Ayrılıkla sonuçlanan, acıklı, sarsıcı, insanı yaralayıcı bir evlilik deneyimi geçirdi. İki kadın, bu travmayla nasıl başa çıktığını konuştuk. "Ben çok güçlüyüm, bana koymadı, ucuz atlattım" filan yapmadı. Acıyı dibine kadar yaşamış, hatta psikolojik destek almış. Cem Mumcu’ya gitmiş, kendini yeniden tanımış, bir sürü şeyi neden yaptığını anlamış. Ve hayatında yepyeni bir sayfa açmış, yeni kararlar almış, yeni bir eve taşınmış, kilo vermiş, gençleşmiş, daha da
güzelleşmiş...
Evlendiniz, çocuk doğurdunuz, ayrıldınız, tek başınıza çocuk büyütüyordunuz, bir adama aşık oldunuz. Adam karısından ayrıldı, birlikte oldunuz, şaşaalı bir düğünle evlendiniz ve derken boşandınız... Şu kısa yakın tarihinize baktığınızda ne görüyorsunuz? Yaşadığınız neydi?
- Bir adamı sevdim, başıma gelmeyen kalmadı, canıma okundu, yaşadığım budur. Ama bildiğim bir şey var, göğsümü gere gere söylüyorum: Yanlış bir şey yapmadım. Bu olayla, benim için bir dönem kapandı. Geçenlerde 34’ü bitirdim, artık 35’im. Hayatımda yeni ve beyaz bir sayfa açıldı, buradan devam etmem gerekiyor. Ediyorum da...
Peki nedir? "Kendim ettim kendim buldum" mu?- Hiçbir şey etmedim ki, bulayım...
"Eski eşimin ahı tuttu" mu?- Yok canım. O zaten benden önce evlendi...
"Çok göz önünde yaşadığımız için nazar değdi..." Mi?- Göz önünde olmasak iyiydi...
"Mutlu olanı taşlarlar. Birtakım insanlar, bilinçli bir şekilde ilişkimizi bozmak için uğraştılar. Ve becerdiler" Mi?- Bak bu, yüzde 100 doğru. Böyle bir şey oluyor. Mutluluğa tahammülü olmayan bir toplumuz. Mutluluk önümüze geldiğinde, onunla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Nasıl bir şey? Neye benzer? Neye yarar? Mutsuzlar ordusu, herkes kendisine benzesin istiyor. O zaman hayat, daha dayanılır hale geliyor. Sanırım mesele bu. Benim hikayem dışında da, insanların, aşk, başarı, zenginlik, ödül, terfi gibi durumlara gıcık kaptıklarını ve onaylamadıklarını düşünüyorum...
Geriye dönelim... Çocuğunuzun babasıyla ayrılma sebebiniz neydi? İclal Aydın markası çok büyüdü de, asimetri mi oluştu aranızda?- Şu anda kızımın babası, güzel bir evlilik yaşıyor. Eşiyle de çok tatlı bir arkadaşlığım var. Bu konulara girmem doğru olmaz. Çok hızlı yaşadım bir sürü şeyi. "Başıma bunlar neden geldi?" sorusu, benim de kendime çok sorduğum bir soru. Tanrı bana bunları neden yaşattı? Nerede hata yaptım?
İnsan, kendisiyle böyle bir hesaplaşmaya mı giriyor?- Girmez mi? Giriyor. Ve çok acıtıcı oluyor. Allah’tan benim hayata karşı o kadar tuhaf bir bağlılığım var ki, çelik tellerle filan, garip bir şekilde, ne yaşıyorsam, yaşadığım her şeyi başka bir şeye dönüştürüyorum. Dibine kadar üzülüyorum, kahroluyorum, inanılmaz kanlı gözyaşları döküyorum. Bir daha o derinlikten yüzeye hiç çıkamayacakmışım gibi görünüyor, ama işte o evrilip bir şekilde ya bir yazı, ya bir kitap, ya bir şarkı sözü, ya da şimdiki gibi bir oyun oluyor. En kötü, dostlarımı eğlendiren neşeli bir anıya dönüşüyor.
Kızınızın babasından ayrıldıktan sonra, anne-kız tek başınıza kaldığınızda, temel duygunuz neydi? A-) Hiç dert değil, bir hayat kurarız kendimize B-) Eyvah şimdi ne olacak? - Tabii ki a şıkkı. Hiç dert değil, hemen yeni bir hayat kurarız kendimize. Ama zaten ben bundan başka bir yaşama yöntemi bilmiyorum. Çok ilkel bir hayatta kalma duygusu benimki. Her zaman öyle oldu. Umarım bu gücü kaybetmem. Şöyle diyorum: "Tamam oldu bitti, çok dağıldık, darmaduman olduk, fena halde çuvalladım, ama bu üzüntüye, bu başarısızlığa teslim olamam. Yeniden başlamaya, yeniden denemeye hakkım var. Hadi bismillah..." Her olaya böyle yaklaşıyorum. Bir savaşçıyım ben...
Hiç mi korkunuz yoktu? Yalnız kalmaktan, sevgilisiz olmaktan, birileriyle bir şeyleri paylaşamamaktan...- Hayır. Mümkün değil. Çünkü ben zaten hep yalnızdım. Dün gece mesela, kızımı hastaneye götürmem gerekti. Artık o kadar alışmışım ki, kucaklıyorum onu ve hastaneye koşuyorum. İkimiziz. Başka kimse yok. Bunun gibi bir sürü şeyi yalnız başıma halletmeye o kadar alışığım ki. Kendime acıdığım zamanlar oluyor, ama buna teslim olmuyorum. Bu artık yaşam biçimim. Ben hep tektim. Birilerini sevmeye her zaman çok açığım. Kalabalık olalım, birlikte yürüyelim. Ama olmuyorsa... Olmuyor...
Tam kızınızla kendinize yeni bir hayat kurmuştunuz, aşk birdenbire nasıl kapıyı çaldı?- Öylece geliverdi... Beklenmedik bir anda, belki de zamansız oldu. İş yaşamında ne kadar dik durmaya çalışsam da, duygusal tarafım sürprizlere hep açık. Yaşadığım aşk, tamamen bir sürprizdi. Bir televizyon programında tanıştık, birbirimize e-mailler atmaya başladık...
Tamamen teslim olduğunuz, kendinizi bıraktığınız bir ilişki miydi?- Evet...
Peki neden izin verdiniz bu kadar herkesin gözünün önünde yaşanmasına?- Evet, hataydı... Şimdi bunca zaman sonra düşünüyorum da... Hataydı... Bir daha yapar mısın diye sorarsan, asla... Bu kadar herkesin önünde yaşanmasına izin vermezdim... Ne bileyim ya. Oldu. Olmasa iyiydi... Ama oldu.
Bu kadar açık olmanız, ödediğiniz bedele değdi mi?- Bu artık kapadığım bir dönem, bu sorular acıtıyor...
En son boşandığınız eşinizin yeni kitabının eskileri kadar rağbet görmemesinin bu ayrılıkta payı olabilir mi?- Bütün bu olayların şekillenmesinde bir suçum yok... Her şeyden bihaberim. Kitap satış rakamlarını filan da bilmiyorum... Olduğunu sanmıyorum... Varsa da benimle alakası yok...
İnsanlar birlikte olmanıza karşı mıydı?- Ortada "yanlış" bir şey yoktu ki...
Yeni doğurmuş ve yalnız bırakılmış bir kadın vardı ama...- O hikayenin benimle hiçbir ilgisi yok. Benim yaptığım bir yanlış yok...
Peki o şaşaalı bir düğün?- O belki bir hataydı. Ama bütün dünyada böyle şeyler olabilir. O dönem onu sevdim. Ve okey dedim. Bana güzel geldi.
Şimdi olsa...- Hayır, istemem. Bir daha da yapmam. Hande Ataizi ile uzun bir süre önce bir röportaj yapmıştın. Ona Jaguar’la ilgili bir soru soruyorsun, o da cevap veriyor. "Yaptık işte bir görgüsüzlük!" diyor. Çok hoşuma gitmişti o laf. Bir kadın bu kadar mı şeker ifade eder. Bizim Hello dergisinde yayınlanan düğün fotoğraflarımız da o hesap, yaptık işte bir görgüsüzlük...
Peki bütün bu başınıza gelenleri nasıl rasyonalize ettiniz ve kendinizi hayata yeniden adapte ettiniz?- Susarak... Sustum. Benim formülüm budur. Kendimi dinledim. Çünkü benim meselemle ilgili benim dışımda herkes konuştu. Bu da çok örseleyici ve saçma bir durum. Düşündüm "Nerede ne yaptım ben?" diye... Zaten öncesinde çok konuştum. Çünkü insan bir heyecan yaşarken ya da aşıkken, çocuksu bir telaşla paylaşmak istiyor, bütün dünyaya ilan etmek istiyor. Ben de bunu yaptım. Elimde değildi. Bana rağmen oldu. Sonrasında bir sürü şey daha oldu ve ansızın beklenmedik bir anda bir kaos başladı. Bazen neye üzüleceğime şaşırıyordum. Başıma gelene mi, yaşadığım olaylara, insanların laflarına mı? Anlamaya çalıştım bir süre. Sonra susmayı tercih ettim. Müthiş bir şeymiş. Herkese tavsiye ederim. Ve bir an geldi, acım nispeten azaldı, dindi...
Ama bir dönem, kafanızı kuma gömmek istediniz. Kaçmak, gitmek, yok olmak..- Tabii. Kaçtım da... Öyle bir haldeydim ki, sahilde oturuyorum tek başıma, kızım denizde mesela. Biri geliyor, "Ay ne kadar yalnızsınız! Sizi seyrediyorduk, çok üzüldük, hadi gelin birlikte çorba içelim" diyor. İnsanlar sürekli bana acıyor. Hem çok şahane, hem de çok acıklı. Hiç içinde olmak istemediğim bir durum. Ya da yolda yürüyorum, pizzacı diyor ki, "İclal Hanım, yoktur akşama bir programınız. Pizalar benden, bedava. Kap kızını gel bu akşam, yalnız kalma." Haydaaaaa. Tamam çok güzel, kucakladılar filan ama sevmedim bu işi. Mağdur konumundan hoşlanmadım. Bir yere gidiyorum, bütün başlar bana çevriliyor. Herkesin kafasında yaşadığım şeyle ilgili kirli bir enformasyon var. Daha fazla dayanamadım. "Yeter" dedim, "Hadi gidelim." Yunan adalarına gittik, kız arkadaşlarımla. İyi ki de gittik. O tatil sırasında bu oyun çıktı...
Bu oyun ne anlatıyor? Ne münasebetle yazdınız?- Mikonos Adası’ndayız, şahane bir plajda, sezlong bulmak mümkün değil. O şezlongçular filan nasıl havalı, yanlarına yaklaşılmıyor. "Şezlong istiyoruz" deyince, "Biraz bekleyin" filan dediler. Sonra şezlongçuların şefi geldi, en yakışıklıları da o. Şöyle bir baştan aşağı süzdükten sonra beni "Who are you?" dedi, "Sen kimsin?" Ben alışmışım yurtdışında "Neredensin?" diye sorulmasına, ezberden "From İstanbul" (İstanbul’dan) dedim. "Onu sormuyorum, sen kimsin? Farklı bir ışığın var, özel biri olmalısın" dedi. O kadar hoşuma gitti ki. Makyaj yok suratımda, saçım başım yapılı değil. Tanınmadığım, bilinmediğim bir yerde, üzerimde saçmasapan bir pareoyla duruyorum ve adamın biri, "Sen biri olmalısın" diyor...
Şezlongçuyla flört ediyorsunuz yani?- Kısmen. Ama o sayede hayata dair felsefi şeyler de düşünüyorum: Hakikaten ben kimim? Taa oralara kadar taşıdığım hüznün, kederin bir anlamı var mı? Yok. Birden oradaki varlığımı o ışıklı, tebessümlü, hoş varlığımı sevdim. Başka bir şey başladı sanki orada. O zamana kadar farklı bir davranış biçimim vardı ve o gün yakışıklı şezlongçu "Sen kimsin?" diye sorunca, kendime döndüm. Mikonos’ta fark ettim ki, kişisel hikayem katmerli bir börek kıvamına gelmiş. Bu tek kişilik oyunun notlarını hemen oracıkta tutmaya başladım. Acayip güzel acılar yaşamışım... Hoş olmuş ya... Hiçbir şey anlamsız değil... Evet, canım acımış, ama bunun da bir sebebi var. Başına hep aynı şey geliyorsa, dur bakalım biraz orada, bir düşün. Yoksa, hep yanlış adamları seçiyorsun, neden yapıyorsun? Nasıl bir eksikliktir bu?
Yanlış erkekleri seçtiğiniz noktasına geldiniz yani...- Geldim tabii... Sebebini hálá bulabilmiş değilim ama yanlış adamları seçiyorum, oyunda biraz bunu da irdeliyorum, geçmişe dönüyorum...
Oyunun adı neden Hayat Bir Kere... Bir manası, hikayesi var mı?- Mikonos’ta, bir başka sahilde eğlenirken, baktım önümde bir kızcağız oturuyor. Kızın omzunda da hayatımda gördüğüm en güzel dövme. "Burada ne yazıyor?" dedim. "Hayat bir kere yazıyor" dedi. "Evet ya" dedim, işte bu, hayat bir kere. Bir daha böyle üzülecek miyim? Hayır. Bir daha bu yaşa geleceğim mi? Hayır. Bir daha Lál 5 yaşına gelecek ve bunları yaşayabilecek miyiz? Hayır. Bir telaş Türkiye’ye döndüm, bu tek kişilik oyunu yazmaya başladım...
Birilerine cevap niteliği taşıyor mu bu oyun?- Hayır. Yaşadığım, biriktirdiğim bir sürü şeyin duygusu var, o kadar...
Polemik çıkar mı?- Yok, gazetecilere ekmek çıkmaz.
Şimdiye kadar yaşadıklarınız, yeniden bir erkeğe güvenmenize engel olur mu?- Bütün bu yaşadıklarım bir erkekle ilgili değil artık, hayatın geneliyle ilgili. Daha çekingen, daha uzak duran, daha temkinli, daha sert bir kadın oldum. Bu kadar katı değildim. Yakın arkadaşlarım "Abartıyorsun" diyorlar, "Bu da geçer" diyorlar... Bilemiyorum, şimdilik öyle...
Siz "Ömür boyu evli kalırız" diye mi evlendiniz?- Evet.
Aklınıza gelir miydi böyle bir şey?- Hiç.
Bir daha gamzeli bir adamla aşk yaşar mısınız?- Bilemem... Yaşayıp yaşayamayacağımı Cengiz Semercioğlu’na sormak lazım... Ondan izin almadan olmaz!
AŞK, DERİN BİR HAYAL KIRIKLIĞI
1970-74 arasında doğanlar... Benim kuşağım... Kederli bir kuşak... Ben mesela 1968 kuşağı bir anne-babanın çocuğuyum. Bir şeye inanmanın tadını delicesine yaşamış bir anne-baba. Babam, hep "Aşk, derin bir hayal kırıklığı" derdi. "Anneni çok sevdim, Bülent Ecevit’i de, Sovyetler Birliği’ni de. Üçünden de bir şey kalmadı elimde..." Gerçeğe dönüşememiş o inançların, bize bir hayat borçlu olduğunu düşünüyorum. Benim kuşağım, annesini babasını özleyerek büyüdü. Arada kalmış bir nesiliz. Ne politiktik ne apolitik. Bizden bir öncekiler en azından daha politikti, kitaplar okuyordu. Bizler Özal’ın ithal peynirleriyle büyüyen çocuklar olduk birden, süper bir kafa karışıklığı yaşadık. Bunlar da var oyunda...
GÜZELİM GALİBA
11 yıldır Türkiye’de iletişim sektörünün içindeyim. Birisinin gözü bana takılıyorsa ya karısı seviyordur beni ya annesi, ya da benden nefret ediyorlardır, mutlaka beni tanıdığı için bakıyordur. Oysa Mikonos’ta, bir sürü insan, beni güzel bulduğu için baktı. Bu da beni acayip mutlu etti. "Güzelim ben galiba" dedim. Böyle hissetmeye ihtiyacım varmış.
ETKİLİ ELEMAN
Önceleri üzülüyordum. Yaşadıklarıma, yazdıklarıma, insanlar tepki gösterdiklerinde kırılıyordum. "Neden benimle uğraşıyorlar?" diyordum. Sonra birden fark ettim ki, beni ciddiye alıyorlar ki, tepki gösteriyorlar. Demek ki ben, "etkili eleman"ım. Şimdi bunun keyfini çıkarıyorum. Dairenin içine girmemeye, millet, içeride kapışırken, ben dışarıdan seyretmeye çalışıyorum...