Bugünü ‘‘kontenjandan pirzola günü’’ ilan ediyorum. Uzun zamandır kırmızı etle ilişkisini kesmiş biri olarak, Hürriyet alacarte lokantasının aşçıbaşısı Güney sayesinde pirzolalarla barışma operasyonumu sizlerle paylaşıyorum. Pirzola, pirzola sen çok yaşa! Unutmayın ki, iki pirzola bir kahkaha!
‘‘İnsan bir yere ait olmaz bebeğim. İnsan kendini bir yere ait hisseder.’’
Aynen böyle demişti. Böyle felsefeye çalan sözler etmeyi pek severdi.
Ben de ağzım açık dinlerdim.
Özlemişim demek ki...
Olduk olmadık zamanlarda aklıma düşüyor.
İncir kabuğunu doldurmayan o mesele şuydu: Havaalanı yolundaki eski Sabah'ta çalışıyoruz, bina yeni yapılmış, çok havalı. İki tane de yemek yenecek yer var. Biri, bildiğimiz çalışanlar için yemekhane, fiks mönü ve self servis. Öbürü Beyti'nin alacarte lokantası. Masana oturuyorsun, garsonlar gelip siparişini alıyor.
‘‘Buraya şunlar girebilir, şunlar giremez!’’ diye bir ayrım, bir yasak, bir kısıtlama yok.
İsteyen, istediği yerde parasını bayıldıktan sonra istediği yemeği yiyebiliyor.
Ne var ki kısıtlama benim beynimde!
İşe yeni başlamışım, kendimi dış kapının dış mandalı hissediyorum, acemi bir çaylak olarak ayaklarım bir türlü alacarte lokantaya gitmiyor.
Orada hep müdürler, yazarlar, imza isimli insanlar var ya, korkuyorum, çekiniyorum, neyse ne işte, bir türlü burnumu o kapıdan içeri sokamıyorum.
Kendimi oraya ait hissetmiyorum.
İşte Ercan Arıklı, o zaman söylüyor meşum lafı:
‘‘İnsan bir yere ait olmaz bebeğim. İnsan kendini bir yere ait hisseder.’’
Ve benim yemek sorunum çözülüyor.
O günden sonra kimse beni alacarte lokantadan çıkartamıyor...
*
Yazıya giriş mahiyetindeki bu çok anlamlı lokanta hatıramdan sonra esas konuya gelmek istiyorum.
Ve esas adama.
Aşçıbaşı Güney.
Hürriyet'te de yemek yenilecek iki yer var.
Biri yine fiks mönü, self servis.
Diğeri alacarte lokanta.
Akşamları bara çevriliyor.
Daha doğrusu bir süre önce orası yarı-alacarte bir yerdi. Sadece mönüden seçmeli yemekler alabiliyordun. Rejim yapanlar için, hastalar için haşlanmış tavuk, ızgara et gibi alternatifler vardı.
Ve cüzzi bir para ödeniyordu.
Fakat bir süre sonra -tahmin edeceğiniz üzere- ortalık panayır yerine döndü.
Kalabalıktan oturacak yer bulunamaz, yemek yenilemez hale geldi.
Bunun üzerine, hak ettiği fiyatlardan yemek yenilen ciddi bir alacarte lokanta haline dönüştürüldü.
Şu anda seçenekler acayip!
Ne istersen yiyebilirsin.
Ve benim de Ercan Arıklı'nın tezgahından geçmiş bir basın elemanı olarak artık kendini bir yere ait hissetme konusunda hiçbir sorunum yok.
Rahat rahat bu lokantaya gidip gelebiliyorum.
İstediğim yemeği yiyebiliyorum ve size orada tanıdığım ve çok sevdiğim birini, aşçıbaşı Güney'i tanıtmak istiyorum.
Çünkü o bunu hak ediyor.
Bir de Hasan Bey var ama Güney'den rol çalmayalım diye ondan söz etmiyorum.
*
Aşçıbaşı Güney, sıradan bir yemek ustasıydı.
Taa ki lokanta müdürü Hasan Bey, kafaya takıp, onu kursa gönderinceye kadar.
Kurs dediğim de, The Marmara'nın meşhur mutfak şefi Sedat Usta'dan ders aldı. Bir süre haftada 2 gün, işi gücü bırakıp Taksim'e taşındı. Orada ne olduysa oldu, aşçıbaşı Güney, bizim lokantaya geri döndüğünde hayatımıza başka bir renk girmeye başladı.
Yemek yapmanın ve sunmanın bir sanat olduğu konusunda iyice uzmanlaştı.
Artık öyle bir haldeyim ki, yemek saatlerinde onun hazırladığı tabakları görebilmek için sabırsızlanıyorum.
Dikkatinizi çekerim, yemek için demiyorum, görebilmek için diyorum!
Adam resmen pirzoladan ben diyeyim heykel, siz deyin tablo yapıyor.
Benim bu zaafımı bildiği için de bana bir şey hazırlarken iyice abartıyor.
Bazen, ketçap ve mayonezle yaptığı sürrealist çalışmalara bile tanık oluyorum!
Ve nasıl hoşuma gidiyor anlatamam.
Zaten hayatta şunu bilir, şunu söylerim: Yapacağın işi adam gibi yapmak için elinden geleni esirgeme. Yaptığın şey bir fark yaratsın, fark edilsin.
Yoksa yemek yapılır.
Lezzetli yemek de yapılır.
Ama hem lezzetli hem insanın gözünü okşayan yemek yapmak, sofra hazırlamak, işte bu farklılıktır.
Ve ben aşçıbaşı Güney'in bu çabasını çok alkışlıyorum. Boşa gitmesin istiyorum.
Herkes onun bu çabasını takdir etsin diye bu öyküyü size de anlatıyorum.
Herkes herkesin çabasını takdir etsin, değerlendirsin, alkışlasın, afferin desin, yüreklendirsin.
Buna hem bizim hem karşımızdakilerin ihtiyacı var.