Aşk bu, köpeği bile kafiyeli havlatır

Cuzco'da 3326 metre yükseklikteyiz. Artık otel olarak kullanılan bir manastırda. Böyle bir şey görmeyi beklemediğimiz için olsa gerek, üzüm gibi birbirimize bakıyoruz. Müthiş bir şey. Umberto Eco'nun romanlarından çıkmış bir sahne gibi. Ortada kocamaaan bir avlu var. O avlunun göbeğinde de 300 yıllık bir ağaç. Her yerde kemerler. Yüksek tavanlar. Devasa tablolar.

Sisli havanın içinden süzülen ışık huzmeleri görüntüyü daha da mistikleştiriyor, ‘‘İşte Peru bu!’’ dedirtiyor insana. Her şey eski. Ama aynı zamanda acayip şık ve konforlu. Pahalı da. Yonca faktörü sayesinde biz çok indirimli kaldık o ayrı. Karşı karşıya olduğumuz şey, gerçekten inanılmaz, normalde atlayıp zıplayıp acayip tepki göstermemiz gerek, ama yapamıyoruz, hareket etmek yasak, en az birkaç saat, bu kadar yüksekte durum böyle. Alışıncaya kadar sevişmenin değil, kıpırdanmanın bile yasak olduğu bir yeri, bir şehri, bu kadar beğeniyorsan, ‘‘Ya her şey serbest olsaydı...’’ diye düşünmeden edemiyorsun.

*

Bir çocuk cenneti Peru.

Yapacak başka bir şeyler olmadığı için bol miktarda çocuk yapmışlar.

Güzel gözlü çocuklar.

Sempatik çocuklar.

Ama çok fakirler.

Gözlerinde yoksulluğun anlamsız neşesini ya da anlamlı hüznünü aynı anda görmek mümkün. Sürekli bir şeyler satmak istiyorlar. Sulu boya resimler, takılar, şapkalar, bereler, hatıra eşyalar.

En acı olanı da yoksulluğun İstiklal Marşı: Umut.

Sana bir şey teklif ettiler ve almadın değil mi, gözlerindeki ışıltı sönmeden, bir kere daha soruyorlar: ‘‘Belki sonra alırsın?’’ Sesini çıkartmazsan, daha da umutlanıyorlar, biraz daha tizleşiyor sesleri: ‘‘Belki yarın alırsın...’’

Ama komikler de!

Gerçek dillerindeki isimlerini turistlerin söylemesi zor diye pratik bir yöntem bulmuşlar. Diana Ross, Elvis Presley, Michael Jackson gibi akılda kalması kolay Amerikan star adlarını kullanıyorlar.

Üstelik onları da numaralıyorlar:

‘‘Merhaba. Ben Elvis Presley 1’’ gibi mesela.

Eski tapınakların üzerine kurulmuş pek çok katedral ve kilise var Cuzco'da. Belli ki eski İnka İmparatorluğu'nun hem dini merkezi hem de kalbiymiş.

*

Machu Picchu yoluna düşmeden önce, sandığımızın aksine ‘‘Peru eşittir İnka değildir’’i öğreniyoruz. Onlar, son gelenler. Koskoca bir medeniyetin, bir kültürün son halkası. O yüzden ülke onların damgasını taşıyor.

İyi niyetli ama biraz tuhaflar.

Yazmaya asla ilgi duymamışlar, yazıyı keşfetmemişler.

Bütün iletişimleri çizim üzerinden.

Ruhani bilimlerde çok ileriler ama bu gezegenin insanı değiller.

O yüzden de İspanyollar geldiklerinde savaşmayı bilmedikleri ve dünyada neler olup bittiğinden habersiz oldukları için hemen yenilmişler.

Sanata inanılmaz bir ilgileri var.

Ve yatkınlıkları.

Ortalıkta çok ilginç sonuçlar görüyorsunuz.

Ülkelerinin sonradan gelen hakimi İspanyol demiş ki, ‘‘Şu resmi yapacaksın’’, ‘‘Başüstüne olur’’ demişler, yapmışlar, ama araya çaktırmadan kendi inançlarının sembollerini de, ayları, güneşleri, çiçekleri, böcekleri sokuşturmuşlar, tablolarda resmen görüyorsun, İnka-ispanyol sentezi yani.

*

Artık yüksekliğe alıştık.

Hareket özgürlüğümüzü de yeniden kazandık!

Her maceraya, en heyecan vericisi Machu Picchu'ya hazırız.

Zaten Peru'ya da bu amaçla gelmişiz.

Marş, marş!

Demekle olmuyor tabii.

Yürünecek mesafe değil.

Bir gün trenle çuf-çuf gidiyorsun.

Sabahın köründe.

Eski bir mavi trenle.

İnanılmaz bir doğa; dağlar, bulutlar, ormanlar, vadiler, uçurumlar, tepeler, zirveler ve bir acayip sis...

Tanrı'ya yakın bir yerlerde olduğun çok aşikar.

Doğa o kadar güzel ki, o yüzden.

Yanındaki adamın sana öyle gelmesi de belki o yüzden.

Trenden indiğin yerde bir otobüse biniyorsun, başlıyorsun tırmanmaya. Çık baba, çıkalım! Aman aman aşağıya bakmayalım! O kadar yüksek ki. İspanyollar yüzlerce yıl Peru'da istilacı olarak kalmalarına rağmen keşfedememişler Machu Picchu'yu. 1911 yılında elin Amerikalısı gelip eliyle koymuş gibi bulmuş. Yale profesörünü alkışlamak mı, kızmak mı gerekiyor bilmiyorsun. Dağların tepesinde bulutların üstünde öylece gizli kalsaydı Machu Picchu daha mı iyi olurdu acaba? Keşfeden tarihçi Hiram Bingham'ın bu antik şehri yağmaladığı, bir sürü tarihi kalıntıyı kendi ülkesine taşıdığı da söylentiler arasında.

İnsan bu antik şehirden neden bu kadar etkileniyor? Niye orada resmen aklını kaybediyor?

a) Konumundan, dağların tepesine böylesine organize bir şehir kurmak akıllara ziyan çünkü.

b) Ve bu muazzam inşaatta bir damla harç yok. Dolu sır var yani. Taşlar, lego gibi birbirinin üzerine öyle yerleştirilmiş ki, bunca yıldır, bunca doğal felakete rağmen (en az üç deprem), dimdik yıkılmadan, ayakta duruyor.

Bu güzelim kentin neden terk edildiği de bilinmiyor. Tam olarak ne için kullanıldığı da. Teorilerden bir tanesi, Machu Picchu'nun ‘‘seçilmiş kadınların kenti’’ olduğu. Çünkü bulunan iskeletlerin yüzde 80'i kadınlara ait. Ve tabii had safhada mistik bir yer. Meditasyon için gelen giden turistin haddi hesabı yok. Pozitif enerji verdiğine inanılan taşlar var. İnsanlar dokunuyor, okşuyor, onlarla konuşuyor. Ama aynı şey, kötü enerji verdiğine inanılan taşlar için geçerli değil. Onların etrafı iplerle çevrilmiş durumda. Dokunanın vay haline!

*

Cuzco'da kaldığımız manastır otelin küçük kardeşi de burada olmasın mı?

Olsun.

Antik kentin dibindeki 21 odalı bir otelde konaklıyoruz.

Şaka gibi. Rüya gibi.

Dünyanın tepesindeyiz biz.

Kafamız resmen bulutlardan çıkıyor. Kendimi Guliver gibi hissediyorum, her şey ama her şey minyatür sanki. Keyfimize, neşemize, heyecanımıza, mutluluğumuza diyecek yok.

Özellikle de benim.

Sevgililer Günü'nü Machu Picchu'da kutluyorum.

Tanrı'dan daha ne isterim?

Şu karşıdaki dağa tırmanmak!

*

Evet, bir delilik yaptık.

Huayna Picchu'ya tırmandık.

Bir daha çıkar mısın deseniz, dört harf: Asla.

Ama o anda, orada korkmak, ayıp geldi bana. Bir de haksızlık. Kendime haksızlık: Gelmişsin buralara, çık bari oraya. Gerçekten de öyle bir his geliyor insana, daha tepeye, en tepeye çıkmak. Demek ki, pek çok insana bu his geliyor. Çünkü kayıtlara göre her yıl onlarcası ‘‘Bu antik şehir en en tepeden nasıl görünüyor?’’ sevdası yüzünden boşluğa yuvarlanıyor. Sonsuza kadar uzanan merdivenleri tırmanırken tutunacağınız pek bir şey yok da...

Tamam, Sevgililer Günü ama sevgiline de tutunamıyorsun.

O mu düşsün yani!

Ama zirveye vardığında (sadece üç kaya var), bütün Machu Picchu ayaklarının altında, öyle bir sarılıyorsun ki yanındaki adama, İnkalar'ın topu gelse ayıramaz seni valla... Of be kafiyeye bak!

Hemen şu lafı hatırla:

‘‘Aşk bu, köpeği bile kafiyeli havlatır!’’

Bu yazı da burada son bulur.
Yazarın Tüm Yazıları