Paylaş
Aydın Boysan yeni kahramanım.
Biliyorum geç keşfettim, 92 oldu.
Ama yemin ederim, yaşının hiç önemi yok.
Beyni fırıl fırıl.
Bu yaşında, bir sürü adamın cebinden çıkarır.
Nasıl bir karizmadır, nasıl bir derinliktir, nasıl bir tatlılıktır, espridir!
Bir de flörtöz!
Bayıldık birbirimize.
Bir sürü şey öğrendim kendisinden, saygıyla, sevgiyle, hayranlıkla eğiliyorum önünde ve ilk fırsatta onunla, Boğaz’ı kuş bakışı gören, bin bir çiçekli o güzel balkonunda, rakı içmek istiyorum...
HAMİŞ: Fotoğrafları, Cem Talu’nun NTVMSNBC internet haber sitesine hazırladığı yillarinogrettigi.ntvmsnbc.com adresinden aldım. Kendisine teşekkür ediyorum...
* Siz dünyaya gözlerinizi açtığınızda, Vahdettin padişah. En eskiyi bilen siz misiniz?
- Herhalde benden daha çok yaşayan oldu. Ama Osmanlı’da başlayıp, bugüne kadar benden daha iyi yaşayan olduğunu zannetmiyorum. Güzel yaşadım ben…
* Çocukluğunuz, Cumhuriyet’in kuruluş yılları. Atatürk deyince aklınıza ne geliyor?
- İstanbul’a ilk gelişi 1927, ben o zaman altı yaşımdayım. Annemle babamla karşılamaya gittik. Hiç unutmuyorum, Söğüt yatıyla, iki Şirket-i Hayriye vapurunun arasından geçti…
* Siz nerdesiniz?
- O vapurlardan birinde. Heyecandan ölüyoruz.
* Gördünüz mü onu?
- Görmez olur muyum? Vapurun bir
tarafına yığıldık. Kaptan köprüyü bıraktı,
o da koştu geldi. Bir taraftan da bağırıyor: “Hepiniz buraya yığılmayın! Batıyoruz ulan!” Kimse takmadı tabii...
* Nasıl görünüyordu?
- Pırıl pırıl bir adamdı, el sallayıp gitti. Ben onu birkaç kere daha görme şansına eriştim.
* İkincisinde nerede gördünüz?
- Anadoluhisarı’nın dağlarında. Lise öğrencisiyim. İkinci Dünya Savaşı öncesi, öğrenciler askeri kamp yapardı. O kampların birinde, gece yarısı yürüyüşü yapıyoruz. Dar yolların birinde, iki otomobil farı gözüktü. Biri bağırdı, “Atatüüüüürk. ” Arabaya doğru koşmaya başladık, ben de en öndeyim. Mustafa Kemal Paşa, yanındakilere dönüp, “Bunlar, ne biçim asker yahu, taburu bozuyorlar!” dedi. Yanındaki de, “Bunlar öğrenci paşam!” dedi, “Ha tamam o zaman” dedi, el salladı gitti.
* Üçüncüsü?
- Florya’da Deniz Köşkü’nde denize girerdi. Bir keresinde üç metre yanına kadar yaklaştım. Kimse de bana, “Hop nereye gidiyorsun?” demedi. Dibine kadar sokuldum, gülümsedim, o da gülümsedi.
* Dördüncüsü?
- Maalesef cenazesinde! Müstesna bir insandı…
* Şimdi üzülüyor musunuz, gençler Atatürk’ü hak ettiği kadar tanımıyor diye?
- Hem de nasıl! Kahroluyorum! İlkokulun birinci sınıfında Arap harfleri okudum ben. Alfabeyi değiştirdi adam. Medeni Kanun’u değiştirdi. İmam nikâhı kalktı, resmi nikâh başladı. Mahalle mektepleri kalktı, liseler, üniversiteler açıldı. Sadece bundan ibaret değil, yaşam bütünüyle değişti. Yüzyıllarca, yobazların etkisinde kalmış bir ülke, onun sayesinde ışığa gitti. Bir de bugüne bak! 92 yaşına kadar yaşadığıma fena halde üzülüyorum. Daha önce ölseydim de bunları görmeseydim. Biz her geçen gün vahşileşiyoruz, geriye gidiyoruz…
ÇÖP İSKELESİ TERBİYESİ ALDIM
* Anneniz Nevreste Hanım nasıl bir kadındı?
- Müthiş! Çok severim, bir o kadar da ürkerim...
* Öğretmen oluşunun sizin üzerinizdeki etkisi ne?
- Bana çalışmayı öğreten annemdir. İlkokulda öğretmenim de oldu.
* Sınıfta “Anne” mi diyordunuz?
- Yok canım, mümkün mü? Zaten sınıfta, dayağı hep ben yerdim. İltimas yapmadığını göstermek için beni döverdi. Evde de, “Dersim yok bu akşam” diyemezdim, öğretmen burnunun dibinde, istersen de! Dört sene bana öğretmenlik yaptı, korkusu hâlâ yüreğimdedir. 63’te ilk kitabımı yazdım, 42. kitap oldu, 92 yaşındayım, hâlâ annemin korkusuyla çalışıyorum. Yukarıdan beni seyrediyordur diye!
* Peki babanız muhasebeci Esat Bey?
- Arkadaşlarıma zeybek öğretirdi. Samatya’daki Çocuk Esirgeme Kurumu’nun başkanlığını yaptı, çocukları severdi, sevecen bir adamdı.
* Aldığınız eğitimi ve terbiyeyi nasıl tarif edersiniz?
- Nejat Eczacıbaşı’yla 40 sene önce tanıştım. Bir akşam, “Üstat, zatıaliniz, Fransız terbiyesi mi, İngiliz terbiyesi mi aldı?” dedi. Ben de güldüm, “Aldığım terbiyeleri sayayım” dedim, “Davutpaşa Çöp İskelesi, Davutpaşa Ispanak Viranesi, Samatya Narlıkapı Çıkmazı, Yeşilköy Bamya Tarlası…” Tabii o da kahkahayı bastı...
* Çocukluğunuzun geçtiği Samatya’yı nasıl hatırlıyorsunuz?
- Güzel hatırlıyorum. Komşuluk vardı. Sağ tarafımızda, müezzin Osman Efendi Amca otururdu. Yanında Hayrettin’le Hüsniye, babaları hoca idi. Onların yanında kuyumcu Sahak Efendi, oğlu Hagop arkadaşımdı. Onların yanında da piyano akortçusu Fasulyeciyan. Hoş bir adamdı, kızı Suzi de arkadaşımdı.
* Bir de Orhan Boran’ın annesi Talia Hanım var değil mi?
- Aaaaaa! Dünyanın en güzel kadınlarından biriydi. Müthiş bir güzellik! İki yanağında iki gamze vardı ki, bakışlarınız o gamzelerin içinde kaybolur giderdi. Sonra üstteğmen İhsan Bey, kızı Bedia ve oğlu Bülent arkadaşımdı. Onların yanında da Mesaadet ve Melahat kardeşler. Ama ben gerçekten ihtiyarladım, bak o iki kız kardeşin annesinin ismini unuttum. Utanıyorum yahu!
FARK ETMİYORSUNUZ AMA DEĞİŞİM VAHİM
* Olur mu, her şeyi hatırlıyorsunuz! Bu insanların hepsi öldü mü?
- Evet, yaşadığını bildiğim kimse kalmadı…
* Sizce onların ölmesi mi, sizin hâlâ yaşıyor olmanız mı tuhaf?
- İkisi de! Fakat en tuhafı, Samatya’daki bütün çocukluk komşularımı biliyorum ama Etiler Çamlık’taki bu 12 dairelik apartmanda yaşayanların çoğunun yüzünü bile görmedim. Üstelik 40 yıldır bu binada yaşıyorum! Bu, aslında geldiğimiz noktayı gösteriyor.
* Eski yaşam biçimlerini ne kadar özlüyorsunuz? Ne kadar şiddetli bir değişime tanık oldunuz?
- İstanbul’un nüfusunun üçte biri gayrimüslimdi. Ermeni, Rum ve Yahudi. Hepimiz birlikte yaşıyorduk, büyük zenginlikti. Dünya insanlarıydık biz, şimdi o İstanbul bitti, yerine başka bir şehir geldi.
* Ne oldu da bu kadar değişti İstanbul? Şehrin ruhu nereye gitti?
- Şehrin ruhunda sanat rol oynamaz oldu. Biz tiyatro yaşatan bir semt idik. Samatya’da yahu! Haftada iki kere tiyatroya giderdik. Bugün İstanbul rezil bir biçimde, tiyatroyu yaşatamıyor. Atatürk Kültür Merkezi üç yıldır kapalı. Toplum, utanç verici bir biçimde değişti!
* Siz bu değişimi nasıl tanımlıyorsunuz?
- Cumhuriyet’in ilk 15 yılında başlayan o ileri gitme arzusu kesildi. Neden biliyor musunuz? Adına ‘demokrasi’ dediğimiz şey yüzünden. Bize ‘demokrasi’ diye yutturuyorlar. Oysa bütün insanların aynı haklarla oy vermesi, hele bizim gibi yarı geri ülkelerde, toplumu gerileştiriyor…
* Ama insanlara, “Sen yeteri kadar gelişmiş
biri değilsin, oy veremezsin, senin oyuna itibar edilmez”
denemez ki…
- Demokrasi anlayışına sığmıyor değil mi? Valla ben demokrasilerin de ıslah edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nasıl mı? İlkokulu bitirenler, sadece mahalle muhtarını seçebilecek. Lise mezunları, şehir yöneticilerini, üniversite mezunları ise, ülkeyi yönetenleri seçebilecek. O da şartlı olarak, insan olmuşlarsa, ahlaken düzgünlerse, bilgi itibariyle yetkinlerse, toplum içinde yaşamaya üst seviyede hak kazanmışlarsa…
* Bunun adı demokrasi değil elitizm!
- Valla adı neyse ne, dediğim gibi bir toplum düzeni kurulursa işler düzene girer. Yoksa
görmüyor musun, geriye gidiyoruz. Sizler fark etmiyor olabilirsiniz ama vahim bir
değişim yaşanıyor.
ARABAYI PARÇALAMIŞIM HABERİM YOK!
* Bunca yıldır içiyorsunuz. Hep mi efendi içtiniz? Filmi kopardığınız hiç mi olmadı?
- Olmaz mı? 50 sene önce, üç arkadaş Kumkapı’da içiyoruz. “Gitme, bir yudum
daha içelim” dediler, kaldım. Sonuç mu?
Gözümü yatağımda açtım. “Yine içkiyi fazla kaçırmışım” dedim, kitabımı alıp şu kanepeye yattım. Okurken, birden gözümün önüne bir hayal geldi. Arabanın sağ tarafı parçalanmış! “Ulan” dedim, “Sarhoş kafayla neler düşünüyor insan!” Üzerime alınmadan, kitaba devam
ettim. Yarım saat sonra, yine aynı görüntü. Canhıraş bir biçimde aşağıya garaja koştum.
Bir de ne göreyim! Gerçekten de arabanın sağ tarafı parçalanmış. Meğer duvara çarpmışım,
az kalsın ölüyormuşum, beni eve iki polis getirmiş. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Birlikte içtiğim arkadaşlarım da, tesadüf eseri hayatta kalmışlar. Onlarda da film kopmuş.
* Fenaymış.…
- Evet. 50 yaşını bitirdiğim gece, akşamcılığı bıraktım. 20 senedir de araba kullanmıyorum. Keyif için içiyorum, azgınlık etmiyorum.
* Kaç yıllık evlisiniz?
- 62.
* Bir evliliği bu kadar yıl sürdürebilmenin
yolu ne?
- Oooooo! Bunun için kitap yazmak lazım. İki cümleyle anlatılmaz. Ama doğru insanı seçeceksin. Ben eşime hallendiğim zaman,
o daha çocuktu. Bende iyi göz vardır!
* İçki-sigara? Hangisi daha zararlı, nasıl kıyaslarsınız?
- Sigara bir beladır. 30 sene içtim. Sonunda bıraktım, içkiden daha tehlikeli.…
* İçki-akıl ilişkisi nasıldır?
- Daha hızlı çalıştığına dair hüküm vermeye kalkışmak, bu işi hiç bilmemekten doğar!
* Ama bir cesaret geliyor içince...…
- Yok yok pervasızlık geliyor!
* İçki-cinsellik ilişkisini nasıl anlatırsınız?
- Hiçbir faydası olmadığı muhakkak.
* Aaa olur mu, rahatlatıyor insanı.…
- Romantik safhada kaldıysa, evet.
Ama erkeğin performansını artırmaz,
inadına sersem eder!
* İçki-yazı arasındaki bağlantı…
- Ne zaman içip de bir şeyler yazdıysam ertesi sabah okuduğumda hepsini yırttım!
* “Serhoş” ne demek?
- “Ser” baş demek. “Hoş” da bildiğimiz hoş. Küfür sayılması aptallık. Kişi; başı hoş olana kadar içiyorsa ve kendisini tutmasını biliyorsa, bunda bir fenalık yok. Gerçekten de içki içince, normal halinden daha hoş olan insanlar vardır, ancak içki içince çekilirler!
BİR BUÇUK MİLYON METREKARE BİNA YAPTIM
* Mimarlık ne sizce? Sanat mı, bilim mi, ne?
- Hepsi... Beş ana sanat var dünyada. Mimarlık, resim, heykel, müzik ve edebiyat. Mimarlık bunların en karmaşık olanı. Çünkü öteki sanat dallarında bir kişi işini yapıyor, bitiriyor. Burada 10 kişi, hatta 1000 kişi karışıyor içine. Öyle bir kepaze iştir mimarlık!
* Siz mimar olmaya nasıl karar verdiniz?
- 1940’ta İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne 5033 numarayla kaydımı yaptırdım. O arada baktım mimarlık fakültesinin sınavı var, meraktan girdim, kazandım. Bir hafta denemek için derslere gireyim dedim, giriş o giriş, o kadar sevdim ki, bir daha bırakamadım. 55 sene mimarlık yaptım.
* Kaç bina yaptınız? Ne kadar bir alanı kaplar?
- 200 futbol sahasını kaplar. Bir buçuk milyon metrekare bina yaptım.
* İçlerinde en unutamadıklarınız, en sevdikleriniz…
- Hepsini seviyorum da, Çayırova Arçelik ve Hürriyet’in yeri ayrı...
* Taşınıyoruz oradan…
- Maalesef duydum!
* Kanyon’un yapıldığı yerde, eskiden sizin yaptığınız Eczacıbaşı binası yükseliyordu. Yıkıldığı için üzüldünüz mü? Kanyon’u beğeniyor musunuz?
- Kanyon’un canı cehenneme! Benim binam yıkıldı, ben ona kahroluyorum hâlâ. Kısaca bu kadar söyleyeyim, uzatırsam küfür etmeye başlayacağım çünkü! (Gülüyor.)
* Arçelik’in Sütlüce’deki fabrika inşaatı sırasında yaşadığınız bir dolu anı var. Hepsi de çok komik. Fabrikanın dördüncü katına asansörle eşek çıkarmaları müthiş! Nasıl yapmışlar?
- (Gülüyor.) Birinci bina, dört katlıydı. Dördüncü katta da yemekhane vardı. Malzeme dışarıdan
gelir, asansörle yukarı çıkarılırdı. Ekmekler de eşekle gelirdi. Bir gün, hergelenin birini, “Ulan eşeği asansörle yukarı çıkaralım da, doldurma boşaltma zahmeti olmasın” diyor. Adı Vahit, bak ismini de unutmuyorum, hoş bir itoğlu itti…
* Eşeği asansöre mi bindiriyor!
- Evet, eşekçiyi de sokuyor, kendisi de biniyor. Ayağının altından zeminin oynadığını fark eden eşek, çıldırıyor. Başlıyor asansörün içinde çifte atmaya. Milleti sakatlayacak, öldürecek! Üçüncü katta durdurup dışarı çıkıyorlar. Tekrar kabine sokup indirmeye kimse cesaret edemiyor. Gözünü bağlayıp merdivenden indiriyorlar.
* Sizin şahane hikayeleriniz var, Tuzla’da donlarla denize girmişsiniz Vehbi Koç’la!
- Evet ya, onu da yaptık. Vehbi Bey’e, Çayırova’da aldığımız arsayı göstermemiştik. 700 dönüm yer, metrekaresini iki liradan almışız. İyi bir iş yaptık diye çok mutluyuz. Holdingin en üst düzey yöneticileriyle Vehbi Bey’i götürdük, sevineceğine, “Gözünüz doymamış, dağ taş satın almışsınız!” diye çıldırırdı. Oysa bedava almışız! Sonra sakinleşti. Sahilde yemek yemeğe karar verdik. Kıyıdan geçerken, “Denize girsek ne iyi olur yahu!” dedi. Sıcak da bir güneş var. “Gireriz” dedim, “Mayo yok ki” dedi, “E donla gireriz!” dedim. 60’lı yıllar, donla denize girdik…
RAKI ADABININ İNCELİKLERİ
* Hangi bardakta rakı içmeyi tercih edersiniz?
- Limonata bardağı var ya, onda içmek en rahatı. Hesabını bilirsin.
* Rakı içmenin adabı nedir?
- Rakı da, su şişesi de buzdolabında duracak. İçeceğin zaman alınacak. Bardağa önce rakı değil, su konacak.
* Ne kadar su?
- Suyla rakı miktarı, birbirinin aynı olabilir. Su, çok daha fazla olmamalı. Önce suyun, sonra rakının konması, daha iyi karışmasını sağlamak için.
* Meze-rakı ilişkisi nasıl olmalı?
- Aç karnına içmek saçma. Mutlaka içkinin hızına paralel yemek gerek. Ama çok obur da olmamak lazım.
* İlk yudumu nasıl alacağız?
- Kadeh hazır diyelim, rakıya şöyle bir bakacaksın, gözle bir hallenme olacak. Sonra burnuna götürüp, kokusunu içine çekeceksin. Akciğerlerin nasibini alacak. Sonra da yarım yudum alacaksın. Bütün değil! Ve efendim, dişlerin arasına biraz hava çektikten sonra, o yarım yudumu, yavaş yavaaaaş yutucaksın. Yutar yutmaz da helezonik olarak sallanacaksın!
* O neden?
- İçkinin en fazla keyif verdiği an, içki sırasında gırtlaktan mideye iniş sırası, o yolu uzatmak için!
* O zaman neden en iyi rakıyı zürafaların içtiğini anladım…
- Evet, boyunları uzun da ondan!
* Rakıya neden buz atılmaz?
- İlk yudumla, sonuncu yudum arasındaki lezzet farkı değişir. Erbabı bundan hoşlanmaz.
* Kavun neden rakı mezesi değildir?
- “Reçelle rakı içilir mi?” diyen enayiler, kavunla da içmemeyi akıl etmeli. Kavunla rakı olmaz. Şekerlidir çünkü. Bunun ayrılmaz bir ikili olduğunu düşünenlerde, deneyim sahibi olmama cehaleti vardır. Peynirlerden sapmayacaksın!
* Lakerda, çiroz, topik… Sizde ne tür nostaljik duygular uyandırıyor?
- Aaaaa! Samatya’yı hatırlatıyor. Bir gün birlikte içelim…
İÇTİĞİM SÜRECE RÜTBE ALSAYDIM SİYASETTE DEVLET BAŞKANI ASKERLİKTE MAREŞAL OLURDUM
* Bu yıl içkiye başlamanızın kaçıncı yıldönümünü kutlayacaksınız?
- 70’inci yılını.
* Neden kutluyorsunuz her yılı?
- Henüz öbür dünyaya gitmediğim için kutluyorum. Ama iki defa birer sene, bir defa da altı ay bir damla içmediğim oldu. “Bünyede zayıflama var, içme” dedi doktor arkadaşlarım, laf dinledim. Şükür ki o dönemler geçti.
* İçki içtiğiniz için size rütbe verselerdi
ne olurdunuz?
- Siyasette devlet başkanı, askerlikte mareşal...
* Bunca yıllık içicisiniz. Karaciğerinizin hâlâ sağlam kalmasının sırrı ne?
- İki defa akciğer kanseri ameliyatı oldum. Ama karaciğerim Allah’a şükür iyi. Sonra kulağımda bir sivilce çıktı, koparıp atıyordum, yine çıkıyordu. Meğer cilt kanseriymiş.
* Hiç içmemiş insanlar var.
- Bilmiyorlar neler kaçırdıklarını!
* ‘DEMAK’, Demciler Akademisi sizin icadınız. Bu akademi ne öğretiyor?
- İnsan olmamaktan uzaklaşmayı öğretiyor. Ama bak, insan olmaya yaklaşmak demedim. Çünkü içki, insanı ne adam ediyor ne de kötü. İçki içtiği için kötü olan, içmediği için iyi olan insan yok. Mizaçlarında neler varsa, o su yüzüne çıkıyor…
* Bazı rakılar markalarının zenginlerin, bazılarının orta gelirlilerin, bazılarının da gençlerin-yenilikçilerin rakısı diye bir sınıflandırma var. Katılıyor musunuz?
- Hayır, böyle bir sınıflandırma olamaz.
* Yeni çıkan bir rakı markasının tadının sorumlusu sizsiniz. Siz test ettiniz ve adı Aydın Boysan rakısı oldu. Hoşunuza gidiyor mu?
- Canım sıkılmıyor. Ama bunun için de ille de onurlanacak değilim! Kitaplarımla, binalarımla onurlanmayan insanlar, bununla onurlanacaksa, onda da ben yokum.
* İçki arkadaşının kötüsü nasıl olur?
- İçki masasında traşa başlayan, çok konuşan çekilmez…
* Bu hükümetin en beğendiğiniz
yönü nedir?
- Bir gün gidecek olması!
Paylaş