Ayşe Arman'ı uçuran adam

İnanılmaz eğleniyorum.

Çünkü nikah yüzüğümü, havada taklalar atarken görüyorum.

Gözlerimle görüyorum.

Daha bir sürü numarası var Necmi Yıldırım’ın.

Avcunun içine gizlediği kırmızı kurdele kayboluyor.

Nerede kurdele?

Ağzından çıkıyor.

Ya da benim cebimden.

Kulağının arkasından toplar fışkırıyor.
/images/100/0x0/55eb1048f018fbb8f8a8aba4
Çatallar, cam bardakların içinden geçiyor.

Bardaklar, havada asılı kalıyor.

Her numarasından sonra da, röportajı yaptığımız cafe’dekiler, çığlık atarak alkışlıyor.

Ben de.

78 doğumlu bu genç adam, İllüzyonun esas olarak bir göz yanılması olduğunu anlatıyor.

Ve sahne sanatı.

Ve sır.

Dolayısıyla, beni nasıl uçurduğu da bir sır olarak kalacak.

Zaten ne yaptığını tam olarak bilmiyorum, bir kısmını da hatırlamıyorum, hipnozdan sonra uyandığımda bu fotoğrafları gördüm.

Fotoğraf hilesi değil ama bir illüzyon oyunu vardır muhakkak.../images/100/0x0/55eb1048f018fbb8f8a8aba6



HAMİŞ: Cumartesi- pazar günleri, Show TV’de Ana Haber’den önce "Magic Necmi" adlı programı yayınlanacak.

HAMİŞ 1: Önümüzdeki günlerde insanları Boğaz’ın üzerinde gezdirecek, Taksim Meydanı’nda uçuracak.

HAMİŞ 2: Bu röportaja eğlenmek için gittim ama hikayesini dinlerken hüzünlendim. Eğer Necmi Yıldırım’ın programı tutarsa, sihir yapıp, kendi hayatını da kurtarmış olacak.

Hayrola... Durduk yerde mi sihirbazlığa merak saldınız? Yoksa, bir öyküsü var mı?

- Var tabii. Olmaz olur mu? Hem de uzun bir öykü...

Meraklandırdınız beni, hadi dinleyelim hikayenizi...

- Yıl 1978. Annem ve babam, imam nikahıyla evleniyorlar. Bir yıl sonra da ben dünyaya geliyorum. Ve şansa bakın ki, o yıl geçimsizlikten dolayı ayrılıyorlar. Ve şansa bakın ki, ikisi de beni istemiyor... /images/100/0x0/55eb1048f018fbb8f8a8aba8

Peki n’oluyor size?

- Yetimhaneye veriliyorum. Bir süre orada kalıyorum. Sonra halam ve eniştem, 4 çocukları olmasına rağmen bana kıyamıyorlar, beni yanlarına alıyorlar. Annelik babalık ediyorlar. Eniştem emekli astsubay, halam ise ev hanımı. Benim tabii dünyadan haberim yok. 13 yaşına geldiğimde bir gün bir bakıyorum ki, evde büyük bir hareket, herkes toplanmış, ortada hiç tanımadığım yakışıklı bir adam. Bana dönüp diyorlar ki, "Necmi, işte bu senin baban!" Bir kazan kaynar su başımdan aşağı dökülüyor. "Nasıl yani?" diyorum kekeleyerek. Yetmezmiş gibi bir de demesinler mi, "Seni almaya geldi. Bundan sonra babanla yaşayacaksın. Biz de aslında senin halan ve enişteniz..."

Olay nerede geçiyor?

- Çorlu’da. Ama o günden sonra babamla birlikte Bursa’ya gidiyoruz. Üvey anne ve iki üvey kardeşle birlikte yaşıyorum ama olmuyor. İlk fırsatta, beni büyütenlerin yanına, Çorlu’ya kaçıyorum. Babam peşimden gelip, beni geri getiriyor. Tekrar kaçıyorum. Bu sefer annemi bulmak üzere yola koyuluyorum...

Pardon ama nereye gidiyorsunuz?

- İstanbul’a. O zamanlar Söz Fato’da diye bir program var, aklımca oraya çıkacağım ve annemi bulacağım. Babamın cebinden para alıp, otobüse atlayıp İstanbul’a geliyorum. Programın yapımcılarıyla görüşüyorum, beni bir otele yerleştiriyorlar, "Anneni bulabilmemiz için gerekiyor" deyip, halamın telefonunu alıyorlar. Sonra da Fatma Girik’i telefonda, "Oğlunuz burada, hemen gelin..." derken duyuyorum.

Eeeeeee?

- Durumu kavrıyorum tabii. Kimseye bir şey söylemeden oradan da sıvışıyorum. Gidecek yerim olmadığı için Bursa’ya bir arkadaşıma gidiyorum. O da babama telefon edip beni ihbar etmesin mi? Haydaaaaaa! Oradan da kaçıyorum. Yine otobüs, yine yollar. İstanbul otobüsündeyim. Param da bitmek üzere, ne yapacağımı bilmiyorum, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Önümde oturan bir çocuk var. Benden iki yaş filan büyük. "Yanına oturabilir miyim?" diyor. "Otur" diyorum. "Niye ağlıyorsun?" diye soruyor. Anlatıyorum. O arada Gemlik’e varmışız. "Gel" diyor, birlikte otobüsten iniyoruz. Beni evine götürüyor, yemek veriyor, annesi de hikayemi dinliyor. Korhan’a dönüp, adı Korhan’mış, "Tamam o zaman, seninle beraber işe gider gelir" diyor. İyi de, ne iş yapacağız? Ertesi gün öğreniyorum...

Biz de öğrenelim...

- Muavinlik. Meğer Korhan, otobüslerde muavin olarak çalışıyormuş. O günden sonra ben de muavin oluyorum. Korhan, İstanbul’dan kalkarken, ben Erdek’ten yola çıkıyorum. Yalova civarında karşılaşıyoruz.

Peki nerede yatıp kalkıyorsunuz?

- Nerede olacak, otobüsün bagajında! Evim filan yok. Zaten arayan soran da yok.

Sonra?

- Kamil Koç’tan bir ajan, bizim otobüste seyahat ederken benim yolcularla diyaloğumu çok beğeniyor, iş teklif ediyor...

Vayyyyy. Transfer oluyorsunuz?

- Evet. Üstelik Korhan’ı da alıyorum yanıma. Artık Antalya’ya çalışıyoruz. Ve sonra Tunay Taşkın’la tanışıyorum.

O kim?

- Kamil Koç’un sahibi Ceyda Hanım’ın özel şoförü. "Gel seninle bir yere gideceğiz" diyor, beni Gülhane Parkı’na götürüyor. Sahnede Mandrake’yi görüyorum, büyüleniyorum. O kadar acının, çaresizliğin içinde, ne yapacağını bilmeyen bir çocuğum. Bir anda bütün dertlerimi unutuyorum. Cennetin kapısının önüne geliyorum, sanki diyorlar ki bana, "Sen çok yoruldun, al sana bir hediye, 20 dakika eğlen." Nasıl mutlu oluyorum anlatamam. Ve tuhaf bir şey, birden o sahnede kendimi görüyorum, insanlar Mandrake’yi değil sanki beni alkışlıyorlar. Neticede, hayatı olmayan biriyim. Belki de o yüzden, kendimi o sahnede görüyorum. "Bu, benim kurtuluşum olabilir" diyorum.

Eeee?

- Kuliste, Mandrake’yle tanışıyoruz, "Merhaba evlat" diyor. Ve hooop diye, kulağımdan bir top çıkarıyor. Daha bir sürü numara yapıyor. Resmen ona yapışıyorum. Diyorum ki: "Ben bu işi öğrenmek istiyorum. Beni sihirbaz yap." "Senin gibi kaç kişi var sırada biliyor musun?" diyor. Sonra "Tamam, tamam öğretirim" deyip, beni başından savmaya çalışıyor. Bir gün evine kadar birlikte yürüyoruz. O eve giriyor, ben penceresinin altında bekliyorum. Sabaha kadar. Ertesi sabah evden çıkarken, beni karşısında titrerken görünce, "Sen ne zaman geldin?" diyor. "Hiç gitmedim ki" diyorum. Sonunda yelkenleri indiriyor, bana sihirbazlığı öğretmeyi kabul ediyor. "Ama bir şartla" diyor, "Öğrettiğim her numara karşılığında bana para vereceksin." "Neden?" diye soruyorum. "Çünkü " diyor, "İllüzyon bir sırdır. Kıymetini bilesin diye..." Mandrake müthiş bir öğretmen, beni saatlerce çalıştırıyor, teknikleri gösteriyor, yapamadım mı elime vuruyor...

Muavinliğe devam mı bu arada?

- Tabii tabii. Bir gün yine otobüsteyim. Antalya’ya gidiyoruz, Afyon’da trafik kazası olmuş, yol kilit. İlerleyemiyoruz. Baktım herkesin suratı asık, bunları eğlendirmeli diyorum. Mandrake’den öğrendiğim bütün numaralarımı yapmaya başlıyorum. İnsanlar kapanan yolu filan unutuyor. Artık "Servis zamanı" diyorum, "Ne servisi canım" diyorlar, "Bir numara daha yap. Havada bir bardak daha uçur..." Nasıl bir alkış anlatamam. Az evvel suratını asanlar, bunlar değil sanki. Kafamı bir çeviriyorum, diğer otobüsün yolcuları, kamyon şoförleri ve daha bir dolu kişi beni izliyor. Antalya’ya geldiğimizde, inen her yolcu, kartını veriyor, kimi kuyumcu mesela "Otobüsçülükten bir halt olmaz, sen beni ara" diyor. Öteki, "Benim otelin animasyon bölümü var, gel bizle çalış" diyor. Kamil Koç’cular ise, otobüste sihirbazlık gösterimden hiç hoşlanmıyor, ben de istifa ediyorum ve Ulusoy’a transfer oluyorum. Ama aklım hep sihirbazlıkta. Bu arada Mandrake arıyor, "Evlat bir düğün var, sihirbaz bulamadım. Sen müsait misin?" "Tamam" diyorum, mahalle arasında traktörün üzerinde, zincirleri birbirine vuruyorum, şapkadan tavşanlar çıkarıyorum. Ama kesmiyor beni. Zati Sungur da yapıyordu bunları, hem de 1930’larda...

Sizi kesmeyen ne?

- Yaptığımız işin çapı. Bir gün "David Copperfield geliyor" diyorlar. Türk sihirbazları olarak karşılamaya gidiyoruz. Adam 40 TIR’la geliyor. Biz düğünlere işe gidiyoruz bir kıytırık çantayla. Yani çok büyük bir endüstriden söz ediyoruz...

Tanıştınız mı Coperfield’la?

- Tanışmaz olur muyum? Ona numara bile yaptım. Peçete parçalarını kaybettim. Çok kibar, çok zarif, çok mütevazı bir adam, ayağı kalktı beni alkışladı. "Ben de size bir numara yapayım" dedi. Gitti bir yerlerden turuncu bir örtü aldı, kontrol etmemi istedi, iciğine, ciciğine baktım, sonra aldı katladı o örtüyü ve içinden birdenbire bir ördek çıkardı.

İnanmıyorum!

- Evet. Ben de inanamadım. Hatta kalktım. O yürüyen ördeğin peşinden koştum ve dokundum. Gerçek mi değil mi diye. Utanmadan! Gerçekmiş. "Bu numarayı bana da öğretin" dedim, yalvaran gözlerle. "Tabii" dedi, "50 bin dolar verirseniz, neden öğretmeyeyim..."

Bir de o dönem, Türk illüzyonistleri epey bir tiye alındı, öyle bir şeyler hatırlıyorum...

- Evet, Cem Yılmaz’ın ağzına düştük. Çünkü Mandrake’ye, "David Copperfield uçuyor, siz neden uçamıyorsunuz?" diye sordular. O da ne desin? "Ondaki teknik olanak bende olsa, ben de uçarım" dedi. Cem Yılmaz da, bu fırsatı kaçırmadı tabii: "Türk illüzyonistleri devletten yardım istiyor!" Herkes, bizimle dalgasını geçti. Oysa doğruydu Mandrake’nin söylediği. Versinler bana da 500 bin dolar, ben de Kız Kulesi’ni kaybedeyim. Bu numaraların hepsi bir maliyet...

SENİ KÖSTEBEK YAPARIM!

Sihirbazlık, "Ben seni köstebeğe çeviririm!" "Hayır efendim, ben seni maymuna çeviririm" gibi bir şey değil. Sadece bir el çabukluğu. Bir malzemeyi ne kadar çabuk saklayabildiğindir önemli olan. Ve bunu eğlenceli bir biçimde sunabilmek. Dünyada illüzyon, artık tamamen bir endüstri ve sahne sanatı...


Kosova’da Sırplara esir düştüm

David Copperfield’den sonra, hikayenizde kayda değer bir şey var mı?

- Askerlik. Acemi birliğim, İzmir Narlıdere. Evim, yurdum ve barkım olmadığı için 7 bavulla askere gittim. Taşınır gibi. Sabahın 5’inde, patenlerim, cd’lerim, valizim neyim varsa her şeyimle indim otobüsten, teslim olmaya gittim. Üstteğmen bir bavullara baktı, bir de bana, "Sen askere geldiğine emin misin?" dedi. Hikayemi anlatınca, acıdı, bir oda gösterdi "Gel, bavullarını buraya kilitleyelim. 18 ay sonra alırsın." Ertesi gün sıraya girdim. "Mesleğin nedir?" diye soruyorlar. "İllüzyonistim" dedim, "Anlamadım" dedi komutan. Dalga geçtiğimi zannetti, "Sihirbazım efendim" dedim. "Göster bakalım birkaç numara" dedi. "Yüzüğünüzü verebilir misiniz?" dedim, bir saat içinde 10’a yakın numara yaptım. Çok hoşuna gitti. "Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün" dedi. Ekledi: "Evladım, sana bir güzellik yaptım!" Meğer yaptığı güzellik beni Kosova’ya yollamakmış. Çok müteşekkir kaldım ona...

Nasıl yani! Savaşa gidiyorsunuz diye mi sevindiniz!

- Öyle söylemeyin. Bir kere şehit olsaydım, doğrudan cennete gidecektim. Ama hayatta kalırsam, ayda 700 dolar para kazacaktım. Bir sokak çocuğu için, kimi kimsesi olmayan biri için, müthiş bir para...

Nasıl geçti Kosova?

- Er Ryan’ı Kurtarmak filmini birebir yaşadım. Önce uçaklar geliyor şehri bombalıyor. Sonra karadan tanklar giriyor. Akıl almayacak bir tecrübe. Hep iyilik melekleri omzumdaydı. Hiç tanımadığın bir ortamdasın. Silahının emniyeti açık. Öldür emri var... Sırplar Kosova’ya girmiş, evlere dalıp kadınlara kızlara tecavüz etmişler. Biz de NATO’nun Barış Gücü olarak bu vahşeti önlemek için oradayız. Sokaklar, kovboy filmlerindeki gibi bomboş, çalılar rüzgarda uçuşuyor. Ama insanlar Türk bayrağını görüce birdenbire ortaya çıkıyorlar. Tankların üzerine koşuyorlar, boynumuza sarılıyorlar, öpüp, okşuyorlar. Yaptıkları börekleri getiriyorlar. Ama yasak, yiyemiyorsun. Sırplar zehir koymuş olabilir diye. Yani hiçbir şeyin şakası yok. Kosova’da bazı tatsız olaylar da yaşadım...

Ne gibi?

- Sırplara esir düştüm. Bütün ön dişlerimi dipçiklerle kırdılar. Ama bir şekilde kurtuldum. Orgeneral ve Cumhurbaşkanı tarafından takılmış madalyalarım var. En hoşu da, "Ailene bir mektup yollamak istiyoruz" dediler. "Oğlunuzun gösterdiği kahramanlıktan ötürü, sizi tebrik ederiz. Böyle cesur bir evladı ordumuza kazandırdığınız için bu ülke sizin ellerinizden öper..." diye başlayan ve devam eden bir mektup. "Kime yollayalım?" dediler. "Tabii ki babama" dedim, "Beni yetiştiren o güzel adama. Astsubay emeklisi eniştem Hamdi Koşar’a..." Okurken ağlamış...

Askerden sonra...

- Babamın yanına gittim, öz babamın. Hani onun cebinden de para çalmıştım ya, geri ödemek istedim. Yanımda da 10 bin dolara yakın bir para var. Acayip kendimden emin bir şekilde babamın kuruyemiş dükkanından içeri girdim. "Nerelerdeydin?" dedi. "Askerdeydim" dedim. "Şu kadar para kazandım, şöyle şöyle tehlikeler atlattım." "Yalan söylüyorsun!" dedi. Parayı da askerde kazandığıma filan inanmıyor. Çok kırıldım. Birlikte karakola gittik. Meğer Bursa’ya telgraf çekmemişler, dolayısıyla asker kaçağı olarak gözüküyormuşum. Babamın borçları vardı, ben o paranın içinden 700 doları aldım, gerisini ona bıraktım. Tekrar İstanbul’a geldim. Bir taraftan Varan’da muavin olarak çalışıyorum, bir taraftan da televizyonlarda sihirbazlık programı ayarlamaya çalışıyorum. Her yere, herkese saldırdım. Beyazıt Öztürk’le tanıştım, "Ben de senin gibiydim, sana yardım edeceğim" dedi. Beni Oğuz Koloğlu’yla tanıştırdı. Sonra Okan Bayülgen’le tanıştım. Sonra Cengiz Semercioğlu ile. Bütün bu zamanlar içinde hep o televizyon kanallarının içinde yatıp kalktım, kamera asistanlığından şoförlüğe kadar her şeyi yaptım. Şimdi nihayet, sonunda, Show TV’de ana haber bülteninden önce bir programım olacak. Başarılı olmak için elimden geleni yapacağım. Siz de benim için dua edin...

LONDRA İLE TEMASTAYIZ

Dada Film bana inandı. Bu programı birlikte hazırlıyoruz. Londra’ya gidip geliyoruz. Oradaki illüzyonistlerle temastayız. Onlar bana uygun malzemeleri ve numaraları gösteriyorlar. Çünkü bu işte, kişiye ve beyne göre numaralar var. Yani şu yok: 5 kişi senin için toplansın ve sana numara versin, malzeme yapsın. Hayır, adamlara sen anlatıyorsun, "Bunları bunları istiyorum" diye. Onlar da sana, sana uyan, senin aklından geçen malzemeleri üretiyorlar. İllüzyonist hayal eder ve hayallerini gerçekleştirir. Tıpkı benim hayat hikayemde olduğu gibi. Benim hayalim neydi? İllüzyonla ilgili bir televizyon programı yapabilmek, her şeyi zorladım ve sonunda başardım.
Yazarın Tüm Yazıları