Paylaş
Tarif etmesi de zor aslında.
Tamam yaşlandım, büyüdüm, ama sadece yaşla mı açıklanır bilmiyorum... Sanki bir eşikten geçtim gibi... Şimdi size, üçüncü gözüm açıldı filan demeyeceğim...
Diğer saflıklarım devam ama duygusal zekâm arttı, algılarım güçlendi, daha duyarlı oldum.
Kalp kapım açıldı.
Belki ölüm tetikledi, bilmiyorum.
Belki de gerçekten yaşlanıyorum.
Ama şikâyetçi değilim, çünkü dışımdaki evrenin farkına vardım. Sırlar var, varlığımız bile sır, bilmiyoruz neden varız, nereye gidiyoruz, şu sorunun cevabı bile yok, “Ölüler nereye gider”...
Sonra bazı şeyler oluyor, şaşırmıyorum, biliyorum olacağını, ya da “Her şey birbiriyle bağlantılı” diyorum.
Ama anlat deseler anlatamam, anlatamazsın.
İçim eldiven gibi dışına çıkmış bir dönemde okudum Şairin Romanı’nı ve orada gördüm ki, benim kelimelere dökemediğim şeyleri anlatıyor Murathan Mungan...
* SİZ bütün istediklerini gerçekleştirmiş, her türlü tatmini iktidarı yaşamış, hayatından memnun bir yazar mısınız?
- Olduğumu söylesem inanır mıydın? Ayrıca neyin iktidarı?
* Hâlâ planlayıp gerçekleştiremediğiniz tonlarca projeniz var mı?
- Var var. Ben içime yetişemiyorum. Daha önce de dedim: Klonlanmak istiyorum ben. Gerçi bundan sonra 15 yıl bekleteceğim bir kitap daha olacağını sanmıyorum. Öte yandan son bir buçuk yıldır Türk edebiyatında kimsenin daha önce yapmadığı kurguda bir romana başladım.
* Dur, durun, biz daha bu yeni romanla aşk yaşıyoruz! Nasıl birikiyor bütün duygular sizde?
- Sahneler, olaylar, durumlar geliyor gözümün önüne. Evlat acısının çok zor bir acı olduğunu tahmin edebiliyorum, çocuğu ölmüş bir kadın, çok yıl sonra, eski bir sandık karıştırırken çocuğunun ilk çıkardığı dişi saklamış, onu buluyor. “Hah” diyorum, bu sahneyi romanda şu karakterde kullanayım. Böyle böyle birikiyor...
* Şairin Romanı’nda birbirinden ilginç karakterler var. Siz hangisisiniz?
- Hepsi. Ama en çok, ailelerin kusurlu çocuklarını ölmeye bıraktıkları bir kabilenin oğlu dilsiz Horad’ım galiba. Daha sonra Horad, toprak altından çıkan tabletlerdeki eski ölü dilleri, yeryüzü diline çeviren biri oluyor. Tuhaf bir şekilde, kendimi en çok o çocukla özdeşleştiriyorum. Belki ben içimdeki dilsiz yüzünden bu kadar çok yazıyorum. Dile sığınıyorum, dile yaslanıyorum. Dil benim varoluşumu, evrenle olan bağımı kuruyor...
* Roman filme alınsa, en çok hangi karakteri oynamak isterseniz?
- Hani, 130’unu devirmiş “rüya terbiyecisi” Khora var ya, onu. Biliyorsun o gezegende “rüya terbiyecileri” var. İnsanların rüyalarını terbiye ediyorlar. Bak onu oynamak enteresan olurdu, çünkü Khora, “saf kötülük”. İnsan, hep “ötekini” oynamak ister, kendine çok benzeyen birini oynamanın marifeti yok.
* Peki ama siz “saf iyilik” misiniz!
- Kimse değil. Ama yine de Khora, bana en uzak karakter. Kötülüğün seyirlik bir yanı var. O yüzden günümüzde kötülük edebiyatı çok yapılıyor. Ama bizimkilerin kötülük düzeyi, Türk filmlerinin kötü adamlarının sığ malzemesini geçemiyor.
* Aynı zamanda bir cinayet kitabı. Cinayet kurgulamak ne kadar zor?
- Kurmaca edebiyatın en temel trüklerinden biri cinayet, kökü taa Kabil’le Habil cinayetine kadar gidiyor. Böyle bir kitap yazarken entelektüel olmayan okurun da haz alacağı bir ritim ve hikâye örgüsü olmasına dikkat etmek gerekiyor. Ama bu kitapta entelektüel okurlara göz kırptığım çok yer var...
* Siz iyi bir polisiye okuru musunuz?
- Hem de nasıl! Adını iyi edebiyatçıya çıkarmış yazarlardan öğrendiğim kadar, polisiye ve bilimkurgu yazarlarından da öğrendim, öğreniyorum...
Kadınlar tabiatın kusurlu varlıkları
* “Tereddüt köprüsü”, “Geleceği aceleye getirmek”, “Gölge kuşunun gölgesine basılamıyor, basanlar deliriyor”, “Eril güç-dişi güç”, “Sadece erkeklere kokan ama kadınların su verdiği Gaveleana menekşesi”, “Teselli cüppesi...”
- Bunlar şairliğimin çiçekleri. Böbürlenmek gibi sanma ama nefes alır gibi kolay yaptığım bir şey. Ama bunu sahneye yedirmek, bunlarla romanın kurgusunda devamlılık sağlamak, işte o roman teknisyenliği. Şairin Romanı, ikisini birleştirdiğim bir kitap.
* “Büyük tutkular taşıyan aşklar nasıl büyük bir düşmanlığa dönüşüyor...” Öyle mi gerçekten...
- Çok görülen bir şey. Tutkusuz beraberlikler, idareten aşklar, ısmarlama ilişkiler için söz konusu değil ama tutku ve büyük aşk çoğu zaman beraberinde büyük bir düşmanlık getiriyor.
* “Kadınlar tabiatın kusurlu varlıkları...”
- Bu, Agabu’nun görüşü. Ama Türkiye’deki erkeklerin çoğu böyle düşünmüyor mu? Ben de kahramanlarımın yalancısıyım.
Kim kendisinin birebir eşi olan biriyle yaşamak ister?
* “Beraber yaşamak için aşktan fazlası gerekiyor” diyorsunuz, nedir o fazlalık?
- Çok şey. Hangi birini sayayım? Çok iyi anlaşan çiftler her şeyi birbirine benzeyen çiftler değildir. Hayatın bütün kör denklemi şurada yatar: Benzeyen ve benzemeyen dişlilerin birbirine iyi tutması gerekir. Çünkü zıtlıklarla da beslenir aşk. Allah aşkına kim kendisinin birebir eşi olan biriyle yaşamak ister? Yani benzerlikler kadar, benzemezlikler de ilişkiyi diri tutan bir şeydir.
* Şiir, gerçekten güzel yalan söyleyebilmek midir?
- Felsefi olarak öyle. Şiir bir hakikat sanatıdır ama yalan söyleyerek yapılır. Bir şiirinde, “Geceler yalnızdır” dersin, öbür şiirinde, “Hiçbir gece yalnız değildir” dersin. İkisi de doğrudur, çünkü şiirin doğrusu hayat gibidir, değişkendir. O yüzden, bilim dili değildir, yalanlaştırılmış hakikattir. Temel malzemesi odur. Bu da paradoks ama yaşam da böyle bir şey.
Benim burada ne işim var
* Son zamanlarda sizi en çok ne mutlu ediyor?
- Mutluluk, benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Anların tadını çıkarmak önemli. Mutlu olmak abartılan, mitolojik hale getirilen bir şey. “İnsanlar mutlu olmak için âşık olmazlar, aşk bir kaçınılmazlıktır” diyor romanda Vylea. Bence duygular ve değerler konusunda bize öğretilen şeyleri yeniden gözden geçirmeliyiz.
* Romanda en bayıldığım kavramlardan biri, “Benim burada ne işim var?” hissi...
- Zaman zaman hepimizin kapıldığı bir his. Roman da bu zaten, adını koyamadığımız şeylere ad koyma sanatı. Birçok yere sosyal nedenlere gideriz ve hep içinde şu cümle yankılanır: “Benim burada ne işim var?”
Kelimelerin gerçekliği kalmadı
İyi bir yazarın işi, kelimelerin gerçekliğini iade etmek. “İncelikli” lafı çok moda oluyor, her şey için, “Ay çok incelikli bir şey, incelikli bir film...” filan deniyor. Dünyanın en kaba halleri için bile, “incelikli” lafı kullanılır oldu. Genelgeçer, o günün anahtarı oldu kelimeler, maymuncuk gibi. Buna, “Söylem” de dahil, “Aşkım” da dahil, “Keyif” de. Dilimizin içi boşaldı. Babamın kullandığı laflar, “izzetinefisli olmak”, “tenezzül etmemek”, bunlar çok kıymetli şeylerdi. “Oğlum, asla tenezzül etme!” derdi, “İzzetinefis sahibi biri bunu yapmaz!” Şimdi o sözcüklerin Türkçeleri yok ama kendileri de kalmadı. Değerlerle kelimeler arasındaki ilişki de koptu...
Paylaş