balkonumdan eve girmiş, hiç utanmadan çamurlu ayakkabılarıyla halıfleksimi kirletmiş, pasaportumu ve kredi kartlarımı cebe indirmiş, sonra da (e kolay değil tabii üç kat tırmanmak!) soluklanmak için, salonumda iki adet sigara içmiş ve tekrar balkon demirlerinden o gece karanlığında çekip gitmişti.

Bir not bile bırakmadan!

‘‘Ararım tamam mı? Bekle beni’’ yazmadan.

Kırıldım tabii.

*

Açıkçası aranmayı bekliyordum.

Adresim belli.

İsmim belli.

İyi kötü bir işim var.

N'olur yani, çevir telefonu, de ki:

‘‘Elimde şahsınıza ait iki adet pasaport bulunmakta hanımefendi. Biri Alman, biri Türk. Şimdi zor olur biliyor musunuz bunları tekrar çıkartmanız. Gelin uğraştırmayalım, biz sizinle uzlaşalım’’.

Ama söylüyorum beni kimse ciddiye almıyor diye.

Arayan soran olmadı.

Ben n'aptım?

Karakollar, marakollar, kapıdan değil, yine balkondan girenler, bu sefer polisler, ‘‘Ee çok kolaymış buraya girmek’’ demeler, çay ikram etmeler, Dolapdere hırsızlarının maceralarına kulak vermeler, tekrar pasaport çıkarmak için çırpınıp didinmeler, bir de elalemden ‘‘Herşeyini ortada bırakıyorsun’’ diye azar işitmeler.

Meşakkatli iş tabii.

*

Oysa şimdi sözünü edeceğim kişi ‘‘ünlü bir işadamı’’.

O ‘‘Pencereden Giren Hırsızı’’yla küt diye uzlaştı.

Çünkü hırsızı onu aradı.

Bu durum da takdir edersiniz ki...

Beni kıskançlıktan çatlattı.

*

Neden ‘‘ünlü işadamları’’ isimlerinin yazılmasını istemezler?

Ben nereden bileyim.

Ama adama söz verdim, adını nasıl söyleyeyim?

Peki ‘‘Pencereden Giren Hırsız’’ nasıl oluyor da, arabanın arka camını kırıp evrak çantasını çaldığı kişinin ‘‘ünlü bir işadamı’’ olduğunu anlıyor: Zahir soyadından! Bu cümleyi niye yazdım biliyor musunuz? Söz konusu kişinin pekçok insanın tanıdığı biri olduğunu güya çaktırmadan size hissettirmek, olaya ‘‘Yapma ya! Onun pasaportunu mu çalmışlar’’ heyecanı katmak için. Çünkü ismini yazsam, yani eminim daha bir keyifle okuyacaksınız. Bu konuyu kapatalım, tamam mı? Ben yazmak istiyorum ama elimden gelmiyor, bir dolu şey beni engelliyor. Beni daha fazla zorlamayın, sorumluluk almam, yazıveririm vallahi.

*

Olay nezih bir semtte geçiyor.

Bu ‘‘ünlü işadamı’’ jipini kaldırıma park ediyor.

Bir arkadaşına gidiyor.

Saat öğleden sonra 4.

Yarım saat geçiyor, geçmiyor, arabasının alarmı itfaiye sireni gibi ötemeye başlıyor.

Bir de ne görsün.

Arka cam tuzla buz olmuş.

Yani düşünün, gündüz vakti, Etiler'in göbeği...

Ama evrak çantasının yerinde yeller esiyor.

*

Evrak çantasında neler mi var?

Aşağı yukarı sizin evrak çantanızda neler olması gerekiyorsa onlar...

Ama bu kişi ‘‘ünlü bir işadamı’’ ya, olması gerekenden fazla miktarda para, çek defterleri, evraklar var. Bir de tabii kendisinin ve eşinin pasaportu. Adamcağız küçük çapta bir şok geçiriyor. Çünkü bir önceki pasaportu ve ondan önceki de yürütülmüş! Üçüncü pasaportu nasıl çıkaracağını, bunun kendisine nasıl zaman kaybı yaratacağını düşünüp, kahroluyor.

Ama elinden bir şey gelmiyor.

Karakola gidiyor.

Başına gelenleri anlatıyor.

Ah vah'ları dinliyor.

Bir de tavsiye alıyor:

- Civardaki çöp kutularına bakın!

Bir iş çıkmayacağını anlıyor ve ofisine dönüyor.

Bankaları aratıyor.

Çekleri iptal ettiriyor.

O arada ne mi oluyor?

*

Tahmin edin. Evet, evet.

Sekreterine şöyle bir telefon geliyor:

- Alo. Bilmem Kim Bey'i bağlar mısınız?

- Kim arıyor efendim?

- Bilmem Kim Bey'in ve eşinin pasaportları bize ulaştı da. Yardımcı olabiliriz. Yanlış anlaşılmasın bu işi yapan bizler değiliz, biz sadece aracıyız.

- A tabii efendim. Hemen bağlayayım, bekler misiniz?

*

İşte böyle.

Hoşgeldiniz.

Buranın adı Türkiye.

Hırsızlar ve onların iş yaptığı arkadaşları sizi geri arıyor.

Sizden çaldıkları pasaportu geri satmaya kalkıyor.

Ve bu normal.

Kimse ‘‘Allah Allah bu nasıl olur?’’ demiyor.

*

Sonuçta pazarlık yapıla yapıla...

Kendisini ve karısının pasaportuna tekrar kavuşabilmek için adamcağız 5000 dolar ödemeyi kabul ediyor.

Anlıyorsunuz değil mi neden isminin yazılmasını istemiyor.

Sanırım, sersem yerine konulmak istemiyor.

Gerçi, haklı gerekçeler de öne sürüyor, ‘‘Yaşadığımız yerin adı Türkiye, kimler bu işin içinde bilinmez. Ben en kolay yoldan bu işi halledeyim dedim’’ diyor.

*

Bir süre sonra...

İki kişi işyerine geliyor.

Biri arabada bekliyor.

Diğeri yukarı çıkıyor.

Ne sandınız, gelen adama çay kahve de ikram ediliyor!

O açık çay içmeyi tercih eden ‘‘pişkin tavuk’’ bir de şöyle öğütler vermeyi ihmal etmiyor:

‘‘Abi, bize düşmez ama, söylememe izin ver. Oraya da park edilir mi? Gözünü seveyim, bir daha yapma. Kuytu yer orası. Bak, başına iş alırsın. Bu Dolapdere'liler zannettiğinden daha hızlıdır. Hem arka koltukta çanta bırakılır mı? N'apacaktın pasaport bize ulaşmasaydı? Söyle sen, başka ne vardı çantada? İptal ettin değil mi o çekleri. Bak çekler bize gelmedi, başkasına gitmiştir. Aman elini çabuk tut!’’

Para verilince, çayını bitirmiş olan ‘‘pişkin tavuk’’ aşağıya iniyor.

O diğer arkadaşı arabadan çıkıp pasaportları ona veriyor.

O da bizim işadamına.

Allah razı olsun'laşılıyor, teşekkür edilip, vedalaşılıyor.

Byeeeee!

Yazarın Tüm Yazıları