LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Bir mail okudum az önce. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Ben hayatımda böyle bir şey okumadım.
İçim oyuldu.
Bittim.
Öldüm. Alya, "Anne neden ağlıyorsun?" dedi, cevap veremedim.
Okuyunca sizin de ağlayacağınızdan eminim. H.Y.’ye başsağlığı ve sabır diliyorum.
Başka da ne denir bilemiyorum.
Evlat acısı hiçbir şeye benzemiyor...
İlk defa bugün yazmak istedim.
Ve acımı sizinle paylaşmak istedim.
Belki de anneliği çok yoğun yaşadığınız için sizi kendime yakın hissettim.
Belki de tanımadığım, tanışma ihtimalimin de olmadığı birinin bu hikáyeyi bilmesini istedim...
İnsan, bir yığın duygusuyla yüzleşir yaşamı boyunca.
Öfkesiyle, kıskançlığıyla, sevgisiyle, hırsıyla...
Ama insan, yaşadığı en büyük acıyla nasıl yüzleşebilir ki?
Bilmiyorum, deneyeceğim. Sadece deneyeceğim...
* * *
13 Ocak 1990, saat 18.00.
Doğum sancılarım başladığımda sırtım ikiye ayrılıyordu sanki.
Teyzem demişti ki bana: "Önce bir fırtına kopacak.
Her yer toz duman. Göz gözü görmeyecek. Ardından öyle bir güneş doğacak ki...
Gözlerin kamaşacak.
Müthiş bir dinginlik yaşayacaksın!"
Allah’ım bu kadın, kesin diğer hayatında filozoftu!
Bir doğum, bu kadar mı güzel tarif edilir...
Aynen dediği gibi oldu...
Saat 21.15’te önce kıyamet koptu.
Ardından...
Ardından, öyle bir güneş doğdu ki, böyle bir rahatlama duygusu yok...
Sanki içim boşalıyor...
Bedenim kuş gibi hafifliyor...
Ve...
Ve kapkara bir şey...
Hiçbir şeye benzemiyor.
Bir de doğar doğmaz, tepetaklak doktorun elinde dururken üstüme işemesin mi?
O zamanlar ultrason falan yok...
Doktor, habire karnıma huni gibi bir şey koyuyor, kalp atışını dinliyoruz...
At koşuyor gibi...
Dıgıdık dıgıdık...
Bir hızlı atıyor, heyecandan geberiyoruz.
Ama nedense hep ona Osman diyoruz...
Pazar günleri kayınvalidem aranıyor, "Anne ya Osman’ın canı yine pişi istedi!" Ya da Osman, gecenin bir vakti çilekli pasta istiyor!
Taa ki işgüzar doktor eşime, "Aşermek diye bir şey yok. Tamamen psikolojik" diyene kadar...
Adam jinekolog değil de, sosyolog sanki!
Hamileyken habire dergi, kitap karıştırıyorum.
Doğar doğmaz anne göğsüne konan bebek, diğerlerine göre daha kısa sürede annesini tanırmış...
Muhteşem, ilk temas...
O zamanlar sezaryen furyası daha yok.
Ama özel hastanede bayılarak doğum yapmak moda.
Özel hastanede doğurunca, bütün sülale, cümbür cemaat odada.
Sancılar hep birlikte sayılıyor.
Doğuma yakın markaj yani.
Ben de özel hastanede doğuracağım ama bayılmayacağım.
Aynı okuduğum gibi, önce benim göğsüme gelecek.
Geceliğim sıyrılıyor...
Ve o şey, benim koca memelerimin üzerinde...
Ben şokta...
Bu arada doktor dikiş atıyor...
Ama umurumda değil...
Acayip bir şey...
Yumuk gözlü...
Çipil çipil...
Küçücük...
O küçücük şey, sarıp sarmalanıyor.
Gelen çocuk doktoru, şöyle bir alelade bakıyor: "Sorun yok, çok sağlıklı!" Ama içime hiç sinmiyor.
Ben yorgun, o yorgun.
Ve o küçücük şey, sabaha kadar inliyor...
Evimizde ilk gece...
Oturma odasında yatıyoruz...
Kış, hava çok soğuk...
Lok lok ses çıkaran gaz sobası...
Bebek, karyolasında...
Biz çekyatta...
Yüzümüz bebeğe dönük...
Babası arkamdan kafasını uzatmış, sadece onu seyrediyoruz...
O şey, uyuyor...
Mırıldanıyor...
Memelerim şişiyor, uçları acıyor...
Bir de dikişlerimin acısı...
Ama o şey, müthiş...
Kucağıma alınca transa geçiyorum, içim çekiliyor sanki...
* * *
13 Ocak 2008.
O şey, artık 18’ini dolduruyor.
Kocaman bir adam 1.90 boyunda, 90 kilo, 46 numara ayakkabı giyiyor...
Bir heyecanlı, bir heyecanlı...
Ben mutfakta kendimi paralıyorum...
İki de bir yanımda...
Hep aç ya...
Sadece dayısıyla neredeyse bir koyunu mangalda yedikten sonra "İlk defa doydum" diyor, "18 yıl boyunca!"
"18 dolunca hep böyle olur insan" diyorum, "Ama yarın bugünden farklı olmayacak!"
Acayip bozuluyor...
Akşam dedesi, doğum günü parasını iki kat verince havalara uçuyor.
Bir de günlerce kafa yorup aldığım gümüş bilekliği takınca...
* * *
09 Şubat 2008.
Yine transa geçiyorum...
Yine içim çekiliyor sanki...
Sedyedeyim...
Bir yığın insan gelip gidiyor...
Elimde bırakmadığım torba...
İçinde temiz eşofman altı, boxer ve çorap var...
Ama hiç bırakmıyorum...
Bir bakıyorum yanımdaki sedyede kayınvalidem...
Babası ve kardeşi nerede?
Ortalıkta yoklar.
Uğultulu bir anons: "Kaan Y.’nin yakınları danışmaya..."
Bir şey mi isteyecekler acaba? Bir ilaç mı lazım oldu?
Kimse yanımda yok...
Kalkıyorum...
Elimde yine torbam...
Koridoru dönünce karşılaşıyorum...
Birileriyle...
Tekrar bir yere yatırıyorlar...
Başımda bir yığın kafa.
"N’olur söyleyin, ne oldu?"
Tek kelime: "Kaybettik."
Neyi kaybettik?
Uğulduyor kulaklarım...
Yine içim çekiliyor...
Doktorun elini sıkıyorum, "Neden, neden daha çok uğraşmadınız?" diyorum.
"İnanın çok uğraştık" diyor. "Benim de bir oğlum var. Ama... Söz, sizi götüreceğim ona..."
* * *
Bir yatakta...
Üzerinde, inatla giydiği babasının eski, mavi kadife kazağı...
Kolları kısalmış, sökülmüş...
Altında gri eşofman altı...
Gözleri kapalı...
Uzun, kıvrık kirpikleri, alnındaki siyah noktaları...
Dudaklarının kenarı hafif mor gibi...
Sadece uyuyor.
Dışarıda bir yığın insan...
Hepsi bana bakıyor yerde sürünürken...
Kardeşi ağlıyor, babası ağlıyor, dayısı, herkes...
Kendi yatağımdayım...
Hep tavana bakıyorum...
Bembeyaz tavan...
İçim delinmiş sanki.
Hep uyumak istiyorum...
İçimden bir şey çıkmış gitmiş, kocaman deliği kalmış sadece.
Ertesi gün yine görüyorum...
Oğlumu...
Bembeyaz, sıcacık yanakları...
Gülsuyu kokuyor...
Saçlarını taramışlar...
Yine uyuyor...
Dudak kenarları da artık mor değil.
Gümüş bilekliği babasının kolunda...
Ben yine hep havaya bakıyorum...
Bir yığın insan...
Hepsini tanıyorum...
Yine de havaya bakıyorum...
Bir divanda arkası dönük yatarken görüyorum...
Cep telefonundan mesaj çekiyor, "Ben yaşıyorum!" Bir sevinç bende: "Ben size demedim mi?"
Yine yatarken görüyorum...
Uyanıyor birdenbire...
Hemen mutfağa koşuyorum şekerli süt ısıtmak için...
Bu sefer yattığı yerden çıkıyor...
Ayağında lacivert şort ve bir tişört...
Yine çok seviniyorum... "Ben size demedim mi?" Babası kucağına alıyor, ayaklarına taş batmasın diye...
Koşuyoruz kaçırıyoruz onu...
Ben hep "Karnın acıkmadı mı bunca zamandır?" diyorum...
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Yazarın Tüm Yazıları