Paylaş
Tercümesi...
Ben bu köşeyi yazmaya başladığımda 24 yaşındaydım, oldum 44...
Tam 20 yıldır tepenizdeyim!
Sizin için üzüleyim mi, sevineyim mi bilemedim...
Gazeteciliğe de 18 yaşında Nokta’da başlamışım, yani 26 yıldır bu mesleğin içindeyim...
Ve bir işe yaramaya çalışıyorum.
Şaka gibi!
Epey uzun bir süre, bir ömür ayol!
Bir de pazar röportajları yapıyorum.
20 çarpı 52...
Es geçtiğim pazar sayılıdır.
Sevmem öyle üç hafta yap, dördüncü hafta yok ol.
Ben istikrar severim, disiplin severim, maraton severim.
Kısa yol koşucusu değilim...
Annemin genleri.
Hayatımda hiçbir şeye, hiçbir kimseye mesleğime olduğum kadar sadık olmadım.
Bu da gurur veriyor bana.
Heyecanımın bittiği gün, topuklarım ama...
Tık yok.
Üzgünüm yine tepenizdeyim, yine tepenizdeyim!
Ama korkmayın, en azından bir 26 yıl daha olmaz...
KARDA EL ELE ROMANTİZİM
Mesleğim kadar, hatta daha çok heyecan veren bir şey de ailem.
Bu doğum günümde Moskova’daydık.
Daha doğrusu sevgilimin iş toplantısı vardı, biz de Alya’yla onun peşine takıldık.
Sevgilime kuyruk olmak, hayatta en sevdiğim şey.
Bizde iki kural var, bir normal hediye, duruma göre pahalı da olabilir, herkes gibi ben de “Hayır” demem, diğeri ise “emek hediyesi”.
Bak işte, o daha zor, parayla satın alamıyorsun çünkü.
Eşek gibi sen yapacaksın.
Emek harcayacaksın, kafa patlatacaksın...
Artık albüm mü hazırlarsın, şarkı mı bestelersin, resim mi çizersin, şiir mi yazarsın, film mi hazırlarsın...
Vay anam vay!
Sevgilim bir film koydu önüme bu doğum günümde...
Ama ne film.
Bir yandan ağlarken, bir yandan, “Artık ölebilirim!” dedim.
Bugüne kadar bir sürü film, video yaptı bana ama bu en iyisiydi.
Keşke size de izletebilsem...
Ama nasıl yüklenir bilmiyorum.
Birlikte geçirdiğimiz 10 yıl, kelimenin gerçek anlamıyla bir film şeridi gibi önümüzden akıyor, çok güzel, çok enerjik, çok komik, “Ulan hakkını vermişiz bu aşkın!” diyeceğimiz kareler...
Moskova’nın hakkını verdik mi?
Tabii ki hayır!
Üç günde ne yapabilirsek onu yaptık.
Eksi 10’larda, karda el ele dolaştık... Üçlü romantizm... Bolşoy’da bale izledik... Kremlin’i gezdik... Araya bir sirk sıkıştırdık, hayvansız sirk... Güzel yemekler yedik...
Karlar altındaki bir şehirde... Herkesten uzakta, üçümüz bir arada...
En çok da otel odasında -ki dünyanın her yeri olabilir hiç önemi yok- sadece bize ait bir zaman diliminde bir arada olmayı seviyorum.
O alanda anlamlı anlamsız vakit geçirmeyi...
Yatakta boğuşmayı...
Sevgilimin kızının saçlarını kurutmasını...
Bana hazırladığı filmi 138. kez seyrederek görgüsüzlük etmeyi...
Alya’nın, “Baba bak, anne yine ağlıyor!” diye dalga geçmesini...
Şu veya bu sebeple dışarı çıkarken, bir türlü hazırlanamadığımız için babadan azar işitmeyi...
Koridorlarda koşturmaca oynamayı...
Benim için mutluluk böyle küçük şeylerde.
KEŞKE KÜLTÜRÜ DE GETİREBİLSEYDİM
Bu, üçüncü Moskova seferim.
İlki bir futbol maçı vesilesiyleydi, az kaldı küçük dilimi yutacaktım. Evet, maça gelen erkeklerin hepsi maçı izlemişlerdi, ama odalarına aldıkları Rus kızlarla birlikte, televizyondan...
O zamanlar yokluklar içinde kıvranan, hüzünlü bir Moskova’ydı söz konusu olan.
İkincisi daha renkliydi, bir erkek striptiz kulübüne gitmiştik, Rusya deyince hep güzel kadınlar akla gelir ya, fena olmayan erkekler de var...
Ama bu seferki başka bir Moskova’ydı.
Prag gibi, Viyana gibi bir şehirdi.
Her taraf ışıl ışıl, canlı, Kızıl Meydan’da buz pateni yapılıyor, her kafeden klasik müzik yükseliyor, konserler full çekiyor, Bolşoy’daki balede yüzlerce çocuk, girişteki gardropta kar kıyafetlerinden kurtuluyor, salona annelerinin giydirdiği siyah kadife elbise ve rugan ayakkabılarıyla giriyor.
İyi giyinme merakından çok, kültüre karşı gösterilen saygıyı fark ediyorsun.
Bu anlamda bizden çoook ilerdeler.
Üzüldüm.
“Devlet tiyatroları, konservatuvarın bale bölümü kapatılsın mı, kapatılmasın mı?”nın tartışıldığı bir ülkeyiz biz.
Evet havalı, bol markalı AVM’lerimiz var ama hâlâ adam gibi konser izleyeceğimiz salonlarımız yok.
Rusya’yı “Nataşa”larla özdeşleştirmeye çalışanların alnını karışlamak lazım!!!
Moskova’dan “kar”la birlikte geldim, keşke o “kültür”ü de getirebilseydim...
AMA BEN DAHA ÇOCUĞUM…
O daBetûl@87
Bu ay başında yeni yaşına girdi.
Ama hâlâ enerjisinden eksilen bir şey yok, hâlâ üniversitede ders veriyor. Ve yine, her yıl olduğu gibi, bu yıl da öğrencileriyle bir seminer düzenliyor.
Adı, “Ama ben daha çocuğum...”
Anladınız, yine müthiş bir proje kotarıyorlar!
Bence bu ülkenin en önemli sorunlarından birini daha gözümüze sokmaya çalışıyorlar: “Çocuk gelinler.”
Niye böyle bir ad verilmiş bilmiyorum, aslında çocuk tecavüzleri kapsamına giren bir suç olmalı.
Çocuklara karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçlarıyla ilgili davaların son üç yıldaki artışı inanılmaz...
2009 yılında 13 bin 812... 2010 yılında 17 bin 241... 2011 yılında ise 18 bin 334...
Bunlar, Adalet Bakanlığı’nın resmi rakamları...
Kıvırtılacak hiçbir yanı yok yani!
Rezil bir durumdayız!
Rezilliğin tarifini nasıl yaparsın diye soracak olursanız, işte böyle, bir ülkede çocuk tecavüzleri hızla artıyorsa, o ülkede rezillik diz boyudur...
Betûl Mardin ve öğrencileri bize, Cumhuriyet 90. yılını devirmişken, hâlâ zorla evlendirilen, üç koyun karşılığı satılan küçücük kız çocuklarının hikâyesini anlatacaklar.
Çocuk istismarı üzerine uzmanlaşmış konuşmacılar da var tabii..
Prof Dr. Arus Yumul, Prof. Dr. Haluk Yavuzer, Prof. Dr. Özcan Köknel, Dr. E. Tolga Dağlı, hukukçu Gökçeçiçek Ayata, Aile ve Sosyal Politakalar Bakanlığı Kadının Statüsü Müdürlüğü’nden temsilciler, Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan, Arka Sokaklar dizisinin senaristleri Ahmet Yurdakul-Ozan Yurdakul ve gazeteci yazar Tayfun Talipoğlu...
Betûl Mardin bunu hep yapıyor.
Öğrencilerine önderlik ediyor ve bu seminerleri onlara hazırlatıyor.
Ve becerilerini geliştirmelerine yardımcı oluyor.
Ayrıca fotoğraf sanatçısı Dilan Bozyel’in, “Babam Beni Sevmiyor” adlı fotoğraf sergisi de var, katılımcılar o sergiyi de gezebilecek.
Bu meseleyi ciddiye alanlardansanız, onları yalnız bırakmayın...
Seminer, 16 Aralık’ta Bilgi Üniversitesi’nde saat 9.30’da...
Paylaş