Üç müthiş adam!Hani bazı kişiler vardır ruhunuzun içinize almak istersiniz, hani bazı anlar vardır hiç bitmesin dersiniz, hani bazı görüntüler vardır, kareleri zihninizden gidecek diye endişelenirsiniz. O kareleri, zamana ve üzerine yaşanacaklara karşı cansiperane savunmak, belleğinizden kayıp gitmemesi için ‘‘tutmak’’ istersiniz...Sanki bırakınca, gidecek gibi gelir size.Müthiş bir mücadele başlar içinizde.Duygularınızı beceriksizce seçilmiş kelimelere, kelimeleri de (kesinlikle kastına erişmeyen) cümlelere... Panik halinde...Dökseniz de... Fayda etmez!Kendinizi bir türlü ifade edemezsiniz.Ama Allah kahretsin ki, etmek istersiniz. Paylaşmak istersiniz.Yetmez!Bütün dünya bilsin dilersiniz.Açıkçası siz ‘‘seyirci’’ istersiniz.Çünkü kimsenin izlemediği bir hayatı yaşamanın ne kadar acı olduğunu bilirsiniz ve ‘‘Biliyor musunuz ben’’ diye konuşmaya girişirsiniz...*Biliyor musunuz ben geçen hafta sonu Dünya Kupası'nın final konserini izledim. (Jack Nicholson'dan önemli olmasınlar ama!) yeryüzünde yaşayan ‘‘o üç müthiş tenor’’u içime çektim. Sadece seslerini dinlemedim, tüm o atmosferi yalnız gözlerimle, kulağımla değil; ağzımla, dişlerimle de hissettim. Ben o yaşadıklarımı ısırmak istedim...*Olmuyor değil mi?Bu cümleler olmuyor.Pavarotti, Domingo ve Carreras'ı izlerken, dinlerken, neler hissettiğimi anlatmaya yetmiyor. Ne yapayın peki, benim kelime dağarcığım, kullandığım dilde bildiğim 300 kelime, tanık olduklarımı anlatmaya yetmiyorsa...Elçiye zeval olmazmış deniyor.Bu durumda bal gibi oluyor.O konseri canlı seyreden Türklerden biriysem, adam gibi anlatmak diğer seyredenler gibi bana da düşüyor.Ama endişeleniyorum.Anlıyorsunuz değil mi?Yazılacak hiçbir şeyin (en azından benim) yeterli olamayacağı hissine kapılıyorum.*Operadan da anlamam, aryalardan da gerçi...Anlamak da gerekmiyor ki!Champ De Mars Meydanı'nda, bacakları bir tuhaf Eyfel, ışıklandırılmış, aynı hizada önüne bir ark kurulmuş, işte o yarım ay şeklindeki yer sahne, o muhteşem adamlar da üzerinde, siyahlar içinde, içinizi kıymıyor, bildik, tanıdık şeyler söylüyor ve o muazzam sesleri bir bir, o güzel şehrin lacivert gökyüzüne yükseliyor.Onaltı bin kişi oturarak seyrediyor.Beş yüzbin kişi de, yine aynı hizada arkadaki parkta ayakta dinliyor. Yani herkes tek sıra aslında...Ve herkesin kalbi sessizce küt küt atıyor.Başka hiçbir ses çıkmıyor.Gürültü yapılmıyor, neredeyse öksürülmüyor bile, sadece ve sadece duyulan o seslere inanılmaya çalışılıyor ve böyle bir şeye tanık olunabildiği için insan kendini şanslı addediyor. İnsanın böyle bir ‘‘şey’’ karşısında, iki gözüm önüme aksın, Tanrı'ya her zamankinden daha fazla şükredeceği geliyor.*Ben de şükrettim.Sessizce.Gizlice.Ama ‘‘şükür listem’’ biraz uzun bir listeydi.Bitmek bilmedi!Çünkü şükredecek o kadar çok şey vardı ki...Hani çocukken akşamları yatağınızda dua ederken, okulda öğrendiğiniz bütün o dualardan sonra, Türkçe'ye geçer, ‘‘Allah'ım lütfen annemi, babamı, kardeşimi, ablamı koru. Lütfen onlar ölmesin ve beni terk etmesin’’ dersiniz ve sonra devam edersiniz, ‘‘Elbette ki amcamı, halamı, dayımı, anneanne ve babaannemi, kuzenlerimi tabii ki dedelerimi...’’, bu da yeterli gelmez, ‘‘Bir de okuldaki öğretmenimi, kedimi, arkadaşlarımı, oyuncaklarımı, eve gelen Hacer Teyze'yi, kapıcı Ahmet Efendi'yi ve tabii ki oğlu Rafet'i de...’’.Benimki de bunun gibi bir şeydi.Elimin ayağımın tutuyor olmasına, iyi kötü kafamın çalışmasına, izlediğim o konserden keyif alabiliyor olmama, Pınar Süt ve Tetra Pak'çıların bizi Paris'e davet etmiş olmasına, konserde sigara içilebiliyor olmasına, arada şampanya içilebilecek olmasına, şu dinlediğimiz muazzam seslere, hayattaki tüm keyiflere, zevklere...Artık devam etmeyeyim değil mi?Bir tek şuna yandım:O da sevgilim yanımda değildi.Olsaydı, bu benim için Zafer demekti!Ama denk düşmemiş, o gelememişti.Oysa, yanımızda sarmaş dolaş, tek pardösü altında Pavarotti, Domingo ve Carreras'ı seyreden genç bir çift vardı. Bu tabii Seda Güler, Ali Kırca ve benim gözümüzden kaçmamıştı. En çok da Turandot Operası'nın ‘‘Nessun dorma’’ aryasında sıkı sıkı sarıldılar.Ben de olsam öyle yapardım. Ah bilseniz ne hoştular.Onların umurunda değildi dünya ve abuk sabuk gündelik uğraştığımız her şey. Onlar sadece dinledikleri müziğin ve yaşadıkları o şeyin keyfine varıyorlardı.Mümkün değildi aksi...Kıskandım tabii.*Bir de tabii Fransız milletini...Böylesine muazzam bir şeyi düzenleyenleri...Geri planda kalanları, bundan gocunmayanları, ‘‘Belediye olarak gururluyuz mutluyuz!’’ diye konuşma yapmayanları, her şeyin bu kadar şık, estetik olmasını, yaratıcılığı ve o şehirde yaşayanları...Çünkü orada yaşayan herkes böylesine konserlerden nasiplenebiliyor.Bizdeki gibi sadece Bilmem Kim Bey'lerle eşleri Bilmem Kim Hanım'lar ‘‘biz de oradaydık’’ demek adına gitmiyor. Bilet parası olmayan, bir ağaca yaslanıp dinliyor ya da çimleri kendine mekan ediniyor; bir diğeri ise yakındaki bir cafede şarabını içerken dinlemeyi tercih ediyor.Biz tabii Türkiye'de Fransız'ız bu tür şeylere!Fransızlar ise alışkın.Onların doğal yaşama biçimleri böyle.Lüks değil, hak, hak!Neyse işte.Kıskandım.Ama en çok da o şehirde böylesine bir şeye iki kişi tanık olanları, evet bildiniz Paris'te ‘‘aşk’’ yaşayanları!Türküz, mutluyuz. Ve umutlu...Bir gün mutlaka!