Bastonlu, melon şapkalı adamHafızamı yokladım da...Hiç bir zaman bir büfeye, markete ya da bakkala gittiğimde, ‘‘Bana bir kağıt mendil verir misiniz?’’ demiyorum. ‘‘Bir Selpak verir misiniz?’’ diyorum. Verdikleri kağıt mendil o marka olmasa bile.Selpak, bizim sözlüğümüzde kağıt mendil demek.Kimilerinin sözlüğünde de viski, Johnnie Walker demek.*Benim bile hatırlayabildiğim kadar yakın- eski... Türkiye'de içki üzerine Tekel bulunduğu günlerde, viski Türkiye'ye kaçak girerdi. Bizim tanıştığımız ilk sigara nasıl Marlboro'ysa, ilk viski de Johnnie Walker'dı. Ara sokak bakkallarında bile bulunurdu. Beni kimbilir kaç kez, viski değil, Johnnie Walker, almaya yollamışlardır.Çok kıymetliydi.İkram olarak, armağan olarak, rüşvet olarak.O kadar değerliydi ki, insanlar atmaya kıyamaz çevreye karşı ufak çaplı bir hava atma aracı olarak, buz dolabına koyar, su şişesi yaparlardı. Ve en azından bizim evde, melon şapkalı, bastonlu yürüyen adam kabartmalı bu şişeler konusunda bir yasak vardı: Su şişesini kafaya dikerek içmek yok. Yapmamam gerektiğini bildiğim halde, daha bir çok yapmam gereken şeyi yapmaya bayıldığım gibi bunu da yapmaya bayılırdım.Babalar o şişeden viski içerdi, çocuklar su...Şimdi devir değişti. O çocuklar büyüdü, su gibi viski içiyorlar. Akıllarında da babalarından miras kalan o marka; Johnnie Walker...*O Johnnie Walker'la, genç jenerasyon insanlarla, viskinin kaynağı İskoçya'dayız. United Distillers'ın Türkiye Genel Müdürü Philip Mills, Pazarlama Müdürü Galip Yorgancıoğlu ve Ürün Müdürü Filiz Yelkenci evsahibimiz. Vazifelerini mükemmel yapıyorlar. Zaman Johnnie Walker Action Time zamanı. Genç katılımcılar, üç takım halinde rafting, bisiklet, oriyantasyon ve İskoç Oyunları gibi aktiviteler yapıyorlar. Hayatın tadını çıkarıyorlar. Hep birlikte hayatın neşesini paylaşıyorlar. Sonra da bir yudum Johnnie Walker içiyorlar.Biz de...*Zaman zaman bir yudumla kalmadığı oldu tabii.Ama bu da normal.1847'de inşaa edilmiş bir şatoda kalıyoruz. Siz öyle bir şatoda beş gün geçirin de görün gününüzü. Aklınız uçar, aklınız. Tutmak için bir şeyler yapmanız gerekir tabii. Mazgallı siperleri, küçük kuleleri, baca blokları, merkezinden yükselen ışık kubbesiyle İskoç Viktoryen mimari tarzının mükkemmel bir örneği, Drummuir Şatosu. Ve Allah sizi inandırsın, herşey yüzyıllar öncesinden kalmış; içi, dışı, ruhu, odaları, mobilyaları, içindeki objeleri, duvarda asılı resimleri, kitapları, hatta izinsiz odanıza giren sevimli küçük yarasaları... Onlar bile koruma altına alınmış!Yani muazzam.Kilometrelerce yeşillik üzerinde bir leke gibi duruyor.Etrafında da hayatımda gördüğüm en güzel koyunlar ve inekler otluyor. Yüzyıllarca aynı aileye ait olan Drummuir Şatosu, şimdi United Distellers tarafından kiralanmış bulunuyor ve çok zarif insanlar tarafından işletiliyor.Daha ne olsun?Belanızı mı istiyorsunuz!*İskoçya'daki şatoları gördükçe içimiz sızlıyor.Çünkü bizim ülkemizde, yok yere yağma edilen, buldozerle yıkılan, yerle bir edilen konaklar, köşkler, yalılar düşüyor aklımıza. Bizim yok ettiğimiz yaşama kültürü. Oysa, İskoçlar ısrarla muhafaza ediyorlar.Bazen insana bu kadarı fazla dedirtiyor ama...Yani büyük büyük dedenin ilkokul defterlerinin bile üç yüz yıllık kitaplarla birlikte kütüphanede yer alması sizce de şaşırtıcı bir şey değil mi? Biz hiçbir şeyimizi gösteremiyoruz. Onlar yüzlerce yıl öncesini konuklarına yaşatabiliyorlar. Bir gösteriyorlar, dudağın uçukluyor!O şatoda, orada yaşayan insanları delilleriyle gözünde canlandırabiliyorsun. Canlandırmana gerek kalmayan şey tabiat, o kadar canlı ki, o yeşili yemek istiyorsun. Çimler onbeş santim, geviş getirmeye kalksan onbeş dakika sürer, bu kadar tabiatın bir tek mahzuru var, doğanın karşısında kendini biraz güçsüz ve yalnız hissediyorsun.Önceleri çok hoş...Sonraları biraz melankolik...Viski de böyle bir ruh haline çok iyi eşlik ediyor, biliyor musunuz.Yarın, Türk erkeklerinin İşkoç usulü kilt etek giymeye alışma, ve alıştıktan sonra (...) ki hallerini yazmayı planlıyorum, bekleyin.