Paylaş
Neredeyse fotoğrafını çektiği ünlüler kadar
o da ünlü.
Çok alçakgönüllü,
dürüst ve samimi.
Ve komplekssiz.
Bir sürü iş yaptık birlikte.
Ama böyle bir hikayesi olduğunu bilmiyordum.
Duyduğumda şapkam uçtu.
İmkansızdan
yaratılan mucize.
Herkesin altından kalkabileceği bir şey değil.
Benim için gerçek başarı öyküsü bu tür hikayeler.
Zeynel Abidin’in fotoğrafçılığı bir yana, çocuklarıyla kurduğu ilişki de muhteşem. Şekilde görüldüğü gibi. Bir çocuk, babasının kucağında ancak bu kadar huzurlu olabilir…
Hikayeniz nerede başlıyor?
- Adıyaman, Şanbayat.
Nasıl bir yer?
- Bütün evler kerpiç. Sarı. Altın sarısı. Göz alabildiğine kıraç.
Her şey sert ve köşeli. Dağlar da tepeler de. Yumuşak hiçbir şey yok. İkimi ve coğrafyası gibi insanların kişiliği de sert.
Neler hatırlıyorsunuz?
- Sirk gelmişti, o gitmez gözümün önünden. İlk gazozumu içmiştim, o tadı hala bulamıyorum hiçbir şeyde. Ve başka bir kare, ben damdayım, aşağıya bakıyorum gizlice. Babamın ölüsünü yıkıyorlar evin önünde.
Ne iş yapardı babanız?
- Kahveci. Trafik kazasında vefat ettiğinde, yedi yaşımdaydım. Bizim oralarda evin önünde yıkarlar ölüyü. Bana göstermek istemediler, dama kaçıp seyrettim.
Yaşadığınız ilk travma bu mu?
- Yok değil. İlki, koyu bir karanlık. Dört kardeşiz, dört oğlan, yaramazlık yaptığımız zaman, bizi ahıra kapatırlardı, kapkaranlık. “Öcü var orada” derlerdi, ödümüz patlardı. Bir gün, ciddi bir suç işledim, komşu çocuğun kafasını yardım, beni o karanlık ahıra kapattılar. Kapının civarında biraz ışık var, orada ağlıyorum. Arkamı dönüp, ahırın dibine bakamıyorum bile. Sonra birden canıma tak etti, “Ya” dedim, “Yerse yesin beni bu öcü” ve ahırın dibine kadar gittim. “Aaa yiyen miyen yok, öcü- möcü yok!” Sırrı çözmüştüm. Artık yaramazlığı yapıyordum, elimi kolumu sallaya sallaya ahırın dibine gidiyordum. Ama tabii babamın ölümü, böyle kolay atlatabildiğim bir şey olmadı. Yüzü gitmiyor hala gözümün önünden.
Sizden başka kim vardı damda?
- Kimse. Zaten fark ettiler ve indirdiler beni aşağıya. Ama iyi duruyordu. Ölüydü ama hala babamdı o benim. Antep yolunda geliyorlar, şoför karşıdan gelen kamyona vurmamak için direksiyonu kırıyor, şarampolden aşağı yuvarlanıyor, iki kişi vefat ediyor,
biri babam.
Sonra?
- Sonra İstanbul. Annem bize bakamıyor, amcamın yanına İstanbul’a gönderiyor. Dokuz yaşındaydım otobüse bindirdiler, gönderdiler.
Korkutunuz mu?
- O bölgede yaşayan insanlarda, cehaletten midir nedir, öyle kolay kolay korku olmuyor. Kurttan çiyandan, yılandan, silahtan da korkmazdık. Yaşadığın şartlar o kadar sert ki, sen de sert oluyorsun. Gece uyanırdık, tepende yılan, dedem, amcam ya da birileri alır tüfeği ateş eder, hayvan düşer, biz uyumaya devam ederdik. Büyük şehri, “Üstten tren geçiyor, alttan araba” diye anlatırlardı, bir türlü hayal edemezdim. “Ulan nasıl olur? Alttan araba geçiyor, üstten tren, tepesi yıkılır, yalan söylüyorlar!” derdim.
İstanbul’da yaşadığınız ne kadar büyük bir fakirlik?
- Şöyle tarif edeyim: Amcam, bir otomobil tamircisinde çalışıyordu. Dedem inşaatta vasıfsız işçi olarak, babaannem de evlere temizliğe gidiyordu.
Kaç çocuk var evde?
- Amcamın bir çocuğu oldu ama çok yaşamadı, zatürreden vefat
etti, bakımsızlıktan. Ben ve ağabeylerim kaldık…
Amcanız müthiş adammış, size babalık etmiş…
- Evet, Allah uzun ömür versin, gerçekten babalık yaptı. O ve yengem düşünsene, üç çocuk büyüttü, hepimiz iyi kötü adam olduk.
BEN HARİÇ HERKES ANNEMİ REDDETTİ
Annenizi ne kadar sıklıkla görürdünüz?
- Neredeyse hiç. Dokuz yaşımdan sonra toplasan beş kere görmüşümdür. 17 yaşında bir gittim, amcamın oğluna dedi ki, “Mehmet, yanındaki arkadaşın kim, tanıştır hele!” Tanımadı beni. Babamdan sonra yeniden evlendi ve bütün aile onu reddetti. Ben hariç. Dedim ki, “Kadının hakkı, ne istiyorsunuz, tek başına nasıl yaşasın?” İkinci kocası da kapının önünde vuruldu. Bir daha da evlenmedi. Tek başına yaşamayı seven, kimseye yük olmayan bir kadındır. Ama annem gibi hissettim mi diye sorarsan, yok; hem anasız hem babasız büyüdüm.
Orada kalsanız nasıl bir adam olurdunuz…
- Şoförlük yapıyor olurdum herhalde.
Peki İstanbul’daki maceranız nasıl devam etti?
- İlkokulu bitirdim, ortaokulu bitiremedim. Amcam dedi ki,
“Bu böyle olmuyor, sen okuyamıyorsun, iki tane iş seçeneğin var, o zaman çalış…”
Neydi onlar?
- Biri tamirhanede çıraklık, diğeri fotoğrafçılık. Yazın bir tamirciden okkalı bir tokat yediğimden, fotoğrafçılığı seçtim, Kızıltoprak’ta bir fotoğrafçının yanında işe girdim. 12-13 yaşındayım, her şeyi yapıyorum, bir baltaya sap olmaya çalışıyorum. Bir gün aynanın önüne geçtim ve kendi kendime dedim ki, “Galiba sen okuyamayacaksın, o kadar kafan yok, o zaman bari yaptığın işin en iyisi ol!” Öyle bir sözüm var kendime, “En iyisi ol Zeynel, en iyisi ol…” Böyle gözümün içine içine baktım, kalbime, beynime gitti o laf. Sonrasını ne sen sor ne ben anlatayım, senelerce, gece-gündüz çalıştım. O kadar büyük bir yokluktan geliyorum ki, hiçbir şeye hakkım yokmuş gibi utanıyordum her şeyden. Lüks araba gördüğümde bakmaya utanırdım. Yoldan güzel bir kız geçtiğinde de kafamı çevirdim. Zaten 23-24 yaşıma gelinceye kadar, “Bundan bir bok olmaz!” dediler. Bense çalışmaya devam ettim. Çok sessiz gittim. Sanki çok uzun bir ömrüm varmış gibi, sanki çok çok uzun yaşayacakmışım gibi, sıramı bekledim. Sıramı beklemeyi bildim. Erenköy’ün üstünde otururdum, Bağdat Caddesi’ne yürürdüm bazen, Divan Pastanesi’nin önünde geçerken başımı öne eğerdim.
Neden?
- Çünkü varlıklı insanlar giderlerdi oraya, benim yetkim, hakkım yoktu onlara bakmaya, bana öyle gelirdi. Oraya ilk defa girip oturduğumda 25 yaşındaydım.
Ama siz Zeynel Abidin oldunuz. Hırs mı, azim mi, işini tutkuyla yapmak mı?
- Zeynel Ağagül diye çıkıyordum. Bir arkadaşım dedi ki, “Sen Zeynel Abidin değil misin?” dedi. “Evet” dedim, “Salak mısın?” dedi, “Niye Zeynel Abidin’i kullanmıyorsun? Senin adın bu.” Önce anlamadım ne demek istediğini. “Adını kullan” dedi. “Adını kullan, bak hayatın nasıl değişecek…” Gerçekten imzamı ne zaman Zeynel Abidin diye
atmaya başladım, benim bütün hayatım değişti.
Nasıl oldu anlamadım…
- İsimler bir şey taşıyor. Boşuna konmuyor. Tesadüf değil hiçbir şey. Bir ağırlığı, gücü var. Kullanmayı bilirsen. Seni çok yükseğe de çıkarabilir, aşağıya da çekebilir. Zeynel Abidin, Hz. Ali’nin torununun ismi, 12 imamdan biri. Bana o kişi, “İsmin o kadar kuvvetli ki, sana verilen ismi kullan” dedi. Dediğini yaptıktan sonra hayatım değişti. Bir de ben yaptığım hiçbir şey kendim için yapmıyorum. Bence en önemli şey bu.
Nasıl yani?
- Bir şey olayım diye, çok iyi olayım diye, çok ünlü olayım diye değil. Ben yaptığım işi, beni yaratan benden hoşnut olsun diye yapıyorum. O benden razı olsun diye. Yolum bu. Tanrı bizi ruhundan üflemişse, o ruhu ayna gibi kullanabiliriz diye düşünüyorum. Verdiği ruhu, yeteneği bir ışık olarak algılıyorum ve o ışığı yansıtmaya çalışıyorum. Bu işlere çok kafa yoran biriyim. Ama beş vakit namaz kılan biri de değilim. Ne var ki inancım kuvvetli. O kadar çok sinyalleri var ki bu hayatta, görmeyi bilirsen, her yerde tabelalar, ışıklar, sesli uyarılar var. Evet, her an bir seçim yapmamız gerekiyor hem de her konuda ama bize yardımcı olacak ‘işaretler’ var…
HAYAL EDEBİLİYORSAM SONUNA KADAR GİDERİM
Neler onlar?
- Amcam bana “Tamirci mi olacaksın, fotoğrafçı mı?” diye sorduğunda, “Fotoğrafçı” demiştim, çünkü tamirciden tokat yemiştim, o tokat işaretti. Tabii sonradan farkına vardım, 30’lu yaşlardan sonra birtakım şeyleri anlamaya başladım. İç sesime kulak veririm. Diyelim bir fotoğraf çekeceğim ama resmi kafamda oluşmuyorsa, vazgeçerim. Hayal edemezsem, vazgeçerim. Hayal edebiliyorsam, sonuna kadar giderim.
Bu iş ne ifade ediyor sizin için?
- Sınavların sonucu.
Sınavı geçtiniz mi yani?
- Hayır hayır, sınavı son saniyeye kadar geçemiyorsun. İnsanlar, “Geçtim” dediği zaman geri kalmış oluyor. Ben hep korkuyorum. “Geçtim” dememek için korkuyorum. “Bugüne kadar çektiğin en iyi fotoğraf hangisi?” diye sorarlar, yok öyle bir fotoğraf. O gün hakikaten güzeldi benim için mesela, insanlar da eğlendi, iyi iş çıktı, ama ertesi gün, yok o fotoğraf. Çünkü o fotoğrafa takılırsan, geçmiş fotoğraflarla, başarılarla yaşarsan, hiçbir yere gidemiyorsun. O yüzden sınav bitmiyor ya. Aslında o tam sınav da değil, illa ki yaptığın şey sana geri dönüyor, iyilik de, kötülük de.
Kendinizi ne kadar ciddiye alıyorsunuz?
- Fotoğrafçı olarak almıyorum. Ben hala yaşayıp yaşamadığımı anlamaya çalışıyorum.
Nasıl yani?
- Zamanı kavrayamıyorum. Zamanı kavramaya çalışıyorum. Gerçek miyim, değil miyim, anlamaya uğraşıyorum.
Sizin hayat maceranızda bir de kalp hastalığı var?
- Ya sorma, fakirlik fukaralık derken kalp de çıktı. Damar darlığı varmış doğuştan. Sırtımdaki sivilce için doktora gittim, cildiyeci yoktu, al sana bir işaret daha: “Dahiliyeci var” dediler, “Gelmişken bir kontrol ettireyim” dedim. Adam bana, “Evladım senin derhal ameliyata girmen gerekiyor!” demesin mi? Yaş 18. Arkadaşlarım okuyor, geziyor, tozuyorlar, flört ediyor, güzel bir hayat yaşıyor. Ben ne yapıyorum? Çalışıyorum, durmadan çalışıyorum. Ve soruyorum kendi kendime: “Niye?” Baş kaldırmak değil, isyan değil, anlamaya çalışıyorum. Bir de açık kalp ameliyatı çıktı başıma. Amcamlar üzülmesin diye haber vermedim, tek başıma gidip Haydarpaşa Göğüs Cerrahisi’ne yattım. 45 gün bekledim, camın kenarında mavi pijamalarımla…
Neden bekliyorsunuz?
- Kan bekliyorum. Çünkü kan grubum B negatif, çok sık bulunan bir şey değil. Kimse ziyarete de gelmiyor, söylememişim çünkü, işten izinliyim. O yıllarda açık kalp ameliyatı da bugünkü gibi değil, daha zor şartlarda yapılıyor. Ama kadere bak ki, ameliyattan önce bir kızla tanışıyorum: Rabia. Kapının önünden geçerken göz göze geliyorduk. Dördüncü gün kapıya çıktım, “Geçmiş olsun” dedi. Oracıkta canımı alsalar hiç önemli değildi. Sonra bir daha, “Geçmiş olsun” dedi, sonra bir kere daha. Oturduk konuştuk. O kadar ilgilendi ki benimle. Annesi oradaymış, onu ziyarete geliyormuş, lisede okuyormuş. Elini bile tutmadım ama nasıl bir aşk anlatamam, kanatlandım, uçuyorum. Benim anestezi yapmadan kesseler, umrumda bile değil.
Peki ameliyat?
- Sonunda aldılar. Çıplak bedenime o yeşil örtüyü koydular. Allah bir melek yolluyor adı da Rabia, onun sayesinde uçarak ameliyathaneye giriyorum. Beni bir yerde bıraktılar, dört duvar ve tavan, orada yine şunu sordum kendime: “Neden ben? Niye yedi yaşımda babamı aldın, niye beni annesiz, babasız büyüttün? Niye fakirim? Bir de durup dururken kalp hastalığı çıkardın? Bundan sonra kim bakar bana, kim benimle evlenir? Neden?” dedim. Tabii yukarıdan bir cevap filan gelmedi. “Peki o zaman ben bir şey söyleyeceğim” dedim, “Beni buradan kurtar, süper adam olacağım demiyorum ama iyi ve temiz bir herif olacağım. Tek ricam beni buradan sağ çıkart.” Sonra, “Say bakalım” dediler, 1, 2, 3… 4 bile diyemeden gittim.
Rabia?
- 15 gün sonra geldi ve, “Bundan sonra görüşemeyiz” dedi. “Niye?” bile diyemedim, anladım çünkü, o beni köprüden geçirmekle görevliydi. Bana çok karanlık, çok acılı gelebilecek o yolu, o aydınlattı. İşi bitti,
“Bir daha gelmeyeceğim” dedi. Bir daha da hiç görmedik. Ama Allah ondan bin kere razı olsun, 16 yaşında, hayatımı aydınlatan
bir kızdı…
O “Neden ben?” sorusunu herkes soruyor kendine, siz cevabını alabildiniz mi?
- Bence aldım. Yaşadığın ya da sahip olduğun iyi ya da kötü hiçbir şey bedelsiz olmuyor. Bir sürü acı şey yaşadım ama sonra Allah sonra öyle bir yetenek ve güç veriyor ki, bir müddet sonra bir şeylere kavuşuyorsun, mesleğinde iyi bir yerlere geliyorsun, insanlar seni ciddiye alıyor, saygı duyuyor, çok sevdiğin bir kadın ve çocukların oluyor.
Sonra düşünüyorsun, “Ben bütün bedelleri o zaman ödemiştim” diyorsun,
“Onların mükafatı bunlar...” Başkalarını bilemem ama ben böyle düşünüyorum. Her şeyin bedeli vardı, şuursuzken, aptalken, bilinçsizken her ne ise, biz onların hepsini ödedik. Peki bundan sonra ödemeyecek miyiz? Belki çok daha büyük bedeller ödeyeceğiz ama Allah bizi onlardan sakınsın. Başka türlü halletmeye çalışıyoruz, iyilikle dürüstlükle. Bir gün dediler ki, “Bir milyon dolar verelim, arşivindeki şu şu fotoğrafları ver”, “Yok” dedim, “Satılık değil…”
“Büyük şehri, ‘Üstten tren geçiyor, alttan araba’ diye anlatırlardı, bir türlü hayal edemezdim. ‘Ulan nasıl olur? Alttan araba geçiyor, üstten tren, tepesi yıkılır, yalan söylüyorlar!’ derdim”
ZEYNEL ABİDİN’İN TANRI’YLA PAZARLIĞI Allah canımı ne zaman alacak
Aileniz sizin için ne ifade ediyor?
- Her şey. Ben hep “Boşanmak için evlenmeyeceğim” diyordum. Eşim Yonca ile üç yıl aynı binada çalışmışız, hiç tanışmamışız, bir gün bir çekimde tanıştık. Üç gün sürdü çekim. Dördüncü gün aradım, “Ya ben seni özledim, çok alıştım sana. N’apıyorsun?” dedim, “Çalışıyorum” dedi, “Boşver çalışmayı gel fotoğraf seçelim” dedim. Geldi. “Ne istiyorsun?” dedim. “Hayattan mı?” dedi, “Evet” dedim, “Elimde sihirli bir değnek var, ne istiyorsan söyle, gerçekleşecek”... “Erken anne olmak istiyorum” dedi, “Üç çocuk istiyorum, beni ve onları çok sevecek bir koca istiyorum” dedim. “Tamam” dedim, “Piyango karşında duruyor. Beni çağırdın geldim!” Şimdilik iki çocuğumuz var, elimden geldiğimde
iyi koca ve baba olmaya çalışıyorum. Benim yaşayamadığım şeyleri onlara yaşatmak istiyorum, kısmen başarıyorum da…
Nasıl farklı bir babasınız?
- Onu tarif etmek zor. Hiçbir davete, organizasyona gitmiyorum. Pazar günleri çalışmıyorum. Çünkü o çocuklar çabuk büyüyor, onlarla birlikte olmak istiyorum, onların bir babası var ve hep yanlarında, gözü dışarıda değil, şanda şöhrette, parada pulda değil. Sadece onları seviyor ve gerçekten seviyor. Beş yaşındaki oğlum bana, “Sen dünyanın en iyi babasısın!” diyor, ben bu lafı edemedim, çocuğum söyleyince mutlu oluyorum.
İsimlerini koyarken dikkat ettiniz mi?
- Ettim, ettim. Sadece annesine babasına hayırlı olsun istemedim. Her şeye, bütün insanlığa, hayırlı olsun istedim. Birincisi Berşan, yardım edenlerin şahı demek. Yardım etsin, bundan daha güzel bir şey yok. Eli ayağı tuttuktan sonra yardım etsin. Yuvada öğretmeni, “Şimdiden herkese yardım ediyor” diyor. Alan el değil veren el olsun istedim. Hep almaya alıştık, insanları öyle alıştırdılar, o almasın, hep versin, dağıtsın. Öbürü de Alihan. İlmin ve kuvvetin gücü. İnşallah isimleri gibi olurlar, temennimiz bu.
Ailenize bu kadar sahip çıkmanızın sebebi, sizinkinin dağılmış olması mı?
- Elbette. Ben Tanrı’yla çok konuşan bir adamım. Bir gün, “Allah’ım beni Türkiye’nin en iyi fotoğrafçılarından biri yapmadan canımı alma” dedim. “Bunun için deli gibi çalışacağım. Ondan sonra alabilirsin.” Ama tabii daha henüz bekarım, 6-7 sene geçti, birileri, “Valla, Türkiye’nin bir numarası oldun, sağda solda fotoğrafların konuşuluyor” dedi. İçime bir kurt düştü, “Ulan yoksa ölecek miyim?” diye. Sonra “Allah’ım” dedim, “Daha önce söylediklerimi düzeltiyorum, cahilliğime ver, senden tekrar bir şey rica ediyorum, beni dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri yapmadan canımı alma.” Sonra bir gün bir arkadaşım aradı, “127 ülkeye dağıttık senin çektiğin fotoğrafları” dedi. Türkiye’nin ilk beş fotoğrafçısının ismini saydıklarında, öyle ya da böyle adım geçiyor, yurtdışında billboard’larda fotoğraflarım yer alıyor. Ve dedim ki Tanrı’ya, “Artık hazırım, istediğin zaman canımı alabilirsin!” Sokakta yürürken, ayaklarım 5-10 santim yukarıdaymış gibi hissediyordum, hafiflikten. Bir şey sahibi olmaktan değil, hiçbir şey sahibi olmadığımı hissettiğim için. Bütün yüklerimi atmıştım.
Ta ki baba olana kadar…
Öyle mi?
- Evet, çocuğumu ilk kucağıma aldığım zaman şaka gibiydi. Sonra bir gün tekrar dua ettim, “Allah’ım” dedim, “Hepsini geri alıyorum, ben artık kendim için gerçekten bir şey istemiyorum ama bu çocuklara, senin de takdirinse tabii, çok rica ediyorum biraz doyayım, onlar da bana doysun. Ondan sonra al canımı…”
Paylaş