Paylaş
Aynı rüyayı mı gördüler?
Bu felaket yüzünden rüyalarımızda bir çeşitlenme oldu.
Karakter yapısına ve tabii yaşanılan ruhsal travmanın ağırlığına göre; bazı insanlar öncesinde, bazılarıysa sonrasında, doğrudan ya da dolaylı depreme bağlanabilecek rüyalar görmeye başladı.
Cümle uzun oldu.
Ama anlatmak istediğim aslında kısa.
Her sabah aynı şey:
- Dün gece rüyamda ne gördüm biliyor musun?
Bu o kadar fazlalaştı ki...
Ve anlatılan rüyalar tuhaflaştı ki...
Frued'un rüyalarla psikanaliz yaptığı da göz önüne alınırsa, hepimizin yaşadığı ruhsal sarsıntı, neredeyse yer sarsıntısının şiddetine eşit.
Hayır, bana rüyalarınızı yazın demeyeceğim.
Ama Londra'dan Tülay, bu konuda bir faks çekmiş: İki arkadaşının deprem öncesinde gördüğü rüyaları anlatmış, şimdi merak ediyor, acaba deprem olmadan önce bu tür rüya gören başkaları da var mı? Varsa, Tülay benim aracılığımla sizden haber bekliyor. İşte Tülay'ın faksı:
Deprem... Ayrı kişiler... Aynı rüya
Londra'da yaşıyorum. Depremin olduğu gece, yine Londra'da yaşayan ve birbirini hiç tanımayan iki arkadaşım, tuhaftır, çok benzer rüyalar görmüşler. Bir yerleri suların bastığını, dev dalgalar oluştuğunu, çaresizlik içinde yıkıntıların arasında suya düşmemek için çırpındıklarını ve tanıdıklarını bir sürü insanı gördüklerini söylediler. Bu kişilerden biri Gölcük'te akrabalarını yitirdi. Diğeri ise depremden bir zarar görmedi. Acaba başka insanlar da benzer rüyalar gördüler mi o gece? Bence ilginç bir tesadüf. Merak ediyorum.
Kedileri sokağa atan o adam değil!
Şöyle bir faks aldım.
Yazmayı boynumun borcu biliyorum.
Ve kendisine (Faruk Yöneyman) istemeden verdiğim rahatsızlık için özür diliyorum. Hani birileri, isim vermeden bir ‘‘ihbar’’da bulunmuş, ben de ‘‘Ne ayıp canım! Bana niye ihbar ediyorsunuz, gidip kendisini arasanız ya’’ demiştim ya, mesele bundan ibaret. Ama ben de Faruk Bey'in yerinde olsaydım ve bana da ‘‘Ne o Faruk, kedilerini yoksa sokağa mı attın!’’ diye sürekli sorsalardı, onca işimin arasına Ayşe Arman'a şu faksı çekerdim.
‘‘14 ağustos tarihinde yayınlanan köşenizde, Roche firması ve genel müdürü ile ilgili bir e-mail mesajı ve sizin cevabınız yer almıştır. Yanlışlıkla (veya kasıtlı olarak) sizi yanıltma amacı güden ve şahsımı hedef alan yazı hayal mahsulüdür. Şöyle ki:
1) T.C vatandaşı olarak Roche Müstahzarları Sanayi A.Ş'nin genel müdürlüğünü 8 yıldır yapmaktayım ve Etiler'de oturmaktayım. Dolayısıyla Bebek ve Ulus semtleriyle ilgim yoktur.
2) 4 kedisi, 3 köpeği olan bir hayvansever olarak şahsıma yapılabilecek en büyük iftira, herhalde sokağa kedilerin atılmasıdır.’’
* * *
Tamam mı arkadaşlar?
O başka biri...
Faruk Yöneyman öyle şeyler yapmadı, yapmıyor.
Biz bunları hep yapıyoruz
‘‘Hani bazı olaylar, sözler, durumlar vardır. Bizim insanımızdan başkasına nasip olmaz. İşte onlardan bazıları...’’ diye başlıyor yazı. Yazarı isimsiz bir İnternet kahramanı. Adı bilinmediği için, burada kaynak gösterilemiyor.
‘‘Nerelisin?’’ sorusuna cevap aldıktan sonra, elimizde değildir, bir şey bizi dürter, ‘‘İçinden mi?’’ diye sorarız.
Yoktur başka dillerde, biz bir alemizdir, amca, hala, dayı, teyze, görümce, kayınço, enişte, elti, bacanak, kaynana, kayınpeder, baldız, yenge, amcaoğlu, halaoğlu, dayıoğlu vb. gibi akrabalık terimleri icad ederiz.
Sigarayı paket halinde çorap içinde saklamayı, tek tekken kulak arkasına koymayı pek severiz.
‘‘Kurufasulye-pilav-cacık’’, ‘‘At-avrat-silah’’, ‘‘Devlet-mafya-polis’’, ‘‘Kavun-beyazpeynir-rakı’’, ‘‘Hale-Jale-bütün mahalle’’ vb. gibi üçlemeler yaratırız.
Yürüyüş esnasında, mümkün değil elimize tespih, deynek, sopa alırız.
Yabancı dile öğrenirken önce küfürleri öğreniriz. Yabancılara Türkçe öğretirken de, bu muhim meseleyi asla es geçmeyiz. Hatta yaratıcı küfürlerimizi hemen tercüme eder, sizin dilde var mı böyle şeyler diye sormayı da ihmal etmeyiz.
Yolculuk esnasında, yanımızdakiler ‘‘Yolculuk nere hemşerim?’’ demeden edemeyiz, merak ederiz. Sonra bir sohbeti koyulturuz ki, sormayın.
Çırak-kalfa-usta ilişkisi vardır bizde.
Biz büyüklerin yanında bacak bacak üzere atmayız. Sigara-içki içmeyiz. Büyükler bizim sigara içtiğimizi bilir, bilmemezliğe gelir. Çok mu sigaramız geldi, biz balkona ya da dışarıya çıkarız.
Mektuplarımızda ‘‘Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden’’ öperiz. Ve kesinlikle ‘‘Kestane kebap, acele cevap’’ bekleriz.
Biz bir de pek kibarız, önce kendimizi tanıtırız, sonra da diğer yarışmacı arkadaşlara başarılar dileriz.
Bir de pek hakkaniyetliyiz: Japonları kastederek, ‘‘Adamlar yapmış abi!’’ deriz.
Şu muhabbetlere bayılırız: ‘‘Bizim askerde bir çavuş vardı...’’
‘‘Ütü ütülemek’’, ‘‘Su sulamak’’, ‘‘Boya boyamak’’, ‘‘Uyku uyumak’’, ‘‘Yangının yanması’’, ‘‘Ölünün ölmesi’’ gibi insanı dumura uğratan deyimler kullanırız.
‘‘Geldiniz mi?’’ veya ‘‘Siz mi geldiniz?’’ gibi gerekli sorular sorarız.
‘‘Kim o?’’ sorusunu ‘‘Ben!’’ diye yanıtlarız.
Telefonu açan kişiye, ‘‘Orası neresi?’’ veya ‘‘Sen kimsin?’’ gibi sorular sorarız.
Misafir gelince hemen, ‘‘Dur ben bir çay suyu koyayım’’ deriz.
‘‘Senin paran burada geçmez!’’ deyip, karşıdakinin eline sarılırız.
Paraları cüzdana veya cebe koyarken, Atatürklerin aynı tarafa gelmesine dikkat ederiz.
Lokanta, cafe gibi yerlerde masaları birleştirerek otururuz.
Büyüklerin ‘‘Bizi sizin yaşınızdayken...’’ diye başlayan serzenişlerini gözlerimizi kocaman kocaman açıp dinleriz.
Otobüs, uçak, hastane gibi cep telefonu kullanımanın yasak olduğu yerlerde gizli gizli cep telefonu ile konuşuruz.
Asla vazgeçmeyiz: ‘‘Hamili kart yakinimdir!’’
Yüzsüzce rüşvet istedikten sonra, işi abartıp ‘‘Helal et ablacım!’’ deriz.
Hiç anlaşılamamıştır neden ama bizler otoban kenarındaki çayırlıklarda oturup gelip geçen arabaları seyretmeye bayılırız.
Paylaş