Üstelik gerçek duruyorlardı. Halka ilişkiler gülümsemesi yoktu suratlarında. Hayal Kahvesi’nde Azra çıkmış, yan flüt çalmış. Yoksa adam mı tüm bunlara ön ayak olmuş? Evet. Adam kimmiş? Modern meddah Mehmet Esen. Bu ismi bir yerlerden biliyor gibiyim. Bu yüz de yabancı değil. Hah, tamam buldum. Seneler önce tek kişilik bir oyunda izlediğim adam. Çok etkilenmiştim. Bir doğumu canlandırıyordu. Sonra gidip onunla sohbet etmiştim, Alman bir karısı vardı, onun doğumuna girmişti. Mehmet Esen, nesli tükenmiş adamlardan. Biraz cins. Hayır birazdan daha fazla! Kesinlikle tatlı su balığı değil. Kavgalı olmadığı neredeyse kimse yok. Bir duruşu ve belkemiği var! "Popstar,
megastar, süperstar... Edirne’den sonra kim satar?" diyen bir adam. Onun için para pul, başarı değil insan olmak önemli. Anlattıkları biraz naif geldi ama ben onu sevdim. Yıllar sonra buldum ya, Azra’yı, son kitabı "Aşk Hayattan Büyüktür"ü, oğlunu, annesini, sordum da sordum...
Gazeteler, bangır bangır "Azra Akın ile 23 yaş büyük sevgilisinin aşkını" yazıp çiziyor. Nasıl tanıştınız?
-Ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla. Kaan Urgancıoğlu, Kaan’ın sevgilisi Aslı, Erdal Beşikçioğlu. Hayal Kahvesi’nde...
Size doğru yürüyor... Kafanızdan geçenler: a) İşte, Dünya Güzeli Azra Akın b) Aman Allah’ım gerçekten çok seksi! b) O da benim gibi utangaç aslında c) Güzelliğinin farkında değil d) Alçakgönüllü ve cana yakın.
-Alçakgönüllü ve cana yakın. İnanılmaz doğal ve sadeydi. Ve makyajsız. Göz göze gelince "Ne güzel bakan bir kadın!" dedim.
Bir erkek heyecan yapar mı onunla tanışınca? Elinizi, kolunuzu nereye koyacağınızı şaşırdınız mı?
-Yalnız olsam mutlaka. Allah’tan arkadaşlarım vardı.
İlk görüşte aşk mı?
-Yok hayır. Beğendim, etkilendim. Ama en çok saygı duydum: Kendini taşıma haline.
Bacakları galiba benim boynuma filan geliyor...
-Evet, uzun boylu. Çok güzel bir kadın ama bunun altını çizmiyor.Sadece kendi güzelliğiyle meşgul olan bir kadın, dünya güzeli de olsa çekilmez...
Aklınızdan, "Sevgilim olur mu? Flört eder miyiz?.. Romans yaşar mıyız?" gibi şeyler geçti mi?
-Her erkeğin etkileneceği bir kadın Azra. Aklımdan bir sürü şey geçmiştir. Şu an ne söylesem yalan. Tesadüfler bizi tekrar karşılaştırdı... Tekrar... Tekrar...
Daha önce bu kadar genç bir sevgiliniz olmuş muydu? 23 yaş az bir fark değil...
-Azra’yla bir aydır tanışıyoruz. Her şey henüz çok yeni. Güzel şeyler paylaşıyoruz. Saatlerce sohbet ediyoruz. Müziği seviyor, tiyatroyu seviyor, operayı seviyor, edebiyatı seviyor. Her buluştuğumuzda bir şeyler yapıyoruz, bir yerlere gidiyoruz. Ben ondan bir sürü şey öğreniyorum, o benden öğreniyor...
Millet uyduruyor mu yani? Sevgili değil misiniz?
-Arkadaşız diyorum.
Benim beynim düz çalışıyor. "Arkadaşız" ne demek? Sevişmediniz mi? Sevgili değil misiniz?
-Azra’yla geçirdiğim her andan keyif alıyorum. Kendisini saklamış bir kadın Azra. Çok yönlü, çok yetenekli, çok yaratıcı. İnsanlar onu Dünya Güzeli Azra Akın olarak biliyor, oysa o, çok daha fazlası. Bir tanıma dönemi geçiriyoruz. Güzel bir dönem...
Hayatımda duyduğum en hoş ve en boş cevap! Yani ne demek istediniz şimdi?
-Senden nasıl kurtulacağımı bilmiyorum Ayşe! Durumu şöyle izah edeyim: Azra benim için çok çok değerli. Nerede olmamı isterse, orada olabilirim. Nerede durmamı isterse de orada. Anlatabiliyor muyum? Arkadaşız derse arkadaşız, sevgiliyiz derse sevgiliyiz. Onu hiçbir şekilde kaybetmek istemem.
Gazetelerde hakkınızda haberler çıkınca, bir tuhaf hissetmediniz mi kendinizi?
-Bir miktar şaşırdık sonra güldük, geçtik. Zaten işimiz gücümüz vardı. Şehir Tiyatroları’nda Vasıf Öngören için bir oyun hazırlanıyor, 19 Mayıs’ta sahnelenecek, Halil Ergün, Altan Erkekli ve ben dışarıdan katılıyoruz. Azra da benimle provalara geliyor. Notlar alıyor, oyuncularla sohbet ediyor. Dostlarımla kaynaştı, Burhan Doğançay mesela, çok sevdiğim ve çok değer verdiğim bir ressamdır, o geldi New York’tan, Azra onunla saatlerce resim üzerine konuştu. Belli ki böyle bir açlığı varmış.
Sizin sistemle hep bir derdiniz, kavganız var. İflah olmaz bir solcusunuz. Dünya görüşünüz, siyasi duruşunuz Azra Akın’la zıt değil mi?
-Kesinlikle değil. Azra o kadar değerli biri ki...
Ondan bir şüphem yok. Siz, onunla birlikte olarak kendinizle çelişmiyor musunuz, ben onu merak ediyorum. Hani siz popüler kültürü, tüketim toplumunu filan çok ağır eleştiriyorsunuz ya...
-Azra, mankenliği, modelliği iş olarak yapıyor. Para kazanmak için. Hayatında orada değil ki. Okuyan, araştıran, sosyal sorumluluk projelerinde yer alan, hayvan barınaklarına giden biri. "Ben dünya güzeliyim" diye ortalıklarda dolaşmıyor yani. Ve sıfır kompleks. Ben gayet sade yaşıyorum, bizim mahallede Pazı diye bir lokanta var, pilav da çorba da 1 lira, ben hep orada yerim, o da benimle geliyor. "Neden 5 yıldızlı otellerde yemiyoruz?" türünden dertleri yok. Soğan sarmısak seven bir insan.
İyi de 12 Eylül yaşamamış... Solcu değil... Eski solcu değil... Siz biraz da bunlarla var oluyorsunuz...
-Yaşamamış ama hissedebiliyor... Medya onun bu taraflarını bilmiyor. 4 dil konuşuyor mesela. Gerçekten opera seviyor.
İnsan genç, güzel bir kadına aşık olamaz mı? İlla 4 bil bilmesi ve opera mı sevmesi gerekiyor!
-Benim için sadece güzelliğin bir değeri yok. Tabii ki bir derinlik olması gerekiyor. Yoksa ne paylaşacaksın?
4 dil bilmese, operadan anlamasa, yan flüt çalamasa birlikte olmaz mıydınız yani?
-Olamazdım.
Valla mı?
-Evet. Bir süre gider ama insan kesmez. Benim hayatıma profesyonel olarak müzik yapan ama klasik müzik ve opera sevmeyen insanlar girdi. Olmadı, yürümedi. Biz Azra ile Leyla Gencer’i anma konserine gidiyoruz, merdivenlerde oturuyoruz, heyecan içinde opera izliyoruz.
Peki illa, "Kız onu da biliyor, bunu da biliyor, zannettiğinizden çok daha derin..." diye anlatmak gerekiyor mu?
-Tabii ki gerekiyor. Niye yanlış tanısınlar ki Azra’yı? Ben Kayhan Yıldızoğlu’nun bir belgeselini çektim. Herkes ona evin uşağı ya da Bizans kralı olarak bilir, aslında bir derya. Hayata küsmüş, başka bir hayat yaşıyor. Biz bakan ama görmeyen bir toplumuz. Azra’nın da Gülten Kaya ile sohbet ettiğini, SİNESEN’in toplantılarına gelmeye başladığını görsek iyi ederiz...
SİNESEN ne?
-Sinema Oyuncuları Sendikası...
Bu kız sizden sıkılmasın sonunda!
-Yok hayır. Bunları kendi istiyor. Meğer, birinin start vermesini beklermiş...
Daha önceki sevgilisi Kıvanç Tatlıtuğ’u düşünürsek, geceyle gündüz gibisiniz, aranızda 180 derece fark var...
-Zaten büyük bir boşluk yaşamış. Resim biliyor, Brecht biliyor, epik tiyatro biliyor. Ama bunları hiç konuşmamış. Daha önce içinde bulunduğu çevreyle bunları konuşmaya kalksa, "Brecht de kim?" diye suratına bakarlardı herhalde. Keza "Opera" dese öyle. Ben de benzer şeyler yaşadım, "Hadi senfoniye gidelim" diyordum. Cevap "Amaaaan şimdi kim gidecek" diye geliyordu. Çok yalnız kalmıştım, Azra’yla birbirimizi tamamladık...
YAN FLÜTLE BAŞLADIK, BASTIRDIĞI ŞEYLER TEKER TEKER ORTAYA ÇIKACAKSiz o zaman Azra’da gizli kalmış yetenekleri ortaya çıkarıyorsunuz?
-O kendisi yapıyor. Ben sadece vesile oluyorum. Müzisyen arkadaşlarımızla sohbet ediyorduk. Birden, "Ben de yan flüt çalıyorum" dedi, "Nasıl yani?" olduk. Bulduk bir yerlerden, çok da güzel çalıyor, meğer 9 yaşından beri eğitimini alırmış. E şimdi böyle özellikleri olan bir kadın, ama biz onu sadece güzelliğiyle tanıyoruz. Neden? Neden o bastırdığı şeyler ortaya çıkmasın? Bir iki kere prova yaptılar, sonra Hayal Kahvesi’nde ben onları sahneye çağırdım. 4 parça çaldı, salon yıkılıyordu. Şimdi siz gazeteyi elinize alıyorsunuz, aşk- meşk bir tarafa, orada elinde flüt olan bir kadın var, çalıyor. Hoş değil mi? Etkilenmez mi insan?
Azra kaç yaşında?
-27, ben de 50 yaşındayım.
Aradaki yaş farkı korkutuyor mu?
-Ben kendimi hep çocuk gibi gördüğüm için hayır. O aynı zamanda beni toparlayan kişi...
Ailesi bu ilişkiye ne tepki verir?
-Azra bugün Hollanda’ya gitti. Bilmiyorum...
ANNEM VE OĞLUMAnnemle teyzem 70 yıl önce koptuğu akrabalarıyla görüşebilmek istiyor. Anneannemin Müslümanlığı seçmeden önceki adı: Mazaltov Fortine Saranga. Annemin dayısının adı Yaşuva Saranga. Dayısının çocuklarıyla beraber büyümüşler ama sonra birbirlerinin izini kaybetmişler. Annemin ve teyzemin ricasıdır, gazeteye yazarsa belki akrabalarımıza kavuşabiliriz diyorlar...
İNSANIN BELKEMİĞİ OLMAZ MI?
Toplam kaç sene kaldınız Almanya’da?
-10 sene. Derken Tuncel Kurtiz’le Leman Kültür’de çıkmaya başladım. 94’tü yanılmıyorsam. Kendi başıma gelenleri anlatıyordum.
Ve sonra bir gün genç bir yetenek takdim ettiniz: Cem Yılmaz!
-Evet. Leman Kadrosu’yla sabahlıyorduk. Hepsi de çok yetenekli çocuklardı. Cem pırıl pırıl parlıyordu aralarında, bir de Fatih Kaçan. Beni Erkan Yücel sahneye atmıştı, ben de aynı şeyi Cem’e yaptım.
Sonra Cem Yılmaz aldı başını gitti, boynuz kulağı geçti. Nasıl hissettiniz?
-Cem benim çocuğum gibi. Onunla hep gurur duydum. Sadece bir dönem yaralandım. İlk önceleri hep bana teşekkür ediyordu, sonra günün birinde, "Nasıl başladınız bu işlere?" sorusuna, "Sahnede çok yeteneksiz bir adam vardı, çıkayım da doğrusunu yapayım dedim" diye cevap verdi. Sözünü ettiği adam ben olmalıyım. Kırıldım tabii. Kırılmakla kalmadım, onu mahkemeye verdim.
Şaka yapıyorsunuz!
-Yooo. Hakaret davası açtım, kazandım.
Sizin de herkesle bir probleminiz olmuş. Sinan Çetin’le, Tarık Akan’la, Yılmaz Erdoğan’la, Okan Bayülgen’le, Ferhan Şensoy’la, Uğur Yücel’le... İnsanın bütün bu isimlerle kavgalı olması normal mi?
-Niye anormal olsun ki?
Bu adamlarla alıp veremediğiniz ne var?
-Alıp veremediğim hiçbir şey yok.
"Bize bulaşarak prim yapmaya çalışıyor" suçlamalarına verecek cevabınız nedir?
-Böyle bir şeye ihtiyacım yok ki.
Onların büyük paralar kazanıyor olmasına sinirleniyor olabilir misiniz?
-Para benim için bir kriter olmadı.
Daha fazla şöhretli olmaları size koyuyor olabilir mi?
-Hepsi palavra bunların. Benim için insan olmaları önemli. Bir yerlerde okudum, Cem Yılmaz demiş ki mesela, "Bana saldırıyorlar. Başarısız oldun diyorlar. Ben trilyon kazandım. Daha nasıl başarılı olayım?" Para kazanmak değil ki başarılı olmak, daha bunun ayrımında değil Cem. Ben hiçbir şeyi başarmak için yapmadım; ben, beni ne mutlu ediyorsa onu yaptım. İnsan ömrü kısa, onlar kendilerini kaplumbağa zannediyorlar, oysa bu kısa süre içinde "Nasıl mutlu olabilirim? Nasıl insanları kırmadan, kendimi de donatarak nasıl yaşayabilirim?" diye düşünmek gerekiyor.
Yılmaz Erdoğan’ı "tatlı su solcusu" olmakla suçluyorsunuz, daha ağır şeyler de söylüyorsunuz...
-Tabii ki söylüyorum. Tek satır cevap bile yazmadı. Biri bana benim ona söylediklerimin onda birini söylese, ben kıyameti koparırdım.
Belki de sizi ciddiye almadı...
-Olur mu canım? "Hırsızsın!" diyorum. Bu, ciddiye alınmaz mı? Ama durup dururken demiyorum ki. Oyunları hep oradan buradan apartma. Bir de tabii ideolojik olarak karşıyım bu arkadaşlara: Ben hayatta hiçbir zaman Mehmet Ağar’ın elini sıkmam. Süleyman Demirel’in, Celalettin Cerrah’ın, Muammer Güler’in de elini sıkmam. Maalesef, onlar sıkıyorlar. Süleyman Demirel benim için Deniz Gezmiş’lerin idamına imza atmış insandır. Ama Uğur Yücel en popüler zamanında Demirel’le program yaptı. Yakışır mı Uğur Yücel’e?
Dünya sizce de değişmiyor mu? Biraz demode değil mi artık bu tartışmalar?
-İyi de insanın bir belkemiği, bir duruşu olmaz mı? Sanatçı olmanın bir sorumluluğu yok mu? Ferhan Şensoy, "Darbe olsa davulumu alır sokağa çıkarım" diyor, diyebiliyor. Yani darbeyi savunuyor. Ağzından çıkanı kulağı duyuyor mu? Bu ülkede darbe oldu, 1.5 milyon insan işkence gördü. Aileleriyle birlikte 10 milyon kişi perişan oldu. Bu ülkede yaşandı bunlar. N’olur artık daha fazla hafıza kaybına uğramayalım. Yıllar evveldi belki ama ben unutmuyorum, Metin Göktepe öldürüldü, haftasına Cem Özer, Hayri Kozakçıoğlu’nu Laf Lafı Açıyor’a çıkardı. Bunun bir özrü olmalı. Yılmaz Erdoğan’la Mehmet Ağar arkadaş olamaz. Bunun bir özrü olmalı...
Berlin’e gittiğimde ben de o tipik Türk erkeklerinden biriydim, Julia beni adam ettiHikayeniz nerede, ne zaman başladı?
-Burada, Cihangir’de. Bu binanın yerinde bir konak vardı. Orada doğdum. Eskiden Hasan Efendi Mahallesi’ymiş burası -Hasan Efendi de, benim Osmanlı kadısı olan büyük büyük dedem- sonra Pürtelaş Mahallesi oldu.
Çocukluğunuzun en hüzünlü olayı...
-Annemle babamın boşanması. Annem bu sokağın başına kadar gelirdi, aşağı inip ona sarılmamız bile yasaktı, abimle ben konağın cumbasından ona bakar, ağlardık.
Niye görüştürmüyorlar?
-Çünkü annem Yahudi kökenli. Babaannem, evlenmelerine ta en baştan karşı çıkmış, biricik oğluna gayrimüslim birini yakıştıramamış.
Babaanne, filmlerdeki kötü karakterlerden mi?
-Yok hayır. O da aklınca kendi yavrusunu korumaya çalışıyor. Babam, anneme çok aşık ama sürekli kıskanıyor, çok güzel bir kadınmış annem, hayatı ona da, kendine de zindan ediyor. Çözümü ayrılmakta bulmuşlar. Biz annemi 8 yaşından sonra görebildik. Babaanneme gelince, kültürlü bir kadındı. En yakın arkadaşlarından biri de Latife Hanım’dı. Simsiyah bir araba gelir bizi alır Harbiye’ye götürürdü. Anahtarla açılan ve direkt Latife Hanım’ın dairesine çıkan asansörü hiç unutmam. Latife Hanım ve babaannem Fransızca konuşurlardı.
Hayalci bir çocuk muydunuz?
-Çoook. Benim için mesela annem hep benimleydi, fiziksel olarak yanımda değildi ama kendi hayal dünyamda onunla yaşıyordum. Hayatımın kaydığı an ise İlkokul 4’te Münir Özkul’u izlediğim an. Büyülendim. Ve o gün kararımı verdim, ben tiyatrocu olacaktım. Ortaokulu ve liseyi Ankara’da yatılı okudum. Ankara Sanat Tiyatrosu da okulumuza çok yakındı. Bir sürü oyun izledim, kendimi hep o sahnelerde hayal ettim. Hayatı, parasızlığı, sıkıntıyı, yokluğu ben hep o yıllarda öğrendim. Bir gün hiç unutmam, derste bir arkadaşım buruşturulmuş bir kağıt attı önüme, açtım baktım Nazım’ın bir şiiri. O şiir de hayatımı değiştirmiştir. Üzerine Dimitrof, Ana ve 403 Kilometre’yi seyrettim bir daha iflah olmadım.
Sizin çok daha erken büyük kitlelerce tanınmanız gerekmiyor muydu? Nedir bu? Şanssızlık mı? 12 Eylül mü tiyatro kariyerinizi kesintiye uğrattı?
-Sahneyle özel hayatım birbirine zıt. Ben normal hayatta çok utangaç bir adamım. Programa çıkmam, röportaj vermem, kaçarım. Ama tabii 12 Eylül de hayatımı kesintiye uğrattı. Haldun Taner beni Ankara’da izledi, "Hemen İstanbul’a geliyorsun Münir Özkul’un talebesi olacaksın!" dedi. Sonra da Erol Toy’un Meddah oyununu oynadım. Bir sürü ödül kazandım. Ama sonra 12 Eylül oldu. Selimiye, Niğde, Adana... Bir yıl cezaevinde kaldım.
O dönem burs da kazanıyorsunuz...
-Evet İngiltere, Fransa ve Norveç’ten. Ama gidemedim. 9 yıl pasaport vermediler.
Bunlar insanı öfkeli yapmaz mı?
-Yapar. Gayrettepe’de, Selimiye’de çok acı şeyler yaşadım. Ağır işkenceden geçtim. Tüm bu yaşadıklarımı sahnede gülerek, dalga geçerek anlattım. Başka türlü üstesinden gelmeme olanak yoktu. Ve 89’da Almanya’ya gittim.
Neden Berlin?
-Berlin’e aşığım ben...
Berlin’de Türk olmak...
-Almanya’da şöyle bir gerçek var: İnsanlar seslerini kaybetmişler. Yabancılar yani. Bu beni çok etkiledi. Kendi seslerinden korkuyorlar, ses çıkarmaktan, bağırmaktan... "Bağırırsam polisler gelir beni alır ve sınır dışı eder" diye düşünüyorlar. Benimki bir tür hesaplaşmaya, "Onların sesi olmalıyım"a dönüştü. Sırf bu korkuyu anlatabilmek için bir roman yazdım.
Ve Alman bir karınız oldu...
-Evet, Julia. Berlin’e gittiğimde o tipik Türk erkeklerindendim, Julia beni eğitti.
Nasıldır tipik Türk erkeği?
-Annelerimiz bize hiçbir şey yaptırmaz. Bulaşık yıkatmazlar, yemek yaptırmazlar, banyo küveti ovdurmazlar. Kolaysa Alman kadınına yaptır! Sonra kıskanç ve güvensiz erkekleriz. Ne yalan söyleyeyim beni de Julia adam etti. Hiç unutmam eve hep geç geliyordum, bekliyordum ki "Neredesin?" desin. Ama demiyor, güleryüzle kapıyı açıyor, "Sofra hazır, gel acıkmışsındır! diyor. Bir, üç, beş... Sonunda dayanamadım: "Ya baksana, sen beni sevmiyor musun? Niye hiç sormuyorsun neredesin?" Güldü, "Tabii ki seviyorum, paylaşmak istersen paylaşırsın diye düşünüyorum" dedi.
Tüm bunları Almanca mı konuşuyorsunuz?
-Bu da başka bir utancım! Baktı ki benim Almancamı ilerletme niyetim yok, "Bari ben Türkçe öğreneyim" dedi, üç ay içinde, "inşallah"lı, "maşallah"lı Türkçe konuşmaya başladı. Bir tek gurur duyabileceğim şey, çok iyi baba oldum.
Para?
-O hep problemdi. Sadece ihtiyacımız olan kadarını kazanabildim. Aslında nasıl para kazanılır biliyorum ama bir türlü kendime yakıştıramadım.
Bu da bir tür "kibir" değil mi?
-Olabilir. Eşim benden sonra tekrar evlendi, iki çocuğu daha oldu. Çok iyi arkadaşız. Birlikte tatillere gidiyoruz mesela. En son Bozcaada’ya gittik. Julia çocuklar ve ben. Eşinin işi vardı gelemedi. Ben üç çocuğa da babalık yaptım, yapacağım tabii, oğlumun kardeşleri onlar, denizde boğuşuyoruz filan. Millet bizi seyrediyormuş, "Ne kadar iyi babasınız!" dediler, "Sadece biri benim" dedim, "Diğer ikisi eski eşimin çocukları..." "Nasıl olur!" diye şaştılar kaldılar. Halbuki ne var...
Hayatımın kilometre taşları
Benim üç ustam oldu. Erkan Yücel, Münir Özkul, Genco Erkal. Ben onlarla gurur duyuyorum. Son ustam da Şener Şen’dir. Bu insanlar benim hayatımın en önemli kilometre taşlarıdır.